• batı felsefesinde, metafiziğin bir dalı olarak kabul edilir ve bugünkü halinin temelleri descartes tarafından atılmıştır. zihin felsefecileri şu gibi sorulara cevap ararlar:

    * zihinle madde arasındaki ilişki nedir?

    * zihinsel durumların doğadaki yeri nedir?

    * bilinç nedir? bilinçli olmanın anlamı nedir? başka varlıkların bilinçli olup olmadığına karar vermek için ne tip kriterler olabilir? bilinçli makineler yapılabilir mi?

    * düşünmek, hissetmek, algılamak, hatırlamak nedir? deneyimin doğası nedir?

    * zihnin işlevlerini bölmenin bir faydası var mıdır, yoksa zihni bir bütün olarak mı ele almak gerekir?

    * bir öznenin kendi zihinsel durumlarına ayrıcalıklı erişimi nasıl mümkündür? bu epistemik önceliği açıklayan nedir?

    tahmin edilebileceği gibi bu sorular felsefenin tüm alanları için önemlidir. zihin felsefesinin özgürlük, iyilik, ahlak, tanrı, bilgi teorisi, yaşam ve doğa gibi kavramlarla doğrudan ilişkisi vardır. ayrıca en temel sorularımızdan birinin cevabı için önemlidir: "ben kimim?"

    stephen voss'a göre zihin felsefesinin ilgilendiği alanın kapsamını iki tanımla belirtmek mümkündür:

    tanım 1: zihin, bir varlığın herhangi bir zihinsel duruma sahip olma kapasitesidir.

    tanım 2: özne, zihni olan bir varlıktır.

    bu tanımları kabul edersek zihin felsefesinin merkezindeki sorunun şu olduğunu iddia edebiliriz: "özne olmak nedir? bir varlığın zihinsel durumlara sahip olabilir olmasını sağlayan metafiziksel farklılık nedir?"

    yine stephen voss'un önerdiği (ingilizce) kaynakça:

    zihin felsefesini şu anki durumuna getiren öncül metinler:

    plato, phaedo, republic
    aristotle, de anima
    rene descartes, meditations, passions of the soul
    thomas hobbes, leviathan
    david hume, a treatise of human nature
    immanuel kant, critique of pure reason
    franz brentano, psychology from an empirical standpoint
    friedrich nietzsche, the gay science
    p. d. ouspensky, in search of the miraculous
    jean-paul sartre, being and nothingness
    maurice merleau-ponty, phenomenology of perception

    yakın tarihteki önemli metinler:

    david armstrong, "the causal theory of the mind" (1981)
    tyler burge, "individualism and the mental" (1979)
    david chalmers, the conscious mind (1996)
    roderick chisholm, "intentionality" (1967)
    roderick chisholm, perceiving (1957)
    noam chomsky, "review of b. f. skinner's verbal behavior", (1959)
    donald davidson, "mental events" (1970)
    donald davidson, subjective, intersubjective, objective (2001)
    hubert dreyfus, what computers can't do, (1979)
    paul feyerabend, "mental events and the brain" (1963)
    jerry fodor, a theory of content and other essays (1991)
    d. e. harding, on having no head (1972)
    john haugland, having thought (1998)
    douglas hofstadter, gödel, escher, bach (1979)
    saul kripke, naming and necessity (1972)
    david lewis, "an argument for the identity theory" (1966)
    jean-luc marion, the erotic phenomenon (2006)
    wallace matson, "why isn't the mind-body problem ancient?" (1966)
    wallace matson, sentience (1976)
    thomas nagel, "brain bisection and the unity of consciousness" (1971)
    thomas nagel, "panpsychism" (1979)
    thomas nagel, "what is it like to be a bat?" (1975)
    derek parfit, reasons and persons (1984)
    hilary putnam, "the nature of mental states" (1967)
    hilary putnam, "philosophy and our mental life" (1973)
    hilary putnam, "the meaning of 'meaning'" (1975)
    gilbert ryle, the concept of mind (1949)
    wilfrid sellars, "empiricism and the philosophy of mind" (1956)
    wilfrid sellars, "philosophy and the scientific image of mind" (1956)
    j. j. c. smart, "sensation and brain processes" (1959)
    raymond smullyan, the tao is silent (1975)
    peter strawson, "persons" (1959)
    alan turing, "computing machinery and intelligence" (1950)
    ludwig wittgenstein, philosophical investigations (1953)
    ludwig wittgenstein, the blue and brown books (1956)

    yetmediyse, bayağı kapsamlı bir kaynakça david chalmers'dan geliyor:

    http://consc.net/biblio.html

    (bkz: zihin beden problemi)
    (bkz: işlevselcilik)
  • en ulvi alan. alanım.

    şeyleri, gerçeklik diye çağırdığımız şeyi "anlayabilmek" için, onları neyin içinden anladığımızı olabildiği kadarıyla anlayabilmemiz gerekiyor.

    bir yerden başlamak lazım, bu başlanacak yer descartes gibi tikel ve sıfırdan mı yoksa spinoza gibi genel önermelerden mi, locke gibi dümdüz deneyime güvenmekten mi yoksa hume gibi deneyimin temelsizliğini düşünmekten mi gelmeli bir kenarda durmakla birlikte, temelde iki büyük yol vardır. başlangıçları bilinmez ufukta kaybolurlar bu yollar paralel bir şekilde.

    birisi bilgi, diğeri varlık.

    varlıktan başlar isen, elinde mecburi bazı varsayımlar olmak zorunda. bilgiden başlamak pek kolay değil zira bir tünelin içindeyken dışarı çıkıp neye benzediğini söylemek gibi.

    ama elimizdekileri değerlendirdiğimizde en makul görünen bir epistemolojiyle başlamak, bir ontoloji gerektiren bir epistemoloji. çünkü her epistemoloji belli bir çerçeve içerisinde kendine has bir ontoloji getirir kendi ile birlikte. ne oldu bu durumda? epistemolojiden ilerlemeye çalışırken bir ontoloji varsayımlarımın arasına düştü. ne yapmalıyım?

    açıkçası ben de bilmiyorum.

    genel resim böyle şekillenir hep düşünce tarihinde; bir şeyler hakkında konuşmaya başladığında bu konuşmanın nasıl gerçekleşebildiğini ve nasıl bir bilgi olduğunu sorgulamanın ardından gelen bir varlık teorisi ve sonrasında bu varlık teorisinin aslında pek de istenen kadar güçlü bir temelde olaya dahil olmadığı gerçeğinin farkına varılması.

    bu bir döngü. ve sonsuz olmaması için elimizde tek bir şey var. biraz içinde bulunulan tünel ve dışına çıkmanın dayanılmaz zorluğu analojisini hatırlatacak bir biçimde var olan bir şey. bir epistemoloji kurmak kadar zor olan bir çaba.

    zihin felsefesi.

    ne psikoloji, ne sinirbilim anlayabilir zihini. birlikte dahi tam olarak anlamaları pek mümkün görünmüyor. her ne kadar bir anti-realist olmasam da, kuhn'un neden bahsettiğini tam anlamıyla içselleştirebilirseniz, paradigma kavramının gerçekten varolduğunu ve bilimin bir noktada bunun bir parçası olmak zorunda kaldığını, yüzeyselliğin ötesine kimi noktalarda geçemediğini rahatlıkla görebilirsiniz. bu anlamda bilim konvansiyon dışına çıkma konusunda, pek başarılı olmamakla birlikte, çıktığı zaman da bunu bir ilerleme şemasının içinde yapmayabiliyor.

    çünkü kuhn'dan farklı olarak ben yapabildiği durumların olduğunu da düşünüyorum.

    ama bu durumlar genelde yapamadığı durumlardan çok daha az sayıda oluyor. ve yapabildiği durumlar çoğu zaman felsefenin ve felsefi düşüncenin konvansiyon dışı düşünebilmeyi başarıp perspektif, ve dolayısı ile paradigma değişimini tetiklemesi ile mümkün oluyor.

    bu bağlamda, zihni çalışan bilimlerin sundukları çok büyük önem taşısalar da, dikkatle yaklaşılmalı ve sezgisel olarak ilk akla gelenin doğruluğundan şüphe edilmeli. bugün hala type identityyi makul bulan insanlar var. type identity kısaca, beyindeki nöro-kimyasal aktiviyeyi zihinde var olan fenomenle eş tutar. aynı sayar. identify eder. evet yirminci yüzyılın ortalarında bu düşünce pek popülerdi ve yapay zeka gazıyla önemli bulunmuştu ve üzerinde pek derin düşünülmemişti. ama biraz inceleme, biraz kavramsal analiz bu anlayışın çok büyük sıkıntılar içerdiğini açıkça gösterdi. burada sadece multiple realizabilityden bahsetmiyorum. tonla büyük problemden bahsedebiliriz. bunları çözme yolunda da çok uğraş veren insanlar oldu ve görece başarılılar da mevcut ama günümüzde böyle düşünen bilim adamları bunu tamamen cahilliklerine borçlular.

    ilgilenenler smart ve place'in işlerine bakmalılar.

    her neyse, bu cahillik varsayım setlerinin sonucu olarak tezahür ediyor ve bu noktada başa tekrar dönüyoruz. bir şekilde, zihni ve zihnin mekanizmalarını, bu sebepten ötürü beyni ve beynin mekanizmalarını anlamak gerekiyor. dahası, beyini etkileyen unsurların analiz edilmesi, beynin aslında sınırlarının ötesinde bir güç barındırıyor olmasının anlaşılması ve bunun sebeplerine inilmesi ihtiyacı ortaya çıkıyor.

    zihnin doğası nedir diye sormayı bırakıp zihin nasıl çalışıyor sorusunu mevcut perspektifin dışına çıkarak yanıtlamak gerekiyor. bu imkanlı olup olmadığı üzerinden problematize edilse de, bu mevcut bakış açısı sebebiyle gerçekleşiyor. bir şeyin nasıl çalıştığını anlamak için doğasını bilmenize gerek yok. kısaca bir buharlı motorun çalışma mekanizmasını bilmeniz için onun metal mi plastik mi olup olmadığına inmenize ihtiyaç yok. metal ve plastik kavramlarına aşina olmanıza bile gerek yok. çünkü neden ya da nasıl açıklamıyor, sadece olanı ortaya koymaya çalışıyorsunuz. kepler'in gezegenlerin hareketlerini ortaya koyarken yaptığı gibi.

    bu analojiyi seviyorum çünkü bir parçası iken kepler, koca bir sistemin mekanizmasını çözmeyi başardı. iki odaklı eliptik yörüngeyi, bu yörüngede dolaşırken gezegenlerin nasıl davrandığını tamamen anlattı. bu büyük resimde heiddeger'in derinliğine inip bakarsak parça bütün ilişkisi dahilinde sorunlu bir nokta olsa da, zihin için de içinde olduğumuz, bazen aktif bazen pasif olarak kullandığımız bu fenomeni inceleyip mekanizmalarını ortaya koyabilirsek epistemoloji ve ontoloji konusundaki sıkıntıları daha bariz görebilir ve birçok açıdan daha ileri bir anlayışa ulaşabiliriz.

    zihnin ortaya konmasının epistemolojik bir statüsü olması gerekliliği ve bu açıdan kepler analojisinin zaten bir epistemolojik varsayım üzerinden temellenen bir unsura sahip olduğu vurgulanarak buna karşı çıkılabilir.

    katılıyorum. ama söylediğim gibi;

    bir yerden, en makul yerden başlamak lazım.
  • hayatın en önemli problemini, bilinci ele alan felsefedir. zihin felsefesini anlamak isteyen bir kişi; öncelikle kartezyen düalite, fizikalizm, idealizm ve tarafsız monizm üzerinde düşünmelidir. hiç şüphesiz bu, bir insanın yaşamında ilgilenebileceği en eğlenceli disiplinlerden biridir, insanı kendisini ve çevresini daha iyi tanımaya teşvik eder. özellikle gelişmekte olan yeni zihin-makine entegrasyonu teknolojileri nedeniyle zihin felsefesi, içinde bulunduğumuz yüzyılda önü açık bir alan olacaktır. ne yazık bu alanda ve nörobilimde türkçeye çevrilmiş olan yeterli kaynak yoktur, bundan ötürü bu konular ile ilgilenenlere öncelikli tavsiyem ingilizcelerini geliştirmeleridir.

    konudan fazla sapmadan, zihin felsefesinin temelinde olan farklı perspektiflere ve bu perspektiflerin ne anlama geldiklerine bir bakalım.

    zihin-beden düalizmi descartes'ın önerisidir, lakin bu zaten özünde antik çağlardan beri dinlerde de var olan bir bakış açısıdır. düalizmden, evrende iki farklı töz olduğunu anlarız. bu bakış açısının doğruluğu veya yanlışlığı üzerinde kesin bir yargıya varamasak da sınırlayıcı olduğunu söylebiliriz, zira birden fazla töz var ise, bu "iki" ile limitlenmek zorunda değildir. düalizmin kabulü, plüralizmi de mümkün kılacaktır.

    antik filozof empedocles için plüralizm, bugün hepimizin bildiği "ateş, su, toprak, hava" klişesi idi. çağımızda bu yorumun elbette bilimde bir yeri yok, fakat çoğul tözlerin var olduğu fikri herkese prensipte imkansız gelmediğinden, yüzyıllar sonra, leibniz monadolojisi de temelde bu prensipten doğdu. lakin leibniz ve monadolojisinden evvel, descartes'a bakmak faydalı olacaktır.

    descartes, her ne kadar içinde yaşadığı dönem için devrim sayılabilecek bir işe kalkışmış olsa da fazla teolojik yorumlar yaptı, doğal olarak antroposantrik düşündü. madde ve zihin arasına katı bir çizgi çekti ve hayvanların bilinci olduğuna da inanmadı. (bkz: hayvanlarda bilinç/@highpriestess) çağımızda madde ve zihnin birbirinden bu kadar bağımsız olduğunu savunabilmek biraz zordur. nörokriminoloji hakkında asgari bir bilgi düzeyine sahip olmanız bile, maddeden bağımsız bir zihni reddetmeniz için yetecek de artacaktır.

    materyalizmden doğacak determinist nedenselliği baltalayabilmek için, düalistler bir orta yola ihtiyaç duydular. bu orta yol okazyonalizm oldu. okazyonalizmin temel hedefinde neden-sonuç ilişkilerini flulaştırmak vardı. işte, leibniz'in felsefesi de aslında okazyonalizmin temcit pilavi gibi ısıtılıp önümüze koyulmuş olan bir versiyonu olarak yorumlanabilir. leibniz, az önce söz ettiğimiz türde düalizmi de aşan, plüralist bir felsefe ortaya koymuştur. hatta töz çokçuluğunu da aşarak sonsuz tözden söz etmiştir.

    wittgenstein'ın çokçuluğu ise bunlardan oldukça farklıdır. wittgenstein konseptleri dil temelinde değerlendirmiştir, "wittgenstein'ın böceği" kendisini anlayabilmek için üzerinde durulması icap eden bir analojidir. dört kardeşinin üçü intihar etmiş olan wittgenstein'ın insanlarla geçinemeyen, komünikasyon problemi yaşayan bir karakter olması, onu ister istemez zihin felsefesi üzerinde kafa yormaya itmiştir. sahi, bu insanlar düşüncelerini nasıl paylaşıyorlardı ki? herkesin yalnızca kendisinin görebileceği bir kutunun olduğu varsayıldığında, kimse başka birinin kutusunun içini göremeyecekti. herkes kendi kutusunda gördüğü şeyi bir 'böcek' olarak tanımlayacaktı fakat herkesin böceği, yalnızca kendi deneyimimin bir ürünü olacaktı.

    wittgenstein'ın yorumunun doğru olduğuna şüphe yok, wittgenstein'ın böceği, zihin-makine entegrasyonuna giderken de önem arz edecek. çünkü zihnimizden geçen bir cümleyi konuşmadan paylaşabilmemizi sağlayan her teknoloji, o cümlenin zihnimizde yarattığı imgeyi ve duygulanımı da paylaşabilmemize olanak tanımayacak. ikincisi alıcı üzerinde yan etkiler bırakabilecek olan daha riskli ve daha kompleks bir teknoloji gerektirecek. neden daha riskli? çünkü herkes bir ptsd hastası ile birebir empati kurmak istemeyebilir.

    asıl probleme geri dönersek: söz konusu konseptlerimiz değil de evrendeki tözler ise, düalizmin kulağa günümüzde daha rasyonel gelen bir formu da mevcut: nitelik düalizmi.

    nitelik düalizmi der ki: "evet, zihin, fiziksel niteliklerden özünde farklı ancak bu yine de onun fiziksel niteliklere bağımlı gerçeğini değiştirmiyor."

    bunu matematiksel bir soyutlama ile açıklamak gerekirse:

    p,q ve alfabenin tüm diğer harfleri birer "materyal" olsun. yalnızca q, bilinci açığa çıkaracak niteliklere sahip olsun. alfabedeki tüm harflerden çok fazla kombinasyon veya permütasyon çıkarabilirsiniz. lakin q olmadığı sürece oluşacak olan her yeni yapı bilinçsiz olacaktır. velhasılıkelam bu argümana göre zihin farklı bir tözden oluşsa bile, öldüğünüzde yok olursunuz.

    bu yalnızca bir analoji, lakin neden önemli? yapay zeka için önemli. "yapay zekâ bilinç sahibi olur mu?" sorusuna cevap arıyorsanız eğer, "belirimcilik nedir ve ne değildir?" sorusu üzerinde düşünmelisiniz. (bkz: yapay zeka ile bilinç oluşturmanın imkansız olması/@highpriestess) bilincin bilinçliyi kolektif olarak oluşturan yapılar içindeki çeşitli etkileşimlerden doğan bir "üst" yapı olması fikri, materyalist yorum ile de barışık olarak "belirimci materyalizm" diyebileceğimiz bir perspektifi doğuruyor.

    şimdiye kadar yazdıklarım, belirimci materyalizm de dahil olmak üzere genel olarak monist olmayan perspektiflerdi.

    çoğulcu doktrinler gibi monizm de antik çağlara kadar uzanıyor. en basit örnek: neo platonculuk. neo platonculukta, tüm gerçeklik "bir"in prensiplerinden doğuyor. buradan yola çıkarak, günümüzdeki monizm ayrımlarını yüzeysel olarak yapmak gerekirse:

    - fizikalizmde "bir", materyal evren. bu yüzden fizikalizme materyalist monizm denebilir.

    - monist idealizme göre "bir", zihin. bilinç asıl gerçeklik. felsefi tekbenciliğe davetiye çıkarma olasılığını uzun uzun anlatmaya pek lüzum yok.

    - nötral monizm ise fiziksel niteliklerin ve ideaların temelde iki farklı şey olduğunun bütünüyle inkârı.

    * * *
    elbette tüm bu felsefi konseptler burada özetlendiklerinden çok daha derinler ve zihin-beden problemi için felsefe yapmak tek başına yeterli değil. konu ile ilgilenen herkes, nörobilim okumalıdır. başlangıç için ramachandran, damasio ve eagleman kitaplarına bir göz atılması elzemdir. filozoflardan ise searle, dennett okumak ufuk açıcı olacaktır. eskilerden bir monist olan spinoza'yı da her ne kadar takdir etsem de, bu konular üzerinde düşünürken mutluluğun bir "erdem" olup olmaması ile pek ilgilenmiyorum.
  • en genel anlamda, zihnin özünü, doğasını, varoluşunu, kapsamını ve içeriğini araştıran;
    zihnin dünyayla ilişkisinin nasıl kurulduğunu, zihnin kendi dışındaki nesnelerle ilişkiye nasıl geçtiğini temellendiren; "anımsama", "anlama", "acı çekme" gibi zihinle bir biçimde ilişkisi olan birtakım yaşantıları ya da zihin durumlarını inceleyen felsefe bölümüdür. zihin durumlarının ya da bilinç yaşantılarının birbirleriyle olan ilişkilerini olduğu denli, zihinler arasındaki ilişkileri ya da zihnin başka zihinler ile olan ilişkisini de çözümleyen; zihin ile beden arasındaki ilişkiyi kimileyin zihin-beden ayrımını olurlayarak, kimileyin de zihin-beden ayrımını olumsuzlayarak temellendiren; kişinin kendi zihnine ya da bir başkasının zihnine ilişkin bilgisinin sınırlarını ve koşullarını soruşturan; "iç dünya/dış dünya" ya da "zihin/zihindışı" gibi birtakım temel ayrımların dayanaklarım ve felsefı bakımdan geçerliliklerini sorgulayan; "amaçli eylem", "yönelmişlik", "özel deneyim" gibi doğrudan zihnin işleyişini belirlediği. düşünülen temel görüngülerin anlamlarını çözümleyen; zihin ile zihinsel etkinliğin insan varoluşundaki yerini bütün yönleriyle dizgeli bir biçimde ele alan felsefe dalı. zihin felsefesi deyişiyle dile getirilen araştırma alanı, genellikle ingilizce konuşulan ülkelerin çözümleyici felsefe geleneğinde belli bir sorun kümesine yoğunlaşmış araştırma alanını niteler. buna karşı alman felsefe geleneğinde aynı sorun kümesini ele alan araştırma alam için "felsefece ruhbilim" anlamına gelen philosophische psycologie deyişi kullanılmaktadır.. kimileyin bu adlandırma farklılığı, ingilizce'deki "zihin" anlamına gelen mind sözcüğünü öteki avrupa dillerinde tam karşılayan bir sözcüğün olmayışıyla açıklanmaktadır. bununla birlikte alanın adlandırılmasında baş gösteren bu deyiş farklılığının çok daha derin içerimleri bulunduğu, her iki deyişin de kendi yaklaşımlarından ileri gelen birtakım özel sayıltılarca belirlenmiş olduğu üstünden atlanamayacak bir gerçektir.

    zihin felsefesi özerk bir felsefe alanı olarak, insan davranışları ile zihinsel olayları çoğunluk deneysel bilimlerin yöntemlerini kullanarak açıklamaya çalişan ruhbilimden özellikle ayrı tutulmalidır. ruhbilim duyu organlarınca gözlemlenebildiği kadarıyla zihinsel olayları açıklamaya çalışırken, zihin felsefesi daha çok deneyde kendini açığa vurmayan konulan kavramsal çözümleme yoluyla temellendirme uğraşı içindedir. bu anlamda bir ruhbilimci algı sorunu bağlamında algı bozukluklarını, algı yanılmalarını, değişik algı türlerini anlamaya yönelik araştırma yaparken, zihin felsefecisi "algı nedir?", "algının kaynağı var mıdır, varsa nedir?", "algı nasıl olanaklıdır?" gibi soruların ışığı altında algının özünü kavramayı amaçlayan felsefi çözümlemelerle araştırmasını yürütür. bu nedenle zihin felsefecisi ruhbilimcinin yaptığı gibi gözle görülebilir durum ve olaylar üzerine "örnekolay çalışmaları" yapmakla yetinmez. ruhbilimcinin baştan sorgulamak- sızın benimsediği bütün kavramlar da dahil eldeki bütün verileri tek tek eleştirel bir gözle felsefe süzgecinden geçirir.

    zihin felsefesinin tarihine kabaca bakıldığında, çok uzun bir süre boyunca filozofların zihin felsefesinin en temel sorularına zihin ile beden ayrımı doğrultusunda temellendirilmiş "ikici" bir soruşturma çerçevesi içinde kalarak yanıt aradıkları görülmektedir. "zihinsel" olanın özce "fıziksel" olandan ayrı olduğunun evetlenmesi anlamına gelen bu ayrım, zihin bütün işleyişi ve içeriğiyle birlikte ancak zihin ile beden arasındaki nedensel ilişkilerin doyurucu bir biçimde çözümlenmesiyle kavranabileceği düşüncesi üstüne bina edilmiştir. bu anlamda zihin ile beden arasında yapılan bu ayrımın mimarı descartes 'ın zihin felsefesinin özerk bir dal olarak kurulmasında son derece önemli bir payı vardır.

    zihin felsefesinin descartes ile birlikte modem felsefe döneminde ortaya çıkan bir felsefe dali olması gerçeği göz önünde bulundurulacak olursa, zihin felsefesinin ana sorunlarının hemen tamamının daha önceleri metafizik, varlıkbilgisi, bilgikuramı gibi geleneksel felsefe dalları alanında soruşturuldukları söylenebilir. bunun yanında modern felsefeyle birlikte felsefenin sözdağarına geçmişte taşıdıklarının çok ötesinde bir önemle giren "ben", "zihin ile beden ikiliği", "bilinç" gibi bir- takım kavramlar üstüne yapılan tartışmalar zihin felsefesinin gelişiminde son derece etkili olmuşlardır. günümüzde "zihinsel" nitelemesiyle tanımlanan acı, kaygı, neşe gibi duygular, sevgi ile nefret gibi duygusal yaşantılar, duyu organlarımız yoluyla edindiğimiz bütün algılar, en soyutundan bütün düşünceler zihin felsefesinin temel araştırma konuları olarak görülmektedir. descartes 'a göre, bu uzun listede yer alan bütün bu konuların "zihinsel" niteleciyle tanımlanabilmelerini olanaktı kılan ortak özellik, hepsinin de birinci tekil kişinin yaşantısına verili ya da sunulu olmalarıdır. buna göre, bir düşünenden, bir duyandan, bir algılayandan bağımsız ne bir düşünce, ne bir duygu, ne de bir algı. olanaklıdır. ne var ki descartes 'a göre bu temel betimleme kişinin bilincinin dışındaki kendilikler bir ağaç, bir kaya ya da bir masa için geçerli değildir. dış dünyada varolan varlıklar ile bu varlikların deneyime ya da yaşantıya sunulmuş biçimleri arasında özce temel bir ayrılık söz konusudur. descartes 'ın bu yolla "içsel" ile "dışsal" arasında yaptığı ayrım, "zihinsel" adıyla anılan bir felsefe kategorisinin doğmasına yol açtığı gibi zihin felsefesinin ilk temellerini de atmıştır.

    özünde descartesçi temeller üstüne bina edilmiş bulunan zihin felsefesinin ana sorunlarından birini olusturan zihnin doğası, yine descartesçı felsefe terimcesinin bir başka önemli terimi zihin-beden ikiliğine geri götürülebilir. zihin-beden sorunu sorun olmaktalığını büyük ölçüde descartes'ın iç ile dış arasında kurduğu metafızik ikiliğe borçludur. zihin ile bedenin özünde birbirinden iki ayrı töz olduğunu ileri süren bu ikilikçi yaklaşım, aradan geçen üç yüz yılla birlikte kendisine pek bir yandaş bulamamış ve felsefı değerinden çok şey yitirmiştir. nitekim malebranche ile berkeley tarafından savunulan "öznel idealizm" anlayışında maddenin varlığının toptan reddediliyor olması, ikiliğin bir yanını oluşturan bedenin de temellendirilemez olduğu anlamına geliyordu. xx. yüzyılda ağırlıklarını iyiden iyiye duyumsatan "dilci", "görüngübilimsel", "post-yapısalcı" düşüncelerin etkisiyle pek çok kavramsal ayrım gibi zihin ile beden arasında yapılan geleneksel ayrım da geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir. söz konusu ayrımın savunulur bir yanı olmaması bir yana, gerek kavrayışımızın işleyişini gerekse de yaşam akışımızı bozan son derece büyük yanlışlara olanak tanıdığının felsetecilerce olurlanması, zihin felsefesinin yerleşik soruşturma çerçevesinin hepten başkalaşması gibi çok önemli bir sonuç doğurmuştur.

    kaynak: felsefe sözlüğü (a.baki güçlü; erkan uzun; serkan uzun; ü.hüsrev)
  • bu alandaki en muhim insanlardan biri olan jerry fodor icin zihin felsefesindeki en buyuk gizemler sunlardir:

    1) fiziksel herhangi bir sey nasil bilincli durumlara sahip olabilir?
    2) fiziksel herhangi bir sey nasil semantik ozelliklere sahip olabilir?
    3) fiziksel herhangi bir sey nasil rasyonel olabilir?
  • i.
    geçen gün kahvede otururken felsefecilerin zihin felsefesinin psikolojiden farklı olduğunu iddia ettiğini öğrendim. diyorlar ki, “görebildiğimiz kadarıyla zihnin birbirinden ayrıştırılabilir yetileri ve işlevleri var ve psikoloji bunların ne olduğuna,” ve her ne demekse artık, “bunların doğasına bakmaz.” bu işlevlerin olanaklılığının koşullarını da aramazmış. muhtemelen de arayan felsefecileri de artizlik yapıyor olmakla suçlarmış. bu meseleler zihin felsefesinin domeyniymiş falan.

    peki o yapıyor oldukları şeyi nasıl yapıyorlarmış? ilk önce, bilgi nesnesi neymiş, onu bir adını koyalımmış: zihnin yeti ve işlevleri diyorlar. elçiye şey olmaz, ben duyduğumu yazayım da. bunların doğasını bilecek olan ne? yine zihin. zihin nasıl bilecek? yeti ve işlevlerini kullanarak. işte bunlardan bazıları diyor ki zihin felsefesinin en temel problemi buymuş: bilmeye çalıştığın şeyi bilme sürecinde kullanıyor olmak. yahu nasıl olur diyorum, ışığın doğasını bilmeye çalışırken lambayı açmayayım mı yani? efendim neymiş, fark da “tam” buradaymış. zihin kendini bilirken, bilme yetilerini, başka bir nesneyi bilirmiş gibi, basitçe bilmek için birer araç olarak kullanamazmış. zihin kendine dışarıdan bakamazmış. bilme yetilerinin işlevi zaten bilme etkinliğinin kendisiymiş. e tamam, algı da, dolayısıyla görme de bir zihin işlevi değil mi? görmenin doğasını görmeden mi inceleyecektim? aslında öyle bir şeymiş, çünkü zaten gördüğüm şey görme değilmiş. görmeyi görmekle incelemek görmeyi görmek demekmiş, bunu da yapamazmışım. pek de bir şey anlamadım bundan. sonuç olarak, gördüğümü ve görmeyi görmezmişim lakin ki bilirmişim. ama kendileri de kabul ediyor ki bu bir kaçış değil. iş genel olarak bilmeye gelince çuvallıyorlar. bilmeyi nasıl bileceğiz? işte böylece zihin felsefesinin temel probleminden epistemolojinin (bilgi felsefesinin) temel problemine geçmiş oluyoruz. bilmenin ne demek olduğunu bilmeden bilmeyi nasıl bilebiliriz? kendini bilen bir bilme nasıl mümkün? bildiğini bilen bir zihin ne anlama geliyor? kısacası bilmeyi bilmeden önce zihni bilmeliymişiz görüşü saçmalıkmış. zihin felsefesinin işi bilmenin ölçütünü aramak değil nasıl düşündüğümüzü açıklamaya çalışmakmış. abi tamam ilginç falan da bunlar laf oyunları diyorum ben de. yani ne işime yarayacak bu sen bana onu bir söyle...

    ha bir de sonradan söyledi ipneler, bunları diyenler zaten azınlıkmış. diğerleri efendi gibi bırakmış işi bilim adamlarına, nöronlardan gelecek yanıtı bekliyorlarmış.
  • "descartes'ın bahsettiği ruh ve beden birliği açık ve seçik bir düşünce değil. hatta bu birliğin tecrübede bize gösterildiğini dahi söyleyemeyiz. çünkü tecrübe bize katiyen ruhun ve bedenin hallerinden başka bir şey göstermez. eğer ruh ve beden arasında gerçek bir etkileşim yoksa, ama eğer öbür yandan ruhun ve bedenin halleri birbirlerine kesinkes denk düşüyorlarsa, bu denkliği nasıl açıklamalı? tüm gerçek etkinliğin bir nedensellik belirttiğine ve tüm nedenselliğin tanrıda bulunduğuna dikkat çekmek yeterli olacaktır. eğer tanrının yaratma etkinliği itibarıyla ruhun ve bedenin varlıklarının farkına varıyorsak, eğer descartes ile birlikte varlıkların istikrarını bu sefer aynı ancak sürekli, yenilenmiş yaratıcı eylem sayesinde açıklıyorsak, aynı türden bir eylem ile uzamda yaratılan hareketlerin ve ruhta yaratılan duyguların farkına varmalıyız. başka bir deyişle malebranche için nedensellik yaratım anlamına gelir. bundan ötürü bütün nedensellik tanrıda bulunur. "hiçbir şey düz bir zemindeki bir küreden daha hareketli değil; ancak hayal edilebilecek kuvvetlerin hiçbiri, eğer tanrı müdahale etmezse, küreyi sarsamaz."

    ruh teorileri & insan ruhu ve kişiliği
    henri bergson
  • birazdan okuyacaklarınızdan sıkılabilirsiniz zira biraz ileri seviye olacak. ama olabildiğince açık ve anlaşılır yazmaya çalışacağım. ingilizce terimlerin üstesinden bakınızlarla ya da direkt kendi açıklamalarımla geleceğim. kendi özgün fikirlerimden akademinin katı yordamlarından uzaklaşmış bir şekilde bahsedeceğim. gelişine voleyi vuracağım.

    her şeye başlamam gereken yerin zihin olduğunu bir istatistik ikinci sınıf öğrencisiyken keşfettiğimde husserl'in benden yüz sene önce aynı keşfi yapmış olduğunu bilmiyordum. zihni ele almak aslolmak zorunda. çünkü bir dürbünün var bir yerlere baktığın, onun nasıl çalıştığını, görüntüyü nasıl değiştirdiğini, sana sunduğu üzerinde ne gibi etkileri olduğunu bilmezsen, ne gördüğüne dair bir şey de söyleyemezsin. varlığının başından beri seninle olan sana bitişik, seninle tümleşik olan bir dürbünün çalışma prensibini bulmaya çalışmak imkansız görünebilir. dahası konu zihin olduğunda bu dürbün örneğiyle birebir analog olmadığından ve sadece çalışma prensibini bulmaya çalıştığın şeyin sana imkan verdiği ölçüde söylüyor/söyleyebiliyor olduğun gerçeği ile daha zor olduğu düşünülebilir. husserl'in yaptığı temelde buydu. sistemi "şeyler zihne nasıl sunuluyor? , bilinç şeyler hakkında nasıl operasyonlarda bulunuyor?" gibi soruların cevaplanması için incelenmesi gereken şey olan zihni birincil elden iş üzerindeyken incelemek üzerine kuruluydu. zihni iş üzerinden incelerken zihnin üzerinde olduğu işe bir katman daha ekliyor olunduğu gerçeği ortada dursa da yapılacak en uygun şey hala bu gibi gözüküyordu edmund bey'e. subjektif deneyim, en son safhası kalite üzerine yani nitelik üzerine kurulu deneyim, ve bütün bu subjektif deneyimin bilince nasıl sunulduğu ve bunların bilinçte o spesifik şekilde oluşmasını sağlayan, teknik terim olarak constitute eden yani oluşmasına parça parça katkıda bulunan şeylerin bulunması çabası esas olmalıydı.

    neden? çünkü şundan? burada dikkatli olun.

    zihin bize birçok şey söyleyebilir. tanrı var olmalı diyebilir. bir uçurumun kenarında hayrete düşebilir, "bağzı kadınlar ne kadar çekici yahu" ya da "jamiryo çok acayip aga" dedirtebilir. aynı zihin bana sistemler kurdurabilir, matematikler, bilimler, formal mantıklar sündürtebilir. bunların içinde bana kesinlikler sunabilir, içini çelişkilerle doldurabilir, yeni yollar sunup, eskileri bağlayabilir, dünyanın sırrına erdiğimi sandırıp, dünyanın en akıllı çalışan kafalarına birçok şeyi çözdüklerini söyledikleri kitaplar yazdırabilir. "ben" dedirtebilir, "bu evrendeki minik ufak bir toz parçasıyım." hume'a, "bir insan hayatının değeri, evrenin ihtişamı göz önüne alındığında bir istiridyenin hayatının değeri kadardır." dedirttiği gibi mesela. "ben, sadece bu evrenin gereksiz bir parçasıyım, bir kaya neyse, temelde ondan bir farkım yok." da dedirtebilir. husserl'in yazdığı dönem için en çok da bunu dedirtiyordu eğitimli akademik çevrede, hala da öyle olduğu gibi, "ben varım ve dışarısı var, ben ve objektif gerçeklik. materyal bir çeşitlilikten oluşan dünya."

    bu fikre en çocukça ama randımanlı ve mantıklı olarak ölüm üzerinden ulaşırız. annem öldü, babam öldü, arkadaşlarım öldü, ben hala burdayım. gerçeklik onların varlığına bağlı değil, onlar şu an sadece bir yığın etten ibaret. bu doğrudur ve ilk anda bağımsız bir gerçeklik için çok güçlü bir kanıt* gibi görünebilir. ama zaten burada farkına varılması gereken şey, olayın bağımsız bir gerçeklik vardır önermesini değillemek değil, elimizde olan şey ile ne "bağımsız bir gerçeklik vardır." ne de "bağımsız bir gerçeklik yoktur." önermelerinin ileri sürülemeyecek olduğunu görmektir. içinden konuştuğumuz şeyin bize verdiği düşüncelere ve söylettiklerine husserl "doğal tavır" der. ne söylersen söyle bunun içinde olacaksın, analitik felsefe terimleri ile konuşacak olursak teori-yüklü olacaksın. ne söylersen söyle zihninin içindekilere bağlı olacak kısaca. "dünya benden bağımsızdır ve bu çok bariz görünmektedir." dediğinde gene aynı yerden konuşmuş olacaksın. zihninin çalışma prensibi ne olursa olsun sana ne söyletirse söyletsin dışarıdan bağımsız bir şekilde yaklaşıp, "hah ulan doğruymuş" diyemeyeceksin.

    (bkz: gödel's incompleteness)
    (bkz: correspondance theory of truth)

    bu formal mantık ve dolayısı ile matematik için dahi geçerli olacak, popper'ın söylediği gibi söylediğin şey gerçeklikle ne kadar örtüşüyor asla bilemeyeceksin. işin en tuhafı ise, senin dünyan, yani insanın dünyası, sadece duyu organların ve algının sana sağlayabildiği bir gerçeklik olacak.

    bütün bu manyaklıklardan kurtulmanın tek yolu, bir şekilde o en dıştaki katmanı etkisiz eleman haline getirerek, kısacası içe-bakış* yaparken o içe-bakış katmanının içe bakarken içe ve dışa verdiği etkilerin önemsiz olduğunu varsaymak. * bu cümlenin kafamda yarattığı görsel etki gödel'in noksanlık teoremini düşünürken kafamda oluşan şeyle neredeyse birebir aynı. bunu bir matematiksel sistem için de yapabilirsiniz. sisteme son baktığınız teorem***, yani "bütün bu önceki teoremler doğrudur aha işte bakın hem tutarlı hem complete'tir." diyen ve bunu derken olayı default olarak incomplete yapmayan bir teorem olabilir, çünkü bu son teorem, yani son içe-bakış diğer katmanlara* oranla daha pasif*, yani sistemi açıklarken ve sağlamasını yaparken sisteme etkisi olmayan bir son katman olabilir. bu matematiksel olarak imkansız görünüyor, biliyorum. ama yukarıda anlattıklarımı hesaba katarak ilerlediğimizde, zihnin bize verdiği ve bilincimizde bir şekilde oluşan* subjektif algılar yani husserl'in "natural attitude"u, belki anlık, belki sistematik uzun süren bir çabanın ardından değiştiği zaman, ki illa ki değişecek, insan algısı her zaman değişir, ** bu son pasif katman mümkün olacak ve zihnin mekanizmaları hakkında son sözü yaklaşık olarak olsa dahi söyleyebilir hale gelinecek.

    bu mümkün değilse bile, zihin üzerine yapılan çalışmalarda bu aklın bir kenarında tutulmalı ve bu şekilde hareket edilmeli. zira biyoloji ve sinirbilim'in zihin hakkında söyleyeceği şeyler o kadar fazla ki, en az bu zihni yorumlamaya çalışma çabası kadar önemli. "lan bu bizim doğal tavrımızın ürünü biz buna güvenmeyelim." diyecek kadar kıta felsefesinin çılgınlık şuruplarını başımıza dikmedik. zira marleu-ponty de dikmemişti. bir kısmını husserl'den aldığı canlı beden kavramının üzerinde çok durdu. heidegger bedene dair hiçbir şey söylemeden insana dair çarpıcı çözümlemelerde bulunmuşken, marleu ponty "yoo, dostum**, yoo." diye böldü ve "bizi, çevremizi bedenimiz, ve bedenimizle birlikte varolma şeklimiz bilincimize sunar." dedi. ponty'nin terminolojisi ile konuşursak immediate perception* bize bedenimiz vasıtası ile verilir ve her beden kendine özgü bir şekilde bu aracısız algıyı tattığından işler biraz karışır. her zihin farklı mı çalışıyor?

    bu kısacası sıçtığımızın resmidir.

    en azından ben ilk gördüğümde böyle düşünmüştüm. ama daha sonra işlerin rengi biraz daha değişiyor, "yahu bu zihnin doğası nedir, bu explanatory gap** nasıl çözülür?" gibi sikko soruları sormak yerine nedir bu zihnin mekanizması, bize bunun böyle sunulmasının * sebebi nedir acaba, bu sunuşun bizde uyandırdığı, istekler, duygular, tuhaflıklar, travmalar bunların biyolojik temelleri ve işin mental tarafı olan pattern recognition, computation vb. gibi bilinç ögelerinin oluşum şekillerinin hem içe-bakışla hem bilimsel bir şekilde incelenmesi o pasif son katmanı eklemek için daha önemli görünüyor.

    ancak zihnin mekanizmalarını açıklayan bu son katman sayesinde zihnin bize nerelerde bozuk, nerelerde doğru, ya da daha az pozitif ya da negatif çağrışımlı kelimelerle anlatacak olursam, neyi nasıl aktardığını anlamaya başlayıp, evren hakkında söylediklerimizin nerede ne kadar doğru olduğunu görmeye doğru bir adım atabiliriz. bana kalırsa bu son katman için çalışırken akılda tutulması en önemli şey ise hem analitik hem kıta felsefesinde hala yerini koruyan, özellikle heidegger'le birlikte biraz üstesinden gelindiği sanılan ama pek de öyle olmayan zihin-beden ikiliğinden kurtulmak gerekliliği. taraf ne olursa olsun bu ikilikten mecburi gibi görünen bir indirgeme ile kurtulunuyor ama bu mecburi değil. zihnin mekanizmalarını açıklamaya çalışırken sadece bu ikiliği, bu ikiliğin verdiği perspektifi, ve bu zihnin, ya da en azından diğer zihinlerin, (bkz: other minds problem) çok da yabani şeylermiş gibi görmenin verdiği perspektifi dışarıda bırakmak gerekiyor. çünkü en başında, diğer zihinler için senin zihnin ne ise senin zihnin de diğer zihinler için o. yani temel biyoloji bilgileriyle bir analoji kurarsak, canlılığın gelişmesinin en temel sebeplerinden bir tanesi hücre zarının oluşmasıdır. çünkü homeostasis denen, dalgalı bir dış etmenler havuzunda iç dengesini kurabilmesine fırsat vermiştir hücrenin. bu anlamda hücrenin homeostasis'ini, intrinsic* dinamiklerin çevre koşullarının etkilerini kompanse etmesi sağlıyor gibi görünüyor ve bu bugünün zihin algısı için de oldukça geçerli. çevresel etmenler geliyor, zihnin içkin dinamikleri ve süreçleri bunları alıyor bir şekilde bilince sunuyor. tyler burge bu sunuşu anti-individualist bir şekilde olduğunu söylerken aslında epey bir fenomenolojiye yakınsıyor. anti individualism temelde şunu söylüyor; bilinçteki intentional* her durum aslında intentional olmayan ve represente etmekle de alakası olmayan bazı mental durumlar tarafından constitute edilir. edilmek zorundadır.

    ama burada hala bir intrinsic, bir dıştakine yönelik olma, bir iç-dış, bir sen-ben, bir represente eden, represente edilen ayrımı mevcuttur. halbuki kendinin, bedeninin ve dolayısı ile zihninin de diğer her şeyin çevresinin bir parçası olduğunu idrak ettiğinde, bu iç-dış, yönelen, yönelinen* ayrımlarının bir şey ifade etmesi gerektiği fikrinin altının pek de dolu olmadığını görebiliyorsun. bu anlamda epistemolojik olarak, ne subjektif içe-bakış bilimden daha önemlidir, ne de bilimsel metodla objektif olma çabası subjektif içe-bakış'tan daha doğruyu anlatan bir yerdedir. kısacası st.augustine "ya bak ben duvar kırmızı dersem bu sorunludur ama duvarı ben kırmızı görüyorum dediğimde bunun doğruluğundan emin olabilirim." dediğinde ya da descartes düşünen şeyi uzamlı şeyden daha direkt ve bariz bilebileceğimizi söylediğinde boş konuşuyordu. ki zira bu ayrımı vurgulayarak ilerleyen herkes biraz boş konuştu.

    bitirirken, bu anlamda, sistemin içkin dinamikleri aslında çevrenin kendisi olduğundan ve iç-dış, subjektif-objektif, göt-meme ayrımları yalnızca kafamızda olduğundan,

    "şu marka kırmızı şarap'ın çok buruk bir tadı var." önermesinin,
    "şu marka kırmızı şarap'ın tadı bana çok buruk geliyor." önermesinden epistemolojik olarak hiçbir farkı yoktur.

    zihni anlamaya çalışırken bu radikal farklı perspektif ile hareket etmemiz gerekir.
hesabın var mı? giriş yap