• ayrımcılıktan ne anladığınız, eşitlikten ne anladığınızı belirler. zamanın dışında kalmış, ilkel algılama biçimleri ile ayrımcılığı ele aldığınız vakit, sizden bir cacık olmuyor. misal kadın hakları mücadelesinin konusudur da ayrımcılık. "kadınlar ayrımcılığa uğruyor" sözüne "yoo onlar da öğretmen, doktor, vekil, avukat falan oluyor, avmye gidiyor, spor müsabakalarına katılıyor artık" diye yaklaşmak zamanın dışında kalan bir yaklaşım. güncel değil, gerçekçi değil, ilerici değil ve ahlaki de değil. değil çünkü kadınların oy kullanamamasına, okul okuyamamasına, dair itirazlar 20. yy başlarında kaldı çoğunlukla. (ki dünyanın birçok yerinde bu bile halledilebilmiş değil de, biz en azından medeni dünya için konusalim şimdilik) 21. yy'a dair itirazlar çok daha farklı, çok daha detaylı, çok daha geniş. artık mesela mansplaining diye bir kavram tartışıyoruz. bundan 80 yıl önce bir kadın "erkekler bizim cinsiyetimizden dolayı alanımızla ilgili bir konuyu bilmediğimizden, ona hakim olmadığımızdan hareketle yaklaşıyor bize, dolayısıyla bu tutum ve söylemleri ayrımcılığı üretiyor"dan ziyade "biz de oy kullanmak istiyoruz, biz de okul okumak, biz de bilimsel çalışmalara katılmak istiyoruz"dan hareketle kadın hakları mücadelesine yaklaşıyordu.

    siyahi haklardan söz eden birine "benim kölem yok, siyahi köle mi kaldı, artık siyahiler de başkan oluyor, okul oluyor, federal ajan oluyor" diye çıkışmak, azınlık haklarından söz eden birine "x,y,z azınlığından biri de polis, asker, mühendis, başbakan, genelkurmay başkanı oluyor, kim o x,y,z olduğu için ona maaş vermemiş, dayak atmış, işkence etmiş ki! ayrımcılık yok" diye çıkışmak ya da ırkçılık söz konusu olunca toplama kamplarının ve köle ticaretinin olmayışına konuyu getirmek ayrımcılığa dair tartışmalari daha başlamadan gerici bir noktaya sabitliyor.

    hak arama mücadelesinin nihayi durağını oy kullanamamanın, köle ticareti ile satılmanin veya apış arasında kuyruk aranmasının bir tık üstüne sabitleyip o noktayı geçen her eylem ve söylemi "daha ne istiyorsunuz ulan" diye karşılamanın kendisi gericilik değilse nedir! haklar mücadelesi, söz konusu haklar elde edildikçe kazanılan hakları garanti altına almak, korumak ve yeni haklar elde etmek üzere kendini yeniden üretir, yeniden günceller, yeniden organize eder. bu yüzden haklar mücadelesi asla bitmeyen, bitmeyecek ve bitmemesi gereken bir mücadeledir. "bu kadar yeter" dediğiniz bir nokta yoktur. haklar konusunda durum ya ilerler ya geriler, sabit bir durumu kabul etmez. elde edemediğiniz her hak, eldeki hakkın kaybı için atılan ilk adımdır da. bu yüzden haklar mücadelesi bu kadar değişiyor ve yenileniyorken, ona birkaç asır önceki argümanlarla karşı çıkmak faydasız ve gerici bir tutumdur,
  • dolmuşa binmek için bekliyorum.
    otobüsten pahalı olsun varsın diye geçiyor aklımdan, tüm gün zaten ayaktaydım, yorgunluktan ölüyorum, ayakta kalmayayım istiyorum.
    ama otobüsler dolmuşlar dolu geçiyor. almıyorlar bile.
    dolmuşa bindim, ama oturamadım.
    üzerimde kolsuz bi bluz var. ayağımda topuklu ayakkabı, elimde kalın kitaplar defter filan, aynı zamanda da kolumda önlük ceket vs.
    demire zor tutunuyorum, şöför her fren yaptığında düşmemek için üç ileri iki geri yapıp ancak dengemi sağlayabiliyorum falan. üstelik o kadar trafik var ki daha iki yüz cm gitmeden yeniden duruyoruz.
    oturanlar gençler.
    ben neredeyse üstlerine düşücem diye sıkıntılar içerisindeyim ama onlar umursamaz haldeler.
    anlaşılabilir bi durum bu. sonuçta o topukluyu giy demedi kimse bana, giydiysem çekicem.
    ama benden üç durak sonra bi kız biniyor.
    benimle aynı yaşlarda.
    ayağında spor ayakkabısı var, elleri boş. ama başında örtüsü var.
    iki oğlan hareketleniyor, biri diğerini görüp tekrar yerine oturuyor, diğeri yer veriyor.
    şok içerisinde izliyorum.
    diğer kız ayakta kalırsa namusuna bişiy mi olur? ya da benden çok oturmayı hak edeceği kriter ne diye düşünürken başımdan aşağı kaynar su dökülüyor.

    kimsenin türbanına karışan veya türbanlı olduğu için onu hor gören biri değilim, benim için saçı gözüksün gözükmesin herkes aynı davranışlarıyla değerlendirilmesi gereken kişiler.
    yani türbanlıları kötülemek için de yazmadım bu satırları.
    ateist de değilim,
    o kız kim, o çocuklar kim bilmediğim gibi, onlar da benim imanımı başımda olmayan bi örtüyle değerlendirip bu ayrımı yapmamalılar.

    bunu yazdım,
    çünkü başında örtü olan birini düşünmekten daha öte bi görevi olduğunu unutmuş insanlar.
    adil olmayı.
    üniversitelerdeki kadrolaşmaya bakın, yapılan atamalara. iş verenlere, hatta apartmana aldığınız temizlikçiden bahçıvana.
    daha önce kim gelirse yaptı,
    biliyorum.
    ama bi müslüman sizce de herşeyden önce adaletiyle örnek olmamalı mı?
  • neredeyse istisnasız olarak, türkiye'de aşağı yukarı her alan ve her düzeyde buna uğrayan tek topluluk çingenelerdir.
  • başbakan erdoğan, aslında “ayrımcı” bir insan olmadığını kanıtlamak için siirt meydanı’nda şöyle dedi:
    “ayrım yapsam siirt’ten bir arap kızıyla evlenmezdim”.

    literatürümüz bu tür sözlerle doludur.
    mesela “kız alıp kız vermişiz” deriz.
    mesela “benim de kürt arkadaşlarım var” deriz.
    mesela “etle tırnak gibiyiz” deriz.
    mesela “çocukken rum komşularımız vardı, evlerinden çıkmazdık” deriz.
    mesela “alevi nedir, sünni nedir... bilmezdik” deriz.
    mesela “benim en yakın arkadaşım ermeni” deriz.
    mesela “benim eşim kürt” deriz.
    fakat bu cümlelerin hiçbiri bizi “ayrımcılık” denilen illetten kurtarmaya yetmez, yetmemiştir.

    kimliğini bastıran kürt ile...
    mezhebini gizleyen alevi ile...
    tarihi kurcalamayan ermeni ile...
    varlığını hissettirmeyen arap ile...
    - alttan alan rum ile...
    dost olmak, komşu olmak, kız alıp kız vermek, ahbap olmak kolaydır.

    zor olan şudur:
    kimliğini bastırmayan kürt, mezhebini gizlemeyen alevi, tarihi kurcalayan ermeni, varlığını hissettiren arap, alttan almayan rum karşısında da dostluğu, komşuluğu, kardeşliği, kız alıp vermeyi, ahbaplığı sürdürmek.
  • islami kesimde ayrımcılık duygusu güçlüdür.

    mümin ve kâfir kesin bir çizgiyle ayrılır birbirinden ve bu ayrımcılığın başta peygamber ve sahabe hayatı olmak üzere güçlü delilleri ve dayanakları vardır. ancak emmare denilen bilincin en düşük seviyesine düşen her hakikat gibi bu da fena halde değişime uğramıştır.

    ilk nazarda sahabede görülen inkarı yok etme azmi ilkel eğilimler intibaı verebilir. gerçekte ise içinde çok büyük rahmet ve şefkat barındırmaktadır. onlar elde ettikleri muazzam nimeti diğer insanlarla da paylaşmak istemekte ve bilincin yüksek mertebelerinde bulunan huzur ve cennet hayatından insanların mahrum kalmasına gönülleri razı olmamaktadır. bunun için her türlü zorluğu göze almaktadırlar.

    normalde ne düşünmeleri lazım? hakikati elde etmişsin işte ne güzel. kendi içinde yaşa geç... kendi içinde huzura eriş...sana mı kaldı diğer insanların derdi? ama elde ettikleri o bilinç bencillikten kurtulmayı ve diğerlerini düşünmeyi de gerektiriyor. o yüzden islamın yayılması için hiçbir fedakarlıktan çekinmemiştir sahabe.

    içinde böyle gizli bir şefkat barındıran büyük bir hakikat, ortaçağda bambaşka bir çehreye bürünmüş ve islam artık diğerlerine karşı bir aidiyet bir kimlik kampı olarak algılanmaya başlanmıştır. diğerleri ise, öteki ve düşman olarak işaretlenmiştir. (bağlamını tespit edemeyince, bu noktada ayetler bile destek olur size). günümüze kadar da böyle gelmiştir...

    işte bu noktada emmarenin büyük bir tuzağı vardır arkadaşlar. allah'ın kulları arasında ayrımcılık yapmak, insanı egonun kitleselleşmiş bir biçimi olan asabiye(grup psikolojisine) hapsetmekte ve haktan perdelemektedir. halbuki diğerlerinin dahi başka bir ilahı yoktur. onların da rabbi allah'tır.

    bir film düşünün. filmde kötü veya iyi karakter olarak her rolde oyuncu vardır. filmin içinde hepsi kendi rollerini oynarlar. elbette filmin içinde iken biz de kendi rolümüzü oynamak zorundayız. ancak filmin dışından, yönetmenin gözünden bakarsak, oyuncuların hepsinin onun film kadrosu olduğunu görürüz. o filmin çekilmesi için kötü karakterler de lazımdır.

    hatta şeytan dediğimiz saf kötücül varlıkların bile senaryoda belli görevleri vardır. "türkmen obasına girdiğinde derhal köpekler sana saldırır. köpeklere taş atmaya çalışma, kurtulamazsın o şekilde. hemen sahiplerine seslen" der mesnevi'de. evrensel düzenin köpekleridir şeytanlar. kuralları çiğneyene musallat olurlar. onlardan sahiplerine yani malikülmülk'e sığınarak kurtulunur. o yüzden "euzü" veya "lâ havle" çekeriz.

    şeytanların bile istihdam edilmiş olduğu bir düzende, diğerlerinin boş ve vazifesiz olduğunu düşünmek abestir.

    o yüzden islamı bir sekt, bir hizip, bir aidiyet kampı gibi benimsemek emmarenin ekmeğine yağ sürmek olacaktır. bilakis islamı kazanılması gereken bir tür bilinç olarak görmemiz gerekiyor. islam, teslim, selam, selamet...evrendeki düzenin kurallarına uyan, uyduğu ölçüde ödülünü devşirir; ters düştüğü ölçüde de ceremesini çeker. bakın batılılar bir parça maddenin kurallarını keşfetmişler ve o ilmin ödülünü almışlar. evren kimseye ayrımcılık yapmıyor; biz de yapmayalım...
  • fa$ism yolunda kucuk ama onemli bir adim.
  • kişiye bireysel yeteneği dışındaki ölçütlerle farklı muamele yapılması. yaş, bedensel yetenekler, sınıf, etnik köken, cinsiyet, ırk ya da din ayrımına dayalı muamele. terim latince discriminare (bölmek, ayırmak, ayırdetmek) sözcüğünden geliyor.
    (ing:discrimination; isp: discriminacion.)
    ırkçılık ayrımcılığa verilebilecek en iyi örnektir.
  • geçen havalimanında mecburen yiyecek bir şeyler almak zorunda kaldım ve bir böreğe 240 lira verdim. sabah 5'te uyanmıştım ve saat 14 idi ve bütün sabah fiziksel iş yapmıştım ve ağzıma o gün giren besin değeri barındıran tek şey kahveye koyduğum 50 ml filan süttü.

    neyse içimden ağlaya ağlaya bi börek aldım. kapıma gittim, sırtımda 3 günlük eşyalarımı tepiştirdiğim bir sırt çantası, ayrıca bilgisayar çantası, ayrıca kol çantam derken sırtım kopmuş bunları taşımaktan. telefonlarımı şarja taktım, böreğimden bir ısırık aldım.

    ben böreği ağzımdan uzaklaştırdıkça böreğin içinden bir şeyler uzadıııııı uzadı. bir baktım ki benim işaret parmağımın yaklaşık 1,5 katı boyutunda, kopmayacak kadar sağlam, diş ipine benzer bir kalınlıkta (yassı ve ince) bir cisim. ağzıma aldığım lokmayı tükürdüm, inanamadım 'bu ne lan' diye inceliyorum, koparmaya çalışıyorum hani organik bir madde mi gerçekten ip mi filan, asla organik bir şey değil.

    neyse mutsuz ve yorgun bir şekilde bütün eşyalarımı topluyor ve böreği aldığım yere geri gidiyorum. böreği ve cismi kendilerine gösteriyor ve ücret iadesi talep ediyorum.

    bu noktada hikayede 3 kahramanımız var. 1) bana börek satışını yapan kadın. 2) diğer kasada duran kadın. 3)vardiya şefi kadın.

    biz 1. kadınla konuşurken 2. kadın kulak misafiri olup yanımıza geldi ve bana 'fişiniz nerde?' diye sordu. dedim ki 'vermediniz'. hemen dedi ki 'biz vermemişiz değildir de size sormuşuzdur, siz de almak istememişsinizdir' dedi. dedim ki 'hayır sormadınız, ben size hayır şeklinde bir yanıt vermedim.' kadın dedi ki 'herkese soruyoruz ama'. ben de 'bakın şurada kameralar var, dilerseniz kamera kayıtlarını inceleyelim' dedim. çok şaşırdı, böyle bir yanıt almayı beklemiyordu, sustu. bu arada bana satışı yapan kişi 1. kadın olduğu için zaten neyine güvenerek bu kadar emin konuştu anlamadım, 1. kadın da bu 2. kadına 'tamam tamam' filan deyip susturmaya çalışıyor çünkü bana fişi sormayı unuttu ve bu benim için bir sorun değil. insanlık halidir, unutmuştur, sorsa da almazdım zaten, gereksiz gerginliği çıkaran 2. kadından o an besbelli ikimiz de rahatsızız.

    neyse benim iş çözme odaklı, sakin ve kibar 1. kadın kişisi vardiya şefine telefon etti (3. kadın). o gelene kadar da kasaların yanındaki fiş çöplerinden benim fişi aradılar. fiş 1. kadının kasasından çıktı, bunu gören 2. kadın da bana ve 1. kadına 'fiş senin kasandan çıkmış benim kasamdan çıksaydı ben sorardım fiş ister misiniz diye' minvalinde bir cümle kurdu. aklınca aynı anda hem bana kendini aklıyor hem de iş arkadaşına laf sokuyor. yahu müşterinin gözü önünde çalışma arkadaşına laf sokman sence seni daha iyi gösteriyor olabilir mi sen buna inanıyor musun gerçekten? olaya dahil olduğun andan itibaren yaptığın tek şey ortamı kızıştırmak, sen dahil olmasan biz 1. kadınla zaten süreci çözüyoruz, sürece dair tek bir katkın yok boş boş konuşuyorsun herkesi geriyosun salak salak.

    neyse 3. kadın geldi. direkt bana geldi, 'iade talebiniz olmuş' dedi. 'evet' dedim. 'yalnız o ip değil soğan' dedi. 'soğan değil hanımefendi o' dedim. 'soğan o, o böreklerden biz de yiyoruz bazen iyi doğranmamış soğanlar uzun duruyor bildiğim için söylüyorum' dedi.

    dedim ki 'böreğe baktınız mı siz?'. 'hayır ama ben sizi anladım soğan o' dedi. bu sırada ben içimden sinirimi zor bastırıyorum. bu diyalogu duyan 1. kadın gelip 3. kadına böreğin içinden çıkan şeyin fotoğrafını gösterdi, 3. kadın şok. hmmm filan diyo.

    artık dayanamadım. 'soğan mıymış?' dedim. adfadf ya ama yani soğan mıymış harbiden mk 3 kez soğan olduğunu iddia ettin daha böreği görmeden, zahmet edip gidip bakmadan 3 kez benimle inatlaşıp 'yoo soğan o' dedin. soğan mıymış hadi bakalım soğan mıymış cevap ver?

    neyse ben 'soğan mıymış?' deyince bu kadının bir anda suratı düştü, 'ben sizinle düzgün bir şekilde konuşmaya çalışıyorum şimdi neden terslediniz ki?' dedi.

    bebeğim birincisi terslemedim. insan gibi bir soru sordum.
    ikincisi sen benimle düzgün bir şekilde konuşmaya çalışmıyorsun. sen, ne olduğunu bilmediğin bir şeyin soğan olduğunu iddia ediyorsun, ben de sana soğan mıymış diye soruyorum. bunu kendisine söyledim.

    arkasını döndü içeri gitti böreğe baktı, kasadan 240 tl'mi aldı bana getirdi buyrun iadeniz, kusura bakmayın tekrar dedi. estağfurullah dedim siktir olup gittim ortamdan.

    ve sonra insanların nasıl bu kadar kendilerinden emin olabildiklerini, nasıl oluyor da kendilerine yarım miligram hata payı bırakmadan bu kadar 'yooo ben haklıyım, yoo sen yanlışsın' gibi ispatlanabilirliği bu kadar kolay olan şeylerde dahi kesin cümleler kurabiliyorlar; bunu düşündüm. herkesin kesin yargıları, herkesin zekası, herkesin hayattaki duruşu kendine. fakat senin yargıların, senin zekan, senin duruşun eğer beni etkiliyorsa; sabrım tükendi benim. kimse kusura bakmasın. 31 senedir sizin deli ülkenizde artık delirdim, alttan filan alıp kimseye cicilik yapacak halim kalmadı. 'soğan mıymış' mk, cevap ver soğan mıymış ya? düşündükçe sinirleniyorum. sinirimi entryimdeki cinsiyetçi küfür miktarından anlayabilirsiniz.

    neyse uçağa bindim hala aklımda bu olay. bi de şef olan kadının 'ben sizinle düzgün konuşmaya çalışıyorum' filan demesi geldi aklıma, daha da sinirlendim. onun gözünde ben 'sorunlu müşteri'yim çünkü, kendisinin asla bi suçu yok. keza 2. kadın da öyle.

    sonra ne geldi aklıma biliyor musunuz?

    bu hikayede çözüm odaklı olmayan, ortamı kızıştıran ve tek görevi laf sokmak olan 2. kadın ve adı kadar emin bir şekilde ipin soğan olduğunu iddia eden 3. kadın; her ikisi de kapalıydı. 1. kadının ise başı açıktı. sizce bu kapalı arkadaşlar, kendilerine kapalı oldukları için kötü muamele gösterdiğimi ve ayrımcılık yaptığımı düşünmüş olabilirler mi?

    bence çok yüksek bir ihtimal.

    oysa ki gerizekalılıkları yüzünden 'sert' konuştum ben altı üstü. ama onlara sorsan muhtemelen ayrımcılık yaptığımı söyleyecekler. bunu da nasıl düşündüm bilmiyorum, bu kadar bariz hatalı oldukları bir olayı kendi delüzyonlarında nasıl algılıyorlar acaba diye düşünürken birden aklıma geldi.

    ve ben 2024 yılında nihayet insanların nasıl kendi dünyalarında nasıl hep mağdur, hep haklı, hep mükemmel olduğunu bu örnekle çok daha iyi kavramış oldum.

    doğum günümde bana hediye almak isteyen bi badim olursa 'soğan mıymış?' yazılı bir tshirt hediye edebilirler just sayin'. allah kahretmesin ya soğanını da, istanbul havalimanını da, bi böreğin 240 lira oluşunu daaa...
  • farklı gruplara farklı davranışların tarihsel ve kültürel sosyalizasyon süreçleriyle meşru gösterilmesi durumu.

    ayrımcılığın kökenlerinin bulunduğu çeşitli bilişsel ve güdüsel süreçler mevcut.

    1. sınıflandırma ve onlar-biz düşüncesi: aslında sınıflandırmanın şöyle bir faydası mevcut, sınıflandırma sayesinde dünyayı daha basit şekilde beynimizde organize edebiliyoruz ve bu da etrafımızda olan bitene daha hızlı tepki vermemizi sağlıyor. ancak sınıflandırma aynı zamanda önyargı ve ayrımcılığı da tetikleyen bir olgu. çünkü bunun sayesinde aynı zamanda dahil olduğumuz ve dışında kaldığımız grupların sınırları netleşiyor. ingroup favoritism dahil olduğumuz gruba daha pozitif özellikler yüklediğimiz ve bu grup üyelerine karşı daha iltimaslı davrandığımız anlamına gelen bir psikoloji terimi iken outgroup derogation onlar olarak nitelediğimiz diğer grubun üyelerine negatif özellikler yükleme eğilimimizi anlatıyor. outgroup homogeneity bias da var ki bu da onlar diye adlandırılan grubun üyelerinin özelliklerini birbirine daha benzer bulurken kendimizin dahil olduğu grubu daha heterojen görme eğilimimiz. ayrımcı bir bakış açısından bütün kadınların benzer şoförlük özellikleri olması ama erkek şoförlerin araç kullanma davranışlarında daha heterojen özellikler gösterdiğinin düşünülmesi gibi. ya da şu çok tanıdık olduğumuz "x ama iyi". x burada öteki olarak görülen grubu temsil etmekte. artık o grubun bütün elemanlarının nasıl hepsinin kötü olduğu sonucuna varıldıysa "ama iyi" diye o gruba ait olup da o homojen özellikleri göstermeyen biri ile karşılaşıldığında durum böyle meşrulaştırılıyor. tabii bunda stereotipik düşüncenin de etkisi var. stereotiplerimize uymayan biri ile karşılaştığımızda stereotiplerimizi değiştirmek yerine karşımızdaki kişiyi bir istisna olarak kodlayabiliyoruz.

    2. yarış ve çatışma durumları: realistic conflict theory kısıtlı kaynaklar için yarış içinde olmanın önyargı ve ayrımcılığı artırdığını söylüyor. "onlar" grubunun varlığının "biz" grubu için tehdit oluşturduğu düşünülen durumlarda önyargı ve ayrımcı tutumlar artıyor. mesela bir çalışmada ekonomik durumların gittikçe kötüleştiği zamanlarda abd'de ve avrupa'da azınlık gruplara karşı düşmanca tavırların çoğaldığı bulunmuş. bu da bana mesela ülkemizdeki suriyeliler ve işsizlik tartışmalarını hatırlatıyor.

    3. özsaygı: sosyal kimlik teorisine göre de ayrımcı davranışlara yol açan önyargıların sebebi kendi özsaygımızı iyileştirmek olabiliyor. özsaygımızı sadece kendi başarılarımız ya da özelliklerimiz yoluyla değil, kendimizi ait olduğumuz grubun özellikleri ve başarıları ile ilişkilendirerek de kazanabiliyoruz. ya da grubumuza bir tehdit geldiğinde bunu kendi özsaygımıza bir tehdit olarak algılıyoruz. bu aşamada da özsaygıyı kazanma yollarından biri diğer grubu küçümsemek olabiliyor.

    peki ayrımcılığı ve buna yol açan önyargıları kırmanın yolları neler?

    equal status contact principle bu konuda 4 şey öneriyor:

    1. grupların birbirleri ile sürdürülebilir uzun süreli yakın temas halinde olmaları
    2. grupların eşit statü sahibi olması
    3. grupların işbirliği gerektiren ortak bir amaç için çalışması
    4. daha geniş toplumsal normlarla sürecin desteklenmesi
  • ırkçılık, cinsiyetçilik, tutucu inanç, doğuştan gelmeyip sonradan öğrenilen tutumlardır. kişi ait olduğu grubun tavrını sürdürür. ailesi ve içinde bulunduğu toplumun yargılarını kendi yargısıymış gibi dile getirir: “zenciler şöyledir” “yahudiler böyledir” “eşcinseller şudur” gibi olumlu/olumsuz ifadeler gerçeğe ve bilgiye dayanmayan subjektif çıkarımlardır. bazı insanlar ait olduğu grubun ve ailenin bu düşünce tarzını ölene kadar taşır. bazıları ise öğretilen yargıları bir kenara bırakıp; insanları bireye indirgeyerek fiziksel ve kültürel özelliklerine dayanmadan onlarla “sadece insan” olarak bağ kurar.
    yıllar boyunca ayrımcılık temelli tüm ulusal veya bireysel suistimaller; kabul edilmez bir davranış, insanlık dışı bağnaz bir tutum olarak kınanmış, utanç içinde tarihte yer almaya mahkum olmuştur.

    (bkz: ırkçılık)
    (bkz: cinsiyetçilik)
hesabın var mı? giriş yap