• marlowe'a göre, faustus da ikarus gibidir.

    "hinlik ve kendini beğenmişlikle şişinceye dek,
    mumlu kanatları erişebileceğinin ötesine uzandı,
    ve eridi, gökler onu alaşağı etti!"

    *
    *

    ayrıca (bkz: #102806429)
  • doktor faustus gibi kedi murr'un dünya görüşü de bir müzisyen kitabı.

    doktor faustus, thomas mann, 1947.
    benim alıntılarım can yayınları'ndan, zehra kurttekin çevirisinden.

    "romanın çok geniş alana yayılan olağanüstü bir etkisi vardır. kierkegaard'ın ya/ya da'sı romanın kutuplu yapısını uyarlarken bulgakov aynı tekniği usta ile margarita'da çeşitlendirir. bir o kadar biçimci olan thomas mann kariyerinin zirvesinde kendi magnum opus'u dr. faustus'u yazmaya karar verdiğinde kedi murr'a döner." jeremy adler (kedi murr'un dünya görüşü önsözünde)

    [düzen, her şeydir. roma'nın on üçü ne der? 'tanrı'dan gelen düzenlidir.'] thomas mann - doktor faustus

    "ilişki her şeydir. daha doğru bir ad vereceksen bunun adı 'çift anlamlılıktır', müphemliktir."

    "fakat kanımca, teoloji asla modern olamaz."

    "kuş beyinli, kötü tohum, ağlamış suratlı, aksi ruh seni! tanrı aşkına, biraz yemek yiyip şarkı söylememize dayanamadı. katıksız kötülük! o yalancı, hileli ateş oklarıyla bize bir şey yapamaz. defol!"

    "bu vesileyle, cazip olabilecek şeylerin bile zeka içerdiklerinde popülerliklerini yitirdikleri örneklenmiş oluyordu."

    "buna rağmen, nedense ta içimden bir ses uyarmakta beni? 'o homo fuge!' bu soruyu açıklıkla yanıtlayamıyorum."

    "beethoven'ın füg sanatında mozart'ın ortaya koyduğu teknik sağlamlık, maharet ve kolaylığa erişemediği bir gerçek... ama tam da bu nedenle onun çoksesliliğinde, müzikal yönden kapsayıcı zenginleştirici bir tinsellik var."

    "bir keresinde bana, bir kompozitörün orkestra etkisinden gına getirdiği için çalgılama çalışmaktan kaçınmasının, bir diş hekiminin son zamanlarda ölü dişlerin eklem romatizmasına yol açtığının keşfedilmesi üzerine kanal tedavisi için uğraşmayıp diş çeken eski zaman berberlerine öykünmesi gibi bir şey olduğunu söylemişti."

    "birinin selametini feda ettiği, diğerinin ise selamete kavuştuğu o kucaklaşmayı hiçbir zaman dinsel bir ürperti hissetmeksizin aklıma getiremedim."

    "bu ses şifresi, h e a e e s* aslında hetaera esmeralda demekti."
    [*natürel si, mi, la, mi, mi bemol notalarının latince simgelerle yazılışı]

    "***
    üç yıldız işareti, okurun gözleri ve duyguları açısından dinlendirici olabilir; yeni bir başlangıcı belirtmenin yolu her zaman bir romen rakamı olmak zorunda değil."

    "bir öğretmen, aslında öğrencisinin kişiliğe bürünmüş vicdanıdır; onun kuşkularını pekiştirir, hoşnutsuz olduğu noktaları dile getirir, düzeltme arzusunu kamçılar."

    "ama itiraf etmeli ki, doğal olarak kötü bir şeyin, cinselliğin, hıristiyan nikahıyla evcilleştirilmesi oldukça akıllı bir çözüm."

    "bence aşkı, tensellik töhmetinden kurtarmanın en iyi yolu, tam tersinden gidip tensellikte gizli aşk öğesini kanıtlamaktır."

    ["gün gelir de verimsizlik, özgürlüğün bir neticesi olarak addedilirse eğer, bu trajik bir şey olur," dedim.]

    "kendi hazırladığın, kendi koyduğun bir düzene uyma yükümlülüğü de bir tür özgürlüktür."

    "öyle insanlar vardır ki, onlarla yaşamak kolay değildir ama onları terk etmek de mümkün değildir."

    "ayrıca, pardon, patavatsızlık etmek istemem ama sağlık dediğin nedir ki?"

    "o heyecanlı, ukala ihtiyar teolog bey, daha başka pek çok güzel adlar öğretmişti; mesela, carcer*, exitium*, confutatio*, pernicies*, condemnatio*, vesaire."

    [bismarck, "bir alman'ın gerçek seviyesinin ortaya çıkması için yarım şişe şampanya yeterlidir," gibi bir söz söylememiş miydi?]

    "sen, sevgili dostum, sende eksik olanın ne olduğunu gayet iyi biliyordun. yolculuğunu yapıp salva venia sevgili fransızlarını kapmakla doğru olanı yaptın."

    "sonunu düşünmeye başlayacağın anın bile ne zaman geleceği belirsiz ve keyfi olunca, belirlenmiş sonun geleceği an da şaka eder gibi sisler arasında kalır."

    "bunun sadece senin başına geldiğini mi sanıyorsun? biliyorum, kendini ayrı tutmayı pek sever, her türlü kıyaslamaya bozulursun."

    "ben senin kafandaki pial ocağın bir ürünü değilim, o ocak sana benim farkıma varabilme yetisi sağlıyor."

    "(...) o zaman göreceksin ne olduğunu, neyin bedelini ödediğini, ruhunu ve bedenini boze neden bıraktığını. işte o zaman, eczacı yardımıyla ekilmiş ozmotik basıncı kullanan bitkiler sine pudore fışkıracak..."

    "seni müstehzi yalancı! si diabolus non esset mendax et homicida! söylediklerine kulak vermemi istiyorsan, kutsal yüceliklerden, yeşeren altınlardan filan söz etme bari!"

    "ya lekesiz yücelikler? hani şu sözünü ettiğin! böyle bir şeye inanıyor musun? bir deha ki cehennem'le işi olmasın? non datur! sanatçı dediğin, canilerin ve delilerin kardeşidir. (...) hastalıklı yanı olmaksızın hayat hiçbir zaman bir yere varamaz. hakiki nedir, sahte nedir? biz memleketin dolandırıcısı mıyız? hiç yoktan burnumuzdan iyi bir şeyler mi çıkarıyoruz. (...) biz sadece olan şeyin bağlarını çözüyoruz, onu serbest bırakıyoruz. biz ataleti ve ürkekliği, çekingenliği, tereddütleri ve kararsızlıkları yok ediyoruz, 'onların şeytan görsün yüzünü,' diyoruz. (...) sanırım insan şeytan'ı yıkıcı bir eleştiri olarak algılıyor. iftira bu - bir kere daha dostum! nefret ettiği bir şey varsa o da yıkıcı eleştiri. onun arzuladığı ve bağışladığı; kendini başarıyla aşmak, parıltılı bir ser azatlık, sorumsuzluk."

    "sanat, eleştiriye dönüşüyor - çok onurlu bir şey; bunu kim inkar eder? ama bu katı itaat koşullarında sanat yapmak için çok daha fazla itaatsizlik, bağımsızlık, cesaret gerek. bu da beraberinde yaratıcılıktan kopma tehlikesini getirmez mi?"

    "kelimelere dökülemez olması, dilden saklı kalması, öylece var olması ama gazetelere yansımaması, yayımlanamaması, hiçbir sözle eleştirel bir biçimde algılanamaması, 'cehennem'in gizli zevki ve güvencesidir; 'yer altı', 'zindan', 'kalın duvarların arkası', 'sessizlik', 'unutulmuşluk', 'kurtuluşu olmayan' gibi sözler ise çok zayıf semboller olarak kalır."

    "bunlar hepsi boş laf; sonun başlangıcı; tanrı'yı cennete hapsedip sürekli cennetteki tanrı üzerine şarkı söyleyen mezmur şairlerinin yozlaşmış tanrı tasavvurlarının başlangıcı; oysa pentateukhos, cenneti tanrı'nın mekanı olarak tanımaz. (...) bu, meselenin sadece bir aşaması; ama bilge süleyman'ın söylemlerinden itibaren, iddiaya göre, ortaçağ'ın en büyük hahamı, aslında bir aristoteles benzeri olan ibn meymun, kurbanı, tanrı'nın halkın pagan güdülerine verdiği bir taviz olarak açıklamaya kadar vardırır işi. ha, ha!"

    "okurum, benim bu tür sıçramalarıma artık alışmış olup yazarlara özgü bir hızını alamazlık, bir dizginlenemezlik ve kafa karışıklığı durumuna yormayacaktır."

    "güvenilir kişi olma rolü, hem hoşa gider hem de acı verir; zira oyuna hep, dikkate alınmamak önkoşuluyla katılırsınız."

    "ines, kendisine talip olan institoris hayatına girmemiş olsa, asla schwerdtfeger'e aşık olmazdı; bundan emindim ve bu böyle kaldı."

    "toplumun kocayı kör olan tek kişi olarak gördüğü, onun ise kendinden başka kimsenin durumu bilmediği sanısına kapılması, pek de nadir rastlanan bir durum değildir."

    "bilirim ki tanrı, bir suçun cezasını, suçun kendisiyle birlikte verir; onun içinde öylesine ıslatır, yumuşatır ki, biri, diğerinden ayırt edilemez hale gelir, mutluluk ile cezası aynı şey olur. siz de epey acı çekiyor olmalısınız."

    "acıma duygum, mahremiyete gösterdiğim özen, insana duyduğum saygı bunları doğrudan aktarmama engel oluşturuyor; ayrıca, okurun sıkılacağını düşünmenin verdiği küçük burjuva mahcubiyetimin de bunda payı olabilir."

    "maitre, gösterdiğiniz bu repugnance'ın ne denli almanlara özgü olduğunu bilemezsiniz; izninizle, en psychologue konuşmak gerekirse, tipik bir biçimde kibir ile aşağılık duygularının karışımı."

    "france*, nasyonalist bir nom de guerre. bir alman yazar, kendine kolay kolay 'almanya' adını veremez. böyle bir ad ancak bir savaş gemisine verilir. - peki, böyle bir yahudi ismi olur muydu? - oh, la, la!"

    "almanlar, almanlık adına konuşmayı yahudilere bırakmalı."

    "gitti - dışarıdan bakınca ıslanmış bir köpek gibi görünüyordu, ama içinden mutlu denecek kadar keyifliydi."

    "edebiyat fakültesi'nde derslere devam ettiğim sırada, bir şeylere sınır koymanın, onların aşılacağı anlamına geldiğini öğrenmiştim,"

    "leverkühn'ün vahiy oratoryosu hakkında bir fikir vermeye çalışırken, en kutsalın en iğrençle özdeş olduğuna, melekler korosu ile cehennem kahkahalarının içten içe aynı şey olduğuna değinmiştim."

    "ama artık daha fazla gizleyemeyeceğim; ben ta yirmi yaşımdan beri iblis'le nikahlıyım; ne olacağını bilerek, isteyrek, taammüden, cüretle, kibirle ve küstahlıkla; çünkü bu dünyada şöhret kazanmak istiyordum; onunla bir sözleşme, bir ittifak yaptım. yani yirmi dört yıldır ne yaptımsa, insanların haklı olarak kuşkuyla baktığı her şeyi, onun yardımıyla meydana getirdim. hepsi şeytan işi, zehrin meleği tarafından dökülmüştür."

    "düşündüm ki, hayatta kim kazanmak isterse, bunun bedelini ödemeli. günümüzde büyük girişimlere, büyük işlere kalkışanlar, şeytan'a saygı göstermek zorunda; zira ondan başka kimsenin yardımı dokunmaz."

    "onun için, küstahlığımı şekere bulayıp yutturmak için halle akademisi'nde teoloji okudum; fakat tanrı hatırına değil, öteki uğruna; o bakımdan teoloji tahsilim gizliden gizliye bu ittifakın bir başlangıcıydı; tanrı'ya değil ona, büyük religiosus'a yönelişimi gözlerden gizliyordu."

    "evet, benim güzide ve sevgili biraderlerim, hemşirelerim, ben kendimi tecrit ettim ve nigromantia*, carmina, incantatio*, veneficum ve daha hangi kelimelerle, hangi isimlerle adlandırılırsa, varlığımı, ümidimi ona bağladım."

    "belki tanrı da görür zor olanı denediğimi ve kendim için işi zorlaştırdığımı; belki, belki de bu kadar gayret edip her şeyi sonuna kadar titizlikle tamamlamış olmam lehime sayılır - bunu söylememeliyim; böyle bir ümide kapılmaya cesaretim de yok." thomas mann - doktor faustus

    (bkz: dr. faustus/@ay hatun)
  • etkileyici bir kitap fakat zaman zaman sıkılmadım desem yalan olur.

    --- spoiler ---

    serenus zeitblom, çok sevdiği, saygı duyduğu çocukluk arkadaşı adrian leverkühn'ün hayatını, adrian öldükten sonra, bunu yapmasını kendine borç bilerek kağıda geçirmeye karar veriyor. kahramanımızın hayatını çocukluğundan başlayarak öldüğü zamana dek etraflıca anlatıyor. adrian, yetenekli bir müzisyen ve başarılı, zeki bir öğrenci. fakat bir kusuru var: kibir. başlarda müzisyen olmayı düşünmüyor. üniversiteye teoloji okumak için gidiyor fakat bırakıyor. küçüklüğünden beri müzik eğitimi veren öğretmeninin teşvikleriyle müzisyenlikte karar kılıyor ve hayatını bunun üzerine kuruyor. 21 yaşındayken şeytanla ilk karşılaşmasını yapıyor. şeytanın şartı müziğini yapması. " beethoven'a, bach'a wagner'a bak. onlarda benim esintileri mi hissetmez misin? evimden gelen ağlayış ve diş gıcırtılarını işitmez misin ?" sunduğu vaatlar başarı ve 24 yıl. kibirli kahramanımızın kararını tahmin etmek pek zor olmasa gerek. karşılaşmadan sonra adri, gerçekten şeytan'ın vaat ettiği başarıya, üne, şöhrete kavuşuyor. fakat nepomuk'unu kaybediyor, sevmeyi kaybediyor, aşkını kaybediyor.. ayrıca kitap sadece adrian'ın biyografisini anlatmıyor. yazar 1943-44'lü yıllarda notlarını yazarken her geçen gün batağa sürüklenen almanya'sını da anlatıyor, 1933'ten sonra girdikleri gözü dönmüşlük halini anlatıyor, pişmanlıklarını, suçlarını anlatıyor. bir nevi günah çıkartıyor. "bazen tanrı'ya şükrediyorum ki adri'm iyi ki öldü. öldü de bugünlerimizi görmedi..."
    --- spoiler ---
  • faust mitini üç kademede ele alıyorum.

    ilki klasik. marlowe'dan okuyabiliriz. yazarın kaygısı yalnızca mevcutla hareket edip ortaya iyi bir oyun koymak.
    ikincisi romantik. goethe'den okuyabiliriz. yazarın kaygısı mümkünden yola çıkıp efsane olmak.
    üçüncüsü rasyonel. mann'dan okuyabiliriz. yazarın kaygısı efsaneye ruhunu üflemek.

    ilkinde her şey ortada. anlamak için güç sarf etmek gereksiz.
    ikincisinde anlamak için epeyce bilgiye, bu bilgiyi süzecek kadar yaşamış olmaya ve güçlü bir iradeye ihtiyaç var.
    üçüncüsünde... kelimeler kifayetsiz. akıl almaz bir mimari var. her ne kadar kitleler goethe faust'unu yüceltse de dünyanın sayılı goethe uzmanlarının başında gelen mann'ın faust'unun ayakları tam olarak yere basıyor. yere basıyor, dediysem, romanın baş karakteri adrian leverkühn, yüksek sanatın engin dalgalarında sonunu düşünmeden yaşayan, yaşayabilen biri. kendi sözleriyle, müzikal nesir tutkunu bir münzevi.

    tüm bunlar bir yana da...

    ruhumu okşayan bu satırlarla yıkandıkça böcekleşiyorum. kitapta şöyle bir cümle var: "bütün bir saat boyunca beethoven'ın, piano sonata no. 32 in c minor, op. 111'e neden üçüncü bir bölüm eklemediği konusunda konuşabilirdi."

    böcekleşiyorum, çünkü kitlelerce aydınlıktan itilip karanlığa hapsediliyorum. şu koskoca ülkede hangi masada ve hangi şartlarda olursa olsun yukarıda alıntıladığım cümleyi, benzerini, yaklaşığını dile döken herkes böcekleşir.

    her yer zifiri karanlık.

    edit: "insan"ın, varoluş sancısı çektiğini ve bu sancının kaygıya sebep olacağını, kaygının derinliği ve süresinin de insanı entelektüel bir var edişe yönelteceğini düşünüyorum. ayrıca varoluş sancısı çekmeyenin insanlığını sorgulamaya ihtiyaç duymuyorum.

    anlayacağınız, etrafınızda kaygılı bir insan varsa onu sevin ve ona sarılın. yanınızda bir insan var.

    not: sanıldığının aksine gündeliğin ve aktüelin kaygısı olmaz. nesi olacağını biraz düşünürseniz bulursunuz.
  • thomas mann'ın yazınını pek sevmiyorum. yarattığı karakterler ya da çizdiği dünya tasviri olsun, beğenmiyorum. kesinlikle söylendiği gibi büyük bir romancı olduğunu da düşünmüyorum.

    alman edebiyatını da pek sevmem aslında ama, bu kişinin kitapları alman edebiyatı içinde bile çok sıkıcı kalıyor. anlatmaya çalıştığı şeyi o kadar karmaşık, sıkıcı bir şekilde yazıyor ki umursayamıyor insan. çoğu kitabı 'bla bla bla' türünde sayılabilir. karakterlerin ya da kendi düşüncelerini o kadar berbat bir şekilde veriyor ki, umursayamıyorum. 'bla bla bla' tarzında görünüyorlar bana.

    bu romanına gelirsek. kendi yazınını korumuş tabii ki. sıkıcı, sürekli kesilen bir anlatım. ne anlatıyor derseniz basitçe bir sanatçı olan adrian'ın kendini şeytana satması akabinde gelişen olaylar. arkadaşı da hayatının başından alarak bunu yazıya döküyor. mann'ın yazını o kadar kötü ki ama, sürekli kendi anlattığı şeyi bölüyor, araya anlamsızca şeyler sıkıştırıp konudan koparıyor okuru. ha bu anlatımı yazara özel güzel bir şey bulan insanlar yok mu? vardır herhalde bu kadar önerildiğine göre. ama bana göre kesinlikle berbat bir yazın düzeni. inanılmaz sıkıcı, takip etmeyi zorlaştıran, ilgi çekici bir olayı bile berbat eden bir yazın.

    çokça boş zamanınız varsa bir şans vermenizi önerebilirim. ama eğlenecek kısa bir zamanınız varsa kesinlike önermiyorum. bulaşmayın.

    kibirli, ama beceriksiz biri thomas mann. alman edebiyatını lekelediğini düşünüyorum. okumayı seven bir insan olarak tüm eserlerini okumadan (çoğunu okudum) bu yorumum ağır, anlamsız kaçabilir belki ama yazın stili tamamen değişmediği sürece düşüncelerim de sabit kalacak.

    iğrenç bir yazar, sıkıcı bir kitap.
  • ruhunu seytana satan.
  • christopher marlowe'un eseri.
    halk öykülerinden ve gezgin alman tiyatrosundan esinlenen marlowe, bilgiye ve güce sahip olmak için kendini şeytana adayan bir büyücüyü güzellik kültünden,ölüm ve cehennem karşısında umutsuzluğa düşen genç ve tutkulu bir ütopyacıya dönüştürür.
  • (bkz: thomas mann)
  • *cinsellik onu ancak edebi anlamda eğlendiriyordu.

    *sadece özelliği olmayan kimseler mütevazı olur.

    *tanrı korkusu, tanrı’nın yarattığı doğayı ve hayatı, moral açıdan şaibeli bir alan olarak nitelemek çelişkisine düşmek pahasına, onunla uğraşmayı, yasaklı bir şeyle laubali bir şekilde içli dışlı olmak gibi değerlendirir. aslında doğanın kendisi de, büyüyü andıran gizemli oluşumlarla, müphem, değişken durumlarla, gizliden gizliye, tuhaf bir şekilde belirsizliğe işaret eden imalarla doludur ve kendini edebiye sınırlamaya yatkın olan sofu bakış açısı, bunlarla uğraşmanın, pervasızca haddini aşmak anlamına geldiğini sanmış olmalıdır.
hesabın var mı? giriş yap