• savaş gibi olağanüstü haller, bireyin her zaman soyut bir kavrama koşullandırılması coğrafi sabitlenme, millete aitlik ve borçluluk vs. , fikir özgürlüğünü ulusal güvenlik söz konusu olduğunda göz önüne almama, kamu yararı gibi bahanelerle bol bol ırzına geçildiği için devlet düzeni içersindeki varlığı bir hayalden ibarettir.
    piyasa ekonomisi büyük ölçüde sosyal dönüşüm de geçirtir toplumlara fakat devletin baba rolü yokolmadığı sürece, hayır kendisi yokolmadığı sürece ifade ve teşebbüs özgürlüğü devlet-özel şirket ortak çıkarlarına yem olacaktır. anlamak istemeyenler sendikalarla mücadelesine destek için nazi partisine trilyonlarca mark bağışlayan alman firmalarını klasik liberalizmin uzantısı sanmaya devam edebilirler.
  • adam smith’in “ulusların zenginliği” adlı kitabındaki görüşler aynı zamanda klasik liberalizm ya da klasik iktisat ekolü’nün de doğuşunu temsil eder.

    smith’in klasik liberalizme yön veren bazı görüşleri şunlardır:

    bütün bireyler ekonomik çıkarlarına göre hareket ederler, yani kişiler ekonomik insandır (homo economicus).

    devlet kişilerin bireysel girişim haklarını kısıtlamamalıdır (“laissez faire laissez passer"-bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler). çünkü bireyler kendi çıkarları peşinde koşmakla aynı zamanda toplumsal çıkarlara da hizmet etmiş olurlar.

    nihayet, ekonomik hayatta düzen sağlayan bir görünmez el (invisible hand) vardır. bu görünmez el de fiyat mekanizmasıdır. ekonomik hayatta düzen, fiyat mekanizmasının işleyişi ile kendiliğinden sağlandığına göre, devletin bu amaçla ekonomiye müdahale etmesine gerek yoktur.

    adam smith’den önce ekonomik hayatta geçerli düşünce akımı merkantilizm’e dayanıyordu. smith “ulusların zenginliği” adlı eserinde serbest ticaretin yararlarını göstererek merkantilistler’in dış ticareti sınırlandırma konusundaki görüşlerini çürüttü. böylece de uluslararası ticareti ilk kez bilimsel biçimde açıklamayı başardı.

    smith’e göre, toplam dünya serveti sabit değildir. dış ticaret, uluslararası uzmanlaşma ve iş bölümü doğurarak dünya kaynaklarının verimliliğini artırır, böylece dünya üretimi ve refahının yükselmesine yol açar. bu görüş açısından karşılıklı ticaret yapan iki ülke uzmanlaşma ve serbest uluslararası değişim sonucunda daha yüksek üretim ve tüketim düzeylerine ulaşarak yaşam standartlarını birlikte artırırlar. dolayısıyla smith’e göre, merkatilizmin uluslararası ticarette bir taraf kazanırken diğer tarafın kaybetmesi şeklindeki görüşü yanlıştır. çünkü uluslararası ticaretten her iki taraf da kazançlı çıkar.

    smith’in açıklamalarına dayalı olan klasik analiz, uluslararası ticarette uzmanlaşma ve iş bölümünün yararları üzerinde durmaktadır. bu analizler, yalnızca arz faktörlerine dayandığı için aşırı basit ve eksik bulunabilir, ama klasik analizlerin, uluslararası ticaretin nedenleri konusundaki bilgilerimize çok önemli katkı sağladığı inkar edilemez.
  • klasik liberalizm, liberal geleneğin ilk dönemlerinde ortaya çıkmıştır. klasik liberal fikirler, feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde gelişmeye başlamış ve 19. yüzyıl’daki sanayileşme sürecinin başlarında yüksek bir düzeye ulaşmıştır. bundan dolayı, klasik liberalizm zaman zaman “19. yüzyıl liberalizmi” olarak da adlandırılır. klasik liberalizmin beşiği, kapitalist ve sanayi devrimlerin en ileri düzeylere ulaştığı ülke olan birleşik krallık’tır. klasik liberalizmin benimsediği fikirler, dünyanın diğer bölgelerine göre anglosakson ülkelerde özellikle de birleşik krallık ve amerika birleşik devletleri’nde daha derin kökleşmiştir. ancak klasik liberalizm sadece, şu anda tarihsel açıdan ilgi duyulan liberalizmin 19. yüzyıl’da aldığı şekil demek değildir. aslında klasik liberalizmin ilke ve teorileri, 20. yüzyıl’ın ikinci yarısından günümüze kadar artan bir çekiciliğe sahip olmuştur. neo-klasik liberalizm ya da neo-liberalizm başlangıçta birleşik krallık ve amerika birleşik devletleri’nde oldukça fazla etkili olsa da, kısmen de küreselleşmenin körüklemesiyle, çok daha geniş bir etki alanına sahip olmuştur. klasik liberal fikirler çeşitli şekiller almıştır ama bazı ortak özelliklere de sahiptirler. öncelikle, klasik liberaller bencil bireyciliği kabul ederler. klasik liberaller insanoğlunu, kendi ayakları üzerinde durabilme kapasitesi çok yüksek ve rasyonel olarak bencil çıkarlarının peşinde koşan yaratıklar olarak görmüşlerdir. bundan dolayı, geniş oranda kendi kendine yeten bireyler toplamından oluşan atomistik bir toplum anlayışı vardır. bu da, toplumların özelliklerinin insan doğasının daha derinlerinde yatan özelliklere kadar geri götürülebileceği anlamı taşır. ikinci olarak, klasik liberaller negatif özgürlüğe inanırlar. birey, başkalarının zorlamasına veya müdahalesine tâbi olmadan yalnız bırakıldığı sürece özgürdür. bu anlamdaki özgürlük, birey üzerinde dışarıdan herhangi bir sınırlamanın olmamasıdır. üçüncü olarak, en iyi ihtimâlle devlet, thomas paine’nin ifadesiyle “zorunlu bir kötü”dür. devlet, en azından düzenin varlığı için gerekli olan koşulların temelini attığından zorunlu; topluma müşterek bir iradeyi dayatması ve bireyin sorumluluklarıyla özgürlüğünü sınırlaması nedeniyle de kötüdür. sonuçta klasik liberaller, john locke’un kullandığı mecaz ifadeyle “gece bekçisi” gibi çalışan minimal (asgarî) bir devleti onaylarlar. bu bakış açısına göre, devletin yükleneceği en iyi rol, toplumu dışarıdan gelen saldırılara karşı korumakla beraber, ülke içi düzenin sağlanıp muhafaza edilmesi ve sözleşmelere uyulması için zor kullanmayla sınırlıdır. son olarak da klasik liberaller, geniş ölçüde olumlu bir sivil toplum görüşünü benimserler. sivil toplum, “zorlama alanı” olan devletle mukayese edildiğinde sadece bir “özgürlük alanı” olarak görülmekle kalmaz, aynı zamanda denge ilkesinin yansıması olarak da görülür. bu, kendi kendini düzenleyen piyasa ekonomisi anlayışına olan liberal inançta açıkça ifadesini bulur. tüm bunlarla beraber klasik liberalizm, çeşitli öğreti (doktrin) ve teorilerden yararlanır.

    bunlar arasında en önemlileri şunlardır:

    > (bkz: doğal haklar teorisi)
    > (bkz: faydacılık)
    > (bkz: iktisadî liberalizm)
    > (bkz: sosyal darwinizm)
    > (bkz: neo-liberalizm)

    > doğal haklar teorisi:

    ingiltere'deki john locke ve amerika’daki thomas jefferson gibi 17. ve 18. yüzyıl’ın doğal haklar teorisyenlerinin liberal ideoloji üzerinde önemli etkileri olmuştur. modern siyasî tartışma, “haklar’a ve “haklar”a sahip olma iddialarına yapılan göndermelerle doludur. en basit anlamıyla hak, belli bir şekilde faaliyette bulunma veya muamele görme hakkıdır. bu türden haklar nitelik olarak ahlâkî ya da yasal olabilir. john locke ve thomas jefferson’a göre haklar, insanlara doğa veya tanrı tarafından bahşedilmiş olmaları anlamında “doğal”dır. doğal haklar günümüzde daha çok, insan hakları olarak adlandırılırlar. thomas jefferson’un ifadesiyle bu haklar, “devredilemez” niteliktedirler. çünkü insanlar bu hakları sadece insan olma erdemiyle hak ederler: yani bu haklar, insandan koparılamaz. sonuçta doğal haklar, gerçek bir insanî varoluşu sürdürebilmenin zorunlu koşullarının oluşturulabilmesi çerçevesinde düşünülürler. john locke’a göre, bu türden üç hak vardır: “hayat, hürriyet ve mülkiyet.” thomas jefferson, mülkiyeti tanrı vergisi ya da doğal bir hak olarak kabul etmez ve daha ziyade, insanların işini kolaylaştırmak için ortaya konduğunu düşünür. bundan dolayı thomas jefferson, amerikan bağımsızlık bildirgesinde devredilemez haklar olarak “hayat, hürriyet ve mutluluk arayışı’na yer verir. doğal haklar ya da insan hakları fikri, liberal düşünceyi çeşitli şekillerde etkilemiştir. örneğin, bu türden haklara verilen ağırlık, thomas hobbes gibi otoriter düşünürleri john locke gibi ilk dönem liberallerinden ayırır. hem thomas hobbes hem de john locke yönetimin “toplum sözleşmesi” aracılığıyla oluşturulduğuna inanırlar. ancak ingiliz iç savaşı döneminde yazılan leviathan ([1651] 1968) adlı eserinde thomas hobbes, sadece güçlü bir yönetimin, tercihen bir monarşinin toplumda düzen ve güvenliği tesis edebileceğini öne sürer. thomas hobbes, “doğa durumuna düşmektense, kralı egemen ya da mutlak bir iktidar yetkisi ile donatmaya hazırdır. bundan dolayı her yurttaş, her türden yönetim biçimini kabul etmelidir çünkü baskıcı bir yönetim bile yönetimsiz olmaktan daha iyidir. tüm bunların çerçevesinde thomas hobbes, güvenlik ihtiyacını özgürlük arzusundan üstün tutar. john locke ise keyfî ya da sınırsız yönetim anlayışına karşı çıkmıştır. yönetim, üç temel hak olan “hayat, hürriyet ve mülkiyet”i korumak için kurulur. bu haklar devlet tarafından korunduğunda, yurttaşlar yönetime saygı duymalı ve yasaya itaat etmelidirler. bunun tersine, eğer yönetim yurttaşlarının haklarını çiğniyorsa, bunun karşılığında da yurttaşların isyan hakkı vardır. sonuçta john locke, 17. yüzyıl ingiliz devrimi’ni onaylamış ve 1688 yılındaki anayasal monarşinin kuruluşunu alkışlamıştır. liberaller, daha sonraki yüzyıllarda yönetimin baskısına karşı yapılan halk isyanlarının haklılaştırmak üzere bireysel haklar fikrini sıkça kullanmışlardır. john locke’a göre, ayrıca, devletle yurttaşları arasındaki sözleşme özel ve sınırlıdır: bu sözleşmenin amacı, tanımlanmış belli başlı doğal haklar kümesinin korunmasıdır. yani john locke, sınırlı bir yönetim anlayışına sahiptir. yönetimin meşru rolü, “hayat, hürriyet ve mülkiyet”in korunmasıyla sınırlıdır. bundan dolayı, yönetimlerin işlevleri, kamu düzenini muhafaza etmek, mülkiyeti korumak, dışarıdan gelecek saldırılara karşı bir savunma sağlamak ve sözleşmelere uymayı teminat altına almak ile ilgili “minimal” işlevlerin ötesine geçmemelidir. diğer meseleler ve sorumluluklar, haklı olarak, bireylerin ilgi alanındadır. thomas jefferson 100 yıl sonra, “en az yöneten yönetim, en iyi yönetimdir” iddiasıyla aynı duyguyu dile getirmektedir.

    > faydacılık (utilitarianism):

    doğal haklar teorileri, erken dönem liberalizminin tek dayanağı değildir. insan doğasına ilişkin oldukça etkili alternatif bir teori olarak faydacılık, özellikle jeremy bentham ve james mill tarafından 19. yüzyıl başlarında ortaya konmuştur. jeremy bentham, haklar fikrini “anlamsız” olarak görmüş ve doğal hakları, “cambaz ayaklıkları üzerindeki anlamsızlık” olarak adlandırmıştır. jeremy bentham, doğal haklar yerine daha bilimsel ve nesnel olduğuna inandığı bir iddia öne sürmüştür. bu iddiaya göre bireyler, bencil çıkarları tarafından güdülenir ve bu çıkarlar, haz arzusu veya mutluluk ve de elemden sakınma isteği olarak tanımlanabilir. her ikisi de fayda açısından hesaba katılır. bunun da ötesinde fayda ilkesi, aynı zamanda, mutluluğu yüceltme eğilimi çerçevesinde bir eylem, siyasa veya kurumun oluşturulabilmesinin “haklılığı”nı ortaya koyma anlamında ahlâkî bir ilkedir. her bir birey, eyleminden doğan haz miktarı dairesinde neyin ahlâkî olarak iyi olacağını hesaplayabilecektir; böylece “en yüksek sayıdaki kişinin en üst düzeydeki mutluluğu” ilkesi, bir bütün olarak topluma daha faydalı olacak siyasaların oluşturulmasında kullanılabilir. faydacı fikirlerin, liberalizm üzerinde dikkate değer etkileri olmuştur. bu fikirler özelde, bireylerin eylemlerini nasıl ve neden böyle gerçekleştirdiklerini açıklayan bir ahlâk felsefesi sağlar. insanoğlunu rasyonel olarak bencil çıkarları peşinde koşan yaratıklar gibi gören faydacı insan kavramlaştırması, daha sonraki liberal düşünür kuşakları tarafından benimsenmiştir. ayrıca her bireyin, kendisi için neyin en iyi şekilde çıkarına uygun olduğunu idrak edebileceği düşünülür. bu tespit, bireyler adına devlet gibi bazı ataerkil otoritelerce yapılamaz. jeremy bentham, bireylerin kendi tercih ettikleri şekilde haz veya mutluluk elde etmek için faaliyette bulunduklarını öne sürer. başkaca hiç kimse bireylerin bu mutluluk derecesini veya niteliğini yargılayamaz. her birey, ona neyin haz verdiğinin yegâne yargıcıysa, o zaman bu birey tek başına ahlâkî olarak neyin doğru olduğunu da tespit edebilir. faydacı fikirlerin, liberalliğe aykırı birtakım olası etkileri de vardır. jeremy bentham, fayda ilkesinin salt bireysel insan davranışına değil, bir bütün olarak toplumla ilişkilendirilebileceği düşüncesini taşır. kurumlar ve yasama, “en üst düzeydeki mutluluk” kıstasıyla değerlendirilebilirler ama bu formülün çoğunlukçu bir karakteri vardır. çünkü formül, “en yüksek sayıdakiler”in mutluluğunu, ahlâkî olarak doğru olanın ölçütü olarak kullanır ve bundan dolayı da, çoğunluğun çıkarlarının azınlıklarınkiler üzerinde ağır basmasını mümkün kılar. bunun aksine liberaller, sadece çoğunluk içinde yer alanların değil, her bireyin kendi çıkarının peşinden koşma hakkı olması gerektiğine inanırlar. bu çerçevede liberaller, benthamcı ilkelerin katı biçimde uygulanmasının, çoğunluğun zorbalığına yol açabileceği kaygısını taşırlar. öte yandan, “en yüksek sayı” etrafındaki ilgi aynı zamanda, 19. yüzyıl’ın sonları ve 20. yüzyıl’ın başlarında sosyalist düşünürlerin neden faydacılığa doğru sürüklendiklerini de açıklamaktadır.

    > iktisadî liberalizm:

    18. yüzyıl’ın sonları ve 19. yüzyıl’ın başları, adam smith ve david ricardo (1770- 1823) gibi siyasal iktisatçıların eserleri çerçevesinde klasik iktisat teorisinin gelişimine tanıklık etmiştir. adam smith’in the wealth ofnations (ulusların zenginliği, [1776] 1976) adlı eseri, birçok açıdan ilk iktisat ders kitabıdır. adam smith, insan doğasına ilişkin rasyonalist ve liberal varsayımlardan oldukça yararlanmış ve sivil toplum içinde devletin arzulanan rolü etrafındaki tartışmalara büyük katkısı olmuştur. adam smith, eserini yönetimin iktisadî faaliyet üzerinde çok sayıda kısıtlamalar koyduğu bir dönemde yazmıştır. 16. ve 17. yüzyıllarda hâkim iktisadî görüş olan merkantilizm, mal ihrâcatını teşvik edip ithalatı kısıtlama teşebbüsüyle, iktisadî hayata devletin müdahalesini teşvik ediyordu. adam smith’in iktisadî eserleri, merkantilizm yerine ekonominin devlet tarafından kendi başına bırakıldığında daha iyi işleyeceği iddiasını taşıyordu. adam smith iktisadı, bir piyasa, daha doğrusu birbirleriyle bağlantı hâlindeki piyasa dizileri olarak görüyordu. adam smith, piyasanın, özgür bireylerin kararları ve isteklerine göre işlediğine inanıyordu. piyasadaki özgürlük-serbestlik, tercih özgürlüğü demektir: iş dünyasının üreteceği malları seçebilme (tercih) becerisi, işçinin işvereni seçebilme becerisi ve tüketicinin satın alacağı mal ve hizmetleri seçebilme becerisi. bu yüzden böylesi bir piyasadaki ilişkiler -işveren ile işçi ve satıcı ile alıcı arasındaki- gönüllü sözleşmeye dayalıdır; bu sözleşme, haz ile servetin elde edilmesi ve tüketilmesini özdeşleştiren bencil çıkarlarının peşindeki bireylerdir. bu çerçevede iktisat teorisi; insanın, esasında, bencil ve maddî kazanç konusunda kararlı anlamına gelen “ekonomik insan” fikrini inşa ederken faydacılıktan yararlanır. klasik iktisadın câzibesi, her birey maddî olarak kendi çıkarını düşünse de ekonominin kendi kendine, gayrişahsî birtakım baskılara -piyasa güçlerine- göre işlediği ve bunun da doğal olarak iktisadî refahı artırma eğiliminde olması şeklindeki açıklamadan kaynaklandı. örneğin, hiçbir üretici tek başına malın fiyatını belirleyemez. fiyatları, satışa sunulan malların miktarı ile satın almak isteyen tüketicilerin miktarı çerçevesinde piyasa belirler. bunlar arz ve talep güçleridir. piyasa, kendi kendini düzenleyen bir mekanizmadır: dışarıdan yönlendirmeye ihtiyacı yoktur. piyasaya devlet müdahalesi olmamalıdır; çünkü piyasa adam smith’in “görünmez el” olarak işaret ettiği mekanizmaca işletilir. kendi kendini düzenleyen piyasa fikri, toplumda çatışan çıkarlar arasında doğal bir uyumun varolduğunu belirten liberal inancı yansıtır. adam smith ([1776] 1976), bu inancın iktisadî uyarlamasını şöyle ifade etmiştir:

    akşam yemeği yeme umudumuz kasabın, fırıncının veya bira üreticisinin cömertliğinin sonucu değil, bu kişilerin kendi çıkarlarını gözetmedeki hassasiyetlerinin bir sonucudur.”

    “görünmez el” daha sonraki iktisatçılar tarafından işsizlik, enflasyon veya ödemeler dengesi açıkları gibi sorunların piyasa mekanizması tarafından nasıl bertaraf edilebileceğini açıklamak için kullanılmıştır. örneğin işsizlik, çalışmaya hazır insanların sayısı, çalışılabilinecek işlerden daha fazla olduğunda ortaya çıkar: yani emek arzı, talebi geçmiştir. bunun sonucunda piyasa güçleri, emeğin “fiyat”ını, yani ücretleri düşürür. ücretler düştükçe işverenler daha fazla işçi çalıştırabilme imkânına kavuşurlar ve işsizlik azalır. bu çerçevede piyasa güçleri, hükümetin müdahalesine ihtiyaç olmadan işsizliğin kökünü kazıyabilir ve diğer tüm fiyatlar gibi ücret düzeylerinin de esnek olmasını şart koşar. serbest piyasa fikri 19. yüzyıl boyunca amerika birleşik devletleri'nde ve birleşik krallık’ta iktisadî ortodoksiye dönüşmüştü. serbest piyasa düşüncesi zirve noktasına, “bırakınız yapsınlar” anlamına gelen laissez-faire öğretisi ile ulaşmıştır. bu, devletin iktisadî bir rolünün olmaması, iktisadî hayatı kendi hâline bırakması ve adamlarının diledikleri gibi hareket etmelerini mümkün kılması gerektiğini belirten görüştür. laissez-faire görüşü, çocukların istihdamının kısıtlanması, çalışma saatlerinin sınırlandırılması ve çalışma koşullarına ait düzenlemeler de dâhil olmak üzere üretime ilişkin her türlü yasama faaliyetine karşıdır. bu türden bir iktisadî bireyciliğin dayanağı, sınırlandırılmamış kâr arayışının nihaî olarak genel faydaya yol açacağı şeklindeki inançtır. laissez-faire teorileri, 19. yüzyıl boyunca birleşik krallık’ta güçlü konumlarını korumuşlar ve abd’de de 1930’lara kadar ciddî bir eleştiriye tâbi tutulmamışlardır.

    > sosyal darwinizm:

    klasik liberalizmin en önemli ayırt edici özeliklerinden biri de, mülkiyet ve sosyal eşitliğe yönelik tutumudur. bireyciliğe dayalı siyasî bir anlayış, sosyal koşulları, her bir bireyin yetenekleri ve çalışkanlığı açısından açıklama eğilimi olacaktır. bireyler, kendi hayatlarıyla ne yapmak istiyor ve ne yapabiliyorlarsa onu yaparlar. yetenekli ve çalışma isteği olanlar müreffeh bir hayat sürerken, yetersiz veya tembel olanlar bunu gerçekleştiremez. bu görüş, samuel smiles’ın self-help (kendine yardım, [1859] 1986) adlı eserinin başlığında unutulmaz bir şekilde ifade edilmiştir. başlık, çokça dile getirilmiş olan bir düsturu tekrarlayarak başlar: “tanrı, kendileri için gayret gösterenlere çaba sarf eder.” böylesi bireysel sorumluluk fikirleri, 19. yüzyıl’da laissez-faire destekçileri tarafından sıkça dile getirilmiştir. örneğin, ingiliz iktisatçı ve siyasetçi richard cobden (1804-1865), işçi sınıfının çalışma koşullarıyla ilgili bazı iyileştirmeleri savunmuş ama bu iyileşmenin “yasalardan ziyade, kendi çabaları ve ayakları üzerinde durma yeteneklerinden doğması gerektiğini öne sürmüştü. ayrıca çalışanlara, “parlâmento yerine kendilerine bakma”yı da tavsiye etmiştir. bireylerin kendi ayakları üzerinde durma fikri en net ifadesini herbert spencer’in the man versus the state (devlete karşı insan, [ 1884] 1940) adlı eserinde bulmuştur. ingiliz filozof ve sosyal teorisyen spencer (1820-1904), ingiliz bilim adamı charles darwin’in the origin ofspecies (türlerin kökeni, [1859] 1972) adlı eserinden yararlanarak laissez-faire öğretisi için güçlü bir savunma geliştirmiştir. charles darwin, yeryüzündeki farklı türleri açıklayacak nitelikte bir evrim teorisi sunmuştur. charles darwin, her bir türün bir dizi tesadüfi fiziksel ve zihinsel değişime veya mutasyona uğradığını öne sürmüştür. bu değişimlerden bazıları, belli bir türe hayatta kalma ve gelişmeyi mümkün kılmıştır: bu değişimler, hayatı destekleyen değişimlerdir. diğer mutasyonlar ise daha az elverişlidir ve hayatta kalmayı daha da zorlaştırır hatta imkânsız kılar. bundan dolayı, bir yanda birçok türün soyu tükenmişken, büyük çeşitlilik gösteren canlı türleri ise yeryüzünde ortaya çıkmıştır. “doğal bir seleksiyon” süreci, doğaları gereği hayatlarını sürdürmeye uygun olan ve olmayan türlerin hangileri olduğuna karar verir. charles darwin’in kendisi bu fikirleri, sadece doğada uygulasa da bu görüşler daha sonra hem sosyal hem de siyasal teorilerin inşasında kullanılmıştır. örneğin herbert spencer, insan toplumunda da bir doğal seleksiyon sürecinin varolduğunu öne sürmüştür. bu süreci belirleyen de “en uygun olanın hayatta kalması” ilkesidir. bu çerçevede toplum, bireyler arasındaki hayatta kalma mücadelesi olarak resmedilir. doğaları gereği hayatta kalmak için en uygun olanlar zirveye tırmanırken, bu özelliği barındırmayanlar dibe düşerler. bundan dolayı, servet, sosyal konum ve siyasî iktidar eşitsizlikleri doğaldır ve kaçınılmazdır ve de yönetimin bu duruma müdahaleye yönelik hiçbir teşebbüsü olmamalıdır. aslında yoksullara, işsizlere ve engellilere her türden destek veya yardım teşebbüsü doğaya yönelik bir hakarettir. herbert spencer’ın amerikalı müridi william summer (1840-1910) bu ilkeyi, 1844’te “çöplükteki ayyaş, tam da olması gereken yerdedir” iddiasıyla açıkça ortaya koymuştur.

    > neo-liberalizm:

    zaman zaman neo-klasik liberalizm olarak da adlandırılan neo-liberalizm, 1970’lerden beri üzerine konuşulan iktisadî liberalizmin yeniden hayatiyet kazanmasının karşılığı olarak kullanılır. neo-liberalizm, karşı devrim niteliğindedir: amacı, 20. yüzyıla damgasını vuran “iri” devlet ve devlet müdahalesi eğilimini durdurmak, mümkünse tersine çevirmektir. neo-liberalizm, başlangıçtaki en güçlü etkiyi 19. yüzyıl’da serbest piyasa ekonomisi ilkelerinin en muhkem biçimde yer aldığı ingiltere ve amerika birleşik devletleri’nde yaratmıştır. geniş bir bölümünü neo-liberalizmin oluşturduğu hem ingiltere’deki “thatcherizm” hem de amerika birleşik devletleri’ndeki “reaganizm” politikaları, özünde muhafazakâr olan bir sosyal felsefe çerçevesinde, laissez-faire ekonomilerini kaynaştırmayı hedefleyen yeni sağ’a ait ideolojik projeydi. ancak neo-liberalizm sadece yeni sağ'ın elindeki bir silâh değildir. bu anlayış, daha geniş kapsamlı güçler tarafından şekillendirilmiştir. bu güçlerin arasında en dikkat çekici olanlar iktisadî küreselleşmeden doğan güçlerdir. ayrıca neo-liberalizm, muhafazakâr partiler üzerinde olduğu kadar, liberal ve sosyalist olanlar üzerinde de etkili olmuş ve etkisi, anglo-amerikan sınırları aşmıştır. neo-liberalizm, bir tür piyasa fundamentalizmi ile aynı anlama gelmektedir. piyasa, ahlâkî ve pratik olarak her türden siyasî denetimin üzerinde görülür. bu anlamda neo-liberalizm, klasik iktisadî teoriyi aşar niteliktedir. örneğin adam smith, yerinde bir tabirle piyasa ekonomisinin babası olarak görülmesine rağmen, o da piyasanın sınırlarını kabul etmiş ve kesinlikle insan doğasına ilişkin saf fayda azamîleştirme modelini benimsememiştir. neo-liberal bakış açısına göre yönetimin aksaklıkları sayı olarak oldukça fazla ve çeşitlidir. friedrich hayek ve abd’li iktisatçı milton friedman gibi serbest piyasayı savunan iktisatçılar, yönetimin iktisadî rolünü şiddetle eleştirmişlerdir. friedrich hayek, özelde merkezî planlamaya, genelde de iktisadî müdahaleye yönelik yıkıcı siyasî ve iktisadî eleştiriler getirmiştir. friedrich hayek’e göre, her türlü planlama iktisadî verimsizliğe mahkûmdur. çünkü, devletin bürokratları, ne kadar yetkin olurlarsa olsunlar, her zaman onların ele alma kapasitelerini aşan nitelikte karmaşık ve geniş hacimli bilgilerle karşı karşıya geleceklerdir. bu bakış açısına göre iktisadî müdahale, tek başına bireysel özgürlük için en ciddî tehdidi oluşturur. çünkü, iktisadî hayatı denetim altına almaya yönelmiş her teşebbüs kaçınılmaz olarak devleti varlık alanlarına çeker ve nihayetinde de totaliteryanizme yol açar. milton friedman, keynezci iktisadı, “vergi ve harcama” siyasalarının enflasyonu körüklediği gerekçesiyle eleştirir. çünkü bu siyasalar, süreç içerisinde işsizliğin doğal oranını etkilemeksizin yönetimlerin borçlanmasını teşvik eder. faydacılıktan etkilenen kamu tercihi teorisyenleri, yönetimler ile kamu çıkarı arasındaki ilişkiye kuşkuyla yaklaşıp, yönetimin meşruluğunu sorgulamışlardır. insanoğlu rasyonel olarak bencil ve çıkarları peşinde koşan yaratıklar olduğundan hükümet yetkilileri de kaçınılmaz olarak, kamusal amaçlardan ziyade kendi amaçlarını ön planda tutmak için konumlarını kullanacaklardır. yani “iri” bir devletin ortaya çıkması, ne kapitalizmin doğurduğu dengesizlikleri gidermek ne de demokratik bir baskıya verilen cevapla ilgilidir. bu daha ziyade, genel olarak kamu sektöründe çalışanların meslekî bencil çıkarlarıyla ilgili bir arayışın ürünüdür. tüm bunların aksine piyasanın mucizevî sayılabilecek nitelikleri vardır. birincisi ve en önemlisi, uzun vadeli denge eğilimlerinden dolayı piyasalar, kendi kendilerini düzenlemektedirler. friedrich hayek, adam smith’in “görünmez el” fikrini yeniden ifade edecek şekilde piyasayı devasa bir sinir sistemine benzetmiştir. bu sistem kendi başına ekonomiyi düzenleyebilecek yeterliliktedir. çünkü piyasa, fiyat mekanizması aracılığıyla, eş zamanlı olarak neredeyse sonsuz sayıda ileti taşıyabilmektedir. ikinci olarak, piyasalar doğal olarak verimli ve üretkendirler. kaynaklar, karşı konulmaz şekilde en kârlı kullanıma sürüklendiğinden ve zengin ile yoksul benzer çalışma dürtülerine sahip olduklarından, piyasa ekonomileri makro düzeyde verimlidir. mikro düzeyde ise özel sektör doğası gereği kamu kuruluşlarına göre daha verimlidir. çünkü bu sektörler, kâr güdüsü tarafından disiplin altına alınırlar. bu güdü, özel sektördekileri maliyetleri düşük tutmaya zorlar; bir yandan da kamusal zararların faturası her zaman vergi ödeyenlere çıkarılır. üçüncü olarak piyasalar, duyarlı hatta demokratik mekanizmalardır. rekabet, üreticilerin sadece tüketiciler tarafından güçlerinin yettiği bir fiyata almaya istekli oldukları şeyleri üretir. yani tüketici kraldır. son olarak da piyasanın, hakkaniyet ve iktisadî adâlet dağıttığı söylenebilir. piyasa herkese beceri ve çok çalışma düzleminde yükselme veya düşme fırsatını sunar. sonuçta maddî eşitsizlik, insanlar arasındaki doğal eşitsizliğin basit bir yansımasıdır. neo-liberal fikir ve yapıların ardındaki asıl itici güç iktisadî küreselleşmedir. küreselleşme, ulusal ekonomilerin, kenetlenmiş küresel ekonomi şeklinde birleşmesine tanık olmuştur. küresel düzlemde üretim uluslararası nitelik kazanmış ve ülkeler arasında sermayenin serbestçe, çoğunlukla da ânında aktığı görülmektedir. philip bobbitt, bu durumun ulus devletin “piyasa devleti” ile yer değiştirmesinde önemli katkısı olduğunu ileri sürmektedir. piyasa devletinin rolü, bireylerin ulaşabilecekleri tercihleri azamîleştirmenin biraz daha fazlasıdır. küreselleşmenin yayılma koşullarını tesis eden şey, 1970’lerin başında bretton woods sözleşmesinin ortadan kalkmasıdır. bu sözleşme, 1945’ten beri uluslararası ekonomiye istikrar sağlamış olan sabit döviz kuru sistemiydi. küresel düzlemde iktisadî yönetimi elinde tutan uluslararası para fonu (imf), dünya bankası ve 1995’ten beri de dünya ticaret örgütü (dtö), serbest piyasa ve serbest ticaret ilkelerine dayalı neo-liberal iktisadî düzen fikrine dönüş yapmışlardır. bundan dolayı, küreselleşme ile neo-liberalizm el ele yürümeye başlamıştır ve bu süreç gelişmekte olan ülkelerin çoğunda, özellikle de doğu avrupa’nın komünizm sonrası ülkelerinde ve lâtin amerika’da ekonomilerin piyasaya dayalı olarak yeniden yapılandırılmasıyla 1990’larda zirve noktasına ulaşmıştır. neo-liberalizmin piyasa yönelimli küresel kapitalizmi koşulsuz olarak onaylaması, bu anlayışın başkaca meselelere ilgi duymayan dar iktisadî liberalizmden ne kadar uzaklaştığını gösterir. örneğin neo-liberaller, ulusaşırı şirketlerin artan gücünün demokrasi için ne tür muhtemel sonuçlar doğuracağıyla, dizginlenemeyen bir tüketimcilik ve rekabetçi bireyciliğin herhangi bir anlamı barındıran insanî gelişim nosyonu ile bir arada bulunabilme zorluğuyla veya küresel malların ortaya çıkışıyla beraber birleşme ve tekel eğilimleri çerçevesinde gündeme gelen iktisadî ve kültürel farklılıkların yüz yüze olduğu tehditle hiç kendilerini yormazlar. aslında bu durum, basitçe liberalizmin seçici ahlâkî duyarlılığını gözler önüne serer. liberalizm özellikle kapitalist toplumlardan çok sosyalist ve otoriter toplumların kusurlarını ifşa ederken bu duyarlılığı gösterir.

    andrew heywood / siyasi ideolojiler
  • uluslararası ilişkilerde öne çıkan klasik liberalizmin kökleri, 17. yüzyıl sonrası filozofların eserlerine dayanmaktadır. tarihsel kökenlerine rağmen, klasik liberalizm son yıllarda, özellikle soğuk savaş'ın sona ermesinin ardından önemli bir önem kazanmıştır.
    klasik liberalizm, (bkz: john locke), (bkz: hugo grotius) ve (bkz: ımmanuel kant) gibi filozofların yazılarından ortaya çıktı. bu düşünürler, bireysel haklar, demokrasi ve barış arayışı hakkındaki liberal fikirlere zemin hazırladılar.

    klasik liberaller, barışın dünyanın ve insan toplumunun doğal hali olduğunu savunurlar. realist uluslararası ilişkiler kavramını sıfır toplamlı bir oyun (uluslararası ilişkiler bağlamında, sıfır toplamlı oyun kavramı, bir devletin kazancının, başka bir devletin kaybıyla doğrudan ilişkili olduğu anlamına gelir. ) olarak reddediyorlar ve bunun yerine devletler arasında karşılıklı yarar sağlayan ilişkilerin potansiyelini vurguluyorlar.

    karamsar bir insan doğası görüşüne sahip realistlerin aksine, klasik liberaller insanların genellikle rasyonel ve doğal olarak iyi olduğuna inanır. insanlığın daha iyi örgütlere, ideallere ve değerlere doğru ilerlediğini ve uyumlu düzenlerin inşasına yol açtığını iddia ediyorlar.
    (bkz: ımmanuel kant), "pasifik federasyonu" kavramı aracılığıyla "güvenlik ikilemine" bir çözüm önermiştir. kant'a göre, uluslararası barış ve güvenlik, birbirine bağlı demokratik hükümetler arasında kurulacak bir uluslararası örgüt ile sağlanabilirdi.

    pasifik federasyonu, demokratik hükümetlerin katılımıyla oluşturulacak gevşek bir uluslararası örgüt olarak düşünülmüştür. bu örgütün temel amacı, savaşları önlemek ve barışı korumaktır. kant, demokratik hükümetlerin barışçıl eğilimlerinin olduğunu ve bir araya geldiklerinde bu eğilimin daha da güçleneceğini savunur. bu nedenle, pasifik federasyonu üyeleri olarak demokratik devletlerin bir araya gelmesi, uluslararası barışın sağlanmasında kritik bir adım olacaktır.

    ekonomik karşılıklı bağımlılık, kant'ın pasifik federasyonu modelinde önemli bir yer tutar. kant, ekonomik olarak birbirine bağlı devletlerin, birbirlerine bağımlı olduklarında barışı sürdürmek için daha fazla çaba göstereceklerini öngörür. bu bağımlılık, savaşın maliyetlerinin artması ve barışçıl çözümlerin daha çekici hale gelmesiyle sonuçlanabilir.

    ayrıca, uluslararası hukukun güçlendirilmesi, pasifik federasyonunun temel prensiplerinden biridir. kant, uluslararası ilişkilerin düzenlenmesinde uluslararası hukukun önemli bir rol oynaması gerektiğine inanır. bu nedenle, pasifik federasyonu, uluslararası hukukun prensiplerine dayanarak devletler arasındaki ilişkileri düzenlemeyi ve çatışmaları çözmeyi amaçlar.
  • devlet bir tür gece bekçisi olarak görülür. devletin toplumsal yaşama müdahalesi güvenlik gibi konular dışında oldukça sınırlı olmalıdır.
  • "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler"ciliktir.
  • klasik liberalizm, modern liberalizm kavramı ile fırsat eşitliği ve özgürlük kavramı bakımından ayrı düşer. klasik liberallere göre toplumda her birey sadece ve sadece kendinden sorumludur. eğerki toplumda bir eşitsizlik varsa bu yine bireyin kendi karakteristiklerinden ve özelliklerinden kaynaklanmaktadır. yani bir insan fakirse ya tembeldir çalışmıyordur, ya da iq su düşüktür aptaldır.

    böyle de pis insanlardır klasik liberaller. hiç halden anlamazlar. herkes kendinden sorumludur der çıkarlar işin içinden. özgürlük anlayışları da bir gariptir zaten. negatif özgürlüğe inanırlar. onlara göre dayatmanın olmadığı her ortamda özgürlük vardır. misal şimdi robert college'da okuyup her dersten özel hocalarla öss'ye hazırlanan bir genç de özgürdür bunun yanında doğuda yıllık ders saatlerini bile dolduramayan hocaların olmadığı bir okulda öss'ye hazırlanan bir genç de özgürdür. zira ikisinin de sınava girmelerine herhangi bir mani yoktur. ikisi de istediği okula gidebilir. böyle özgürlük böyle fırsat eşitliği kavramına kafam girsin, çok afedersiniz.

    bunlar aynı zamanda sosyal darwinizmi savunurlar. onlara göre toplumda da koşullara ayak uyduramayan bireyler ayakta kalmayı başaramazlar ve yok olurlar bundanda kimseyi sorumlu tutamazlar. bunun sorumlusu da sadece kendileridir.

    böyle okudukça sinirleriniz atar, öyle sinir adamlardır bu klasik liberaller.

    bunun daha bir insancıl olanı için (bkz: modern liberalizm)
  • klasiği,neosu,moderni,sosyali hepsi aynı bok
  • liberalizm iki ana karaktere sahiptir. bu başlığın konusu olan klasik liberalizm, adının da ifade ettiği gibi liberalizmin klasik hali, diğer bir ifade ile ilk halidir. dolayısıyla klasik liberalizm başlığı altında ifade edilecek ilkeler, esasen liberalizm ideolojisinin gerçek tanımı olarak düşünülmelidir. sonraki bölümde görülecek olan modern liberalizm ise, liberalizmin revize edilmiş durumunu ifade eder.

    liberalizm bilindiği üzere siyasal fikir tabanını sözleşme teorisinden almaktadır. john locke’tan hatırlanırsa; bireyler aralarında bir sözleşme yaparak birlikte yaşama arzularını belirtmiş ve toplumsal yaşam dinamiklerinden doğabilecek anlaşmazlıkları çözümlemesi için “devlet” ismi verilen siyasal güç odağını kurmuşlardır.

    kolayca anlaşılacağı üzere toplumsal sözleşme kuramı (bkz: toplum sözleşmesi), devletin birey için ne ifade ettiğini resmetmek için kurgulanmıştır. esas olan bireyler arası ilişkilerin gerçekleştiği toplumsal yaşamdır ve devlet bu toplumsal yaşamın hakemidir. buna göre devlet bireyin üzerinde bir tahakküm merkezi ya da tarafgir bir çıkar odağı olamaz. liberal görüşe göre toplumsal yaşam içinde devletin rolü, “sadece” sözleşme şartlarının yerine getirilmesini sağlayacak bir “jandarma” pozisyonunda olmalıdır. bireyin doğal haklar kuramı dolayısıyla sahip olduğu temel hakları vardır ve bu haklar devlet tarafından sınırlanamaz ya da ihlal edilemez. devlet sosyal ve ekonomik hayata karşı müdahalesizlik anlamında “negatif” olmalıdır. birey ancak bu şekilde özgür olacaktır.

    liberalizmin sınırlı devlet vurgusu, mutlak monarşiler dönemindeki devlet gücünün bireyler üzerindeki koşulsuz hak talepleri sonucu ortaya çıkmıştır. aynı dönemin egemen iktisadi düşüncesi olan “merkantilizm” ise ekonomik alandaki devlet baskıcılığının bir diğer boyutudur. zenginliğin ancak değerli madenlere sahip olarak sağlanabileceğini kabul eden merkantilist görüşe göre, tarıma değil, sanayi ile ticarete ağırlık verilmeli ve ticari faaliyetlere devlet tarafından müdahale edilerek, ithalat sıfırlanıp ihracat yükseltilmelidir.

    buna karşılık bir grup düşünür ise, sanayinin kısır bir üretim modeli olduğunu, çünkü sanayi üretiminin ürettiği ürünün ham maddesini tarımdan aldığını, var olan bir ürünü başka bir ürüne çevirdiğini savunarak, gerçek artı değer üretilebilecek ve zenginleştirecek modelin ancak doğadan kaynaklı tarım olduğunu iddia ettiler. bu, xvııı. yüzyıl fransa’sında ortaya atılmış bir iktisadi öğretiydi: “fizyokrasi”.

    yunanca anlamı doğa kuvveti veya doğa düzeni olan fizyokrasi, doğal düzen felsefesine dayalı bir ekonomik liberalizmdir. bu öğretiye göre evrenin değişmez doğa yasaları vardır ve insan da bu doğal yaşamın bir parçasıdır. o halde nasıl ki doğa yasalarına müdahale edilmediği takdirde, doğa kendiliğinden dengesini bulabiliyorsa, rasyonel davranan varlık (homo economicus) olan insana da ekonomik alanda müdahale edilmemesi, ekonomik dengenin kendiliğinden sağlanmasını temin edecektir: “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (laissez faire, laissez passer).

    klasik liberal ekonomi: ekonomik liberalizm

    klasik iktisat teorisinin ve liberalizmin iktisat doktrininin kurucusu olarak kabul edilen adam smith’in, 1776’da yazdığı “ulusların zenginliği” isimli eserinde, müdahale edilmeyen piyasanın, bir “görünmez el” vasıtasıyla kendi dengesini bulacağını ifade ettiği görüşleri, fizyokratların doğal düzen kuramıyla örtüşür. adam smith’in iktisat kuramı, devletin ekonomiye müdahalesizliği üzerine tasarlanır. bu, klasik liberalizmin ekonomi kuramıdır ve devletin rolü ile ekonomi arasındaki ilişkiye liberaller “ekonomi-politik” ismini vermişlerdir.

    serbest piyasa ekonomisi: özel mülkiyetin var olduğu, ekonomik faaliyetlerde fiyatların serbestçe belirlendiği, girişimciliğin ve anlaşmaların engellenmediği, bilgiye kolay ve çok ucuz şekilde ulaşılabildiği, rekabetin mevcut olduğu ve özel girişimlerin mümkünse teşvik edildiği bir ekonomik organizasyonu işaret eder.

    serbest piyasa ekonomisinin kuramcısı adam smith, serbestiyeti, ekonomik verimliliğin mecburiyeti olarak görmektedir. smith, insanın bencil, çıkarcı ve akılcı doğasından yola çıkarak, serbest bırakılan bireyin “rasyonel tercih teorisi” gereği, kendisi için en iyi olanı seçeceğini ve tüm insanların kendisi için en iyi olanı seçtiğinde, bir “toplam iyi” vücuda geleceğini ve bireyin bunu isteyip istememesine bakılmaksızın, “toplam iyi”nin mecburen “doğal olarak” ortaya çıkacağını düşünmüştür. bu doğal durumu ise, serbest piyasa ekonomisinin düzenleyicisi “görünmez el” ilkesi ile formüle etmiştir. smith’in teorisini şu kendi cümleleri yeterince kolay anlaşılır şekilde ifade etmektedir: “yemeğimizin kaynağı, kasabın, biracının veya fırıncının iyi niyeti değil, fakat onların kendi çıkarlarını gözetmeleridir.”

    anlaşıldığı üzere klasik liberalizmin ekonomi doktrinine göre, devlete ekonomik hayatta bir rol tanınmaz. xvııı ve xıx. yüzyıl liberallerine göre girişimcilere ve mübadeleye karışılmaması gerektiği gibi, çalışma hayatındaki dinamikler de müdahale dışı olmalıdır. çocuk işçi düzenlemeleri, çalışma saatleri ve şartları ve işçi hakları müdahale dışı olmalıdır.

    tabii klasik liberalizm konusu bu kadarla sınırlı değildir. örneğin bu fikrin bir de sosyal darwinizm boyutu vardır ki, bunu belirtmemeden konuyu tamamlamak yanıltıcı bir bilgilendirme yapmış olmak anlamına gelecektir.

    sosyal darwinizm:

    doğal ayıklanma, doğal seçilim ya da doğal seleksiyon; belirli bir çevrede, dış çevreye uyum sağlayabilen organizmaların, bu çevreye uyum sağlayamayan diğerlerine göre yaşam şansının daha yüksek olması sebebiyle ayıklanmaları ve diğerlerinin elenerek yok olmaları anlamında kullanılan doğa bilimlerine ait bir terimdir.

    bu ayıklanma sayesinde sadece çevreye uyumlu ve güçlü genetik yapıya sahip olan canlılar hayatta kalabileceğinden, yalnızca bu canlılar üremeye devam edecek ve sonraki nesillere bu özelliklerini aktararak döngüyü devam ettireceklerdir. her yeni organizma hayatta kalabilmiş atasından aldığı çevreye uyumlu ve güçlü genetik mirası, bir sonraki nesle aktararak birikimli olarak gelişecek ve her aktarımda bulunduğu çevreye daha uyumlu hale gelecektir. uyumsuz olanlar ve güçsüzler doğal olarak her zaman ölecektir: ayakları dik ve keskin kayalıklarda zıplamaya uygun olmayan dağ keçileri, bacak kasları kaplanlardan kaçmak için güçlenmemiş ceylanlar, yırtıcılardan gizlenmek için rengini değiştiremeyen bukalemunlar, çakal sürülerinden korunmak için birlikte yaşama unsuruna güdülenemeyen arslanlar, “doğa yasaları”, “doğal işleyiş”, “doğal ayıklanma” gereği mecburen öleceklerdir.

    dolayısıyla bu kuram doğru kabul edilirse, uyumsuz biyolojik aktarımlar zaman içinde yok olduğuna göre, şu an mevcut bulunan canlılar, canlının en son güncel formu ve en mükemmel halidir. ve bundan sonra da, canlılar, her geçen gün ortama uyum sağlayamayan, dezavantajlar doğuran olumsuz özelliklerini geride bırakarak mükemmelleşmeye devam edeceklerdir (darwin, 1970: 104-113). işte evrim teorisi’nin ve “doğal ayıklanma” kuramının özü.

    doğal ayıklanma (doğal seleksiyon/doğal seçilim) fikrini ortaya atan charles darwin’in çağdaşı ingiliz filozof ve sosyolog herbert spencer (1820 - 1903), darwin tarafından doğa bilimleri alanı kapsamında geçerli görülmüş doğal ayıklanma fikrini, sosyal bilimler alanında tasarlayarak, fikrin karşıtları tarafından “sosyal darwinizm” olarak isimlendirilen düşüncelerin en etkili temsilcisi olmuştur. spencer, “vahşi yaşam” dinamiklerinin toplumsal yaşamda da aynen geçerli olduğunu savunmuştur: uyumlu, başarılı, çalışkan ve güçlü insanlar tüm rakipleri geride bırakarak doğal yaşamla uyumlu hale gelmişlerdir. doğal ayıklanma teorisinden hareketle diğerleri elenip yok olduğuna göre, onlar, yani kalanlar, insanın en son güncel formu ve en mükemmel halidir. nasıl ki vahşi yaşam hiçbir müdahale olmadan işlemekteyse, aynı şekilde toplumsal yaşama da müdahale etmemek gerekir. hayatta kalmak için bireylerin dahil olmak zorunda olduğu ekonomik yaşam, vahşi hayattaki av sahası gibidir. bu sebeple ekonomik faaliyetler müdahaleden arındırılmış olmalıdır. devlet ne çalışanların (işçilerin), ne çalıştıranların (işverenlerin) tasarruflarına herhangi bir müdahalede bulunmadığı zaman, nasıl ki müdahale edilmeyen vahşi yaşamda döngü durmuyor ve milyonlarca yıllık bir zamandan beri devam ediyorsa, toplumsal yaşamdaki ekonomik döngü de durmayacak, uyumsuz ve güçsüzleri eleyerek yoluna en iyilerle devam edecektir. buna göre; yaralı bir ceylanı kaplanlardan kurtarmaya çalışmak, yaralı olmayanları riske atmaktan başka bir şey olmadığı gibi, güçsüz/uyum sağlayamamış insanlara yardım etmek de doğal olarak işleyen çarka çomak sokmak, işler düzeni bozmaktır. işler düzene uyum sağlayamamış insanlar kendi haline bırakılmalı, kendini hayatta tutma yeteneği ve gücü olmayanlar ölerek yok olmalı ve böylece sadece en güçlü ve uyumlu olanlar hayatta kalmalıdır. bu şekilde gelecek nesillere aktarılan sağlıklı genler sayesinde, sonunda dünyada uyumsuz ve güçsüz organizma kalmayacak, en mükemmel insan formu yakalanacak ve medeniyet yükselecektir.

    kolayca bağlantı kurulabileceği gibi bu sosyal darwinist görüşler, liberal ekonomi-politiğin iktisadi liberalizm ilkeleriyle örtüşmektedir. xvııı ve xıx. yüzyıllarda sanayi devriminin yoğun olarak yaşandığı, özellikle birleşik krallık ve abd’de taraftar bulan bu görüşler, devletin rolünün minimize edilerek ekonominin serbest bırakıldığı; liberal doktrinin ekonomik organizasyonu olan kapitalizmin, “vahşi kapitalizm” olarak anıldığı döneme denk gelmektedir. klasik liberal görüşün ayırt edici özelliği olan minimal devlet uygulamaları, xıx. yüzyıl boyunca yapılmış anayasaların birçoğunda referans kabul edilmiştir (fatih serkan azizata. (2022), ideal devlet - ilkellerden milenyum insanına devlet yakalaşımları, s. 174-180).
hesabın var mı? giriş yap