• valla daha once de soyledim, gene soylerim. marksizm, yani sol, evvela ahlaki bir tercihtir. insanlarin esit sartlarda, esit olanaklara sahip olmasi gerektigi iddiasi her seyden evvel vicdani bir iddiadir. bunun ille boyle olmasi gerektigini bize soyleyen tek bir kaide yok. tam tersi, (toplumsal) evrenin hiyerarsi kurmaya temayul ettigini soyleyen onlarca dogal ve toplumsal kuram var. buna ragmen, salt felsefi bir konumdan esitlikci bir toplum ozlemini dile getirmek ve bunun mumkun oldugunu savlamak icin siginabilecegimiz tek bir yer var. o da vicdan; vicdanli olmak.

    vicdanli olmak rasyonel dusunceden vazgecmek anlamina gelmez. bunlar birbirlerinin ikamesi degildir. bilakis, toplumsal yasamin yapisal kisitlarinin ayirdina varmak icin evvela bu kisitlari aciga cikaracagimiz sorulari sormamiz gerekir. marksizmin yaptigi tam da budur. onumuzde muazzam derecede karmasik bir toplumsal dizge var. ve bu dizge belirsizliklerle, cesitliliklerle, duzensizliklerle maruf. buna ragmen son uc yuzyildir her gun kendini yeniden uretiyor. bunun ilkelerini tespit edebilmek, bu dizge ile nasil mucadele edilmesi gerektiginin onkosuludur.

    fakat bu dizge ile neden mucadele etmek gerekir? benim aklima 'cunku vicdan aksine musaade etmiyor'dan baska bir yanit gelmiyor. oyleyse, sol ile vicdan birbirinden ayri dusunulemez bir ikilidir.

    'vicdan solculugu' gibi bir kavrami one surmek dahi sol'un temel derdinin tam olarak ozunsenmemis oldugunu isaret ediyor. vicdan, manali yahut manasiz bir acimak duygusu degildir. bir akil tutulmasi degildir. usdisiliga ovgu degildir. vicdan, bilakis, hakca olmayana karsi durmak demektir. hak talep etmektir. vicdan, haktir.

    vicdan, sol'un dahi taleplerini yahut gerceklestirmeyi tasarladiklarini hakca muhasebe etmektir.

    sol, vicdandan beslenir; vicdanla kendine ceki duzen verir.

    hulasa, "vicdan solculugu"nun karsisina alternatif bir sol anlayis koymaniz mumkun degildir: zira ya artik "sol"dan konusmuyorsunuz demektir; yahut vicdaniniz samimi degildir.
  • (bkz: kaçın lan kaçın sahibi geldi)
    yine ahmet kaya dinleye dinleye, "küçük burjuva"ları eleştirmeye başlamışız anladığım kadarıyla.

    önce "vicdanı olmayan bir solculuk faşizmden farksızdır" diyeyim, bu kadar netim.

    vicdan insanın ortak yaşamı savunması ve yeniden şekillendirmesi için gerekli yegane sağlıklı nosyondur. vicdan olmadan teori sıçık bir saçmalıktan ibarettir. vicdansız bir sosyalizm sadece yanlış değil, sosyalizmin amacına ve işlevine temelinden zıttır.

    öyle "tarihsel olarak işlevimizi yerine getiriyoruz", "aslında niyetimiz çok iyi ama çevremiz kötü", "şimdilik faşist gibi davranmak zorundayız ama geçecek bunlar" söylemleri zırvadan ibaret; bunu sscb tarihinden okuyamıyorsanız, okumayın artık, gerek yok. boşa zaman kaybı.
  • kavram hakkında birgün gazetesinde çıkan yazıyı okudum. aslında sürekli duymama rağmen karşılığının ne olduğunu tam anlamdıramamış, kendi içimde anlamdırdığım haliyle mantıklı olabilecek yanlarını görmüş olmama rağmen rahatsız oldum. (burada yazacaklarım da, bir gazete olarak birgün'e değer veren, varlığını önemli bulan bir yazar tarafından dillendiriliyor olduğu, bilinsin.)

    ilk önce, yıldırım türker- fuko postyapısalcılık ve vicdan meselesine girip, işte yıldırım türker bu fuko denen postçulara dayanıp vicdan solculuğu yapıyor söylemi, biraz yanlış olmuş. zira fuko dediğimiz adam, entelektuelin siyasi işlevi adlı kitabında açık seçik marxism'den devralınmış "entelektuelin bir vicdan ve bilinç temsili olarak toplumun bireyseldeki görünümü" işlevini eleştirir. yani o senin ortodoks marxismden devraldığın yanlış analojin. yıldırım türker, bir grubun, kesimin, partinin adına konuşmaz, konuştuğunu iddia etmez. bu onun taraf olmadığını, ezilene omuz vermediğini göstermez, örgütlülüğe karşı olduğunu ise hiç mi hiç göstermez.

    "x, y, z postapısalcı yolda yürür, vicdanıyla konuşur, saçmalar" söylemi de garip. zira aynı fuko, katolik ahlakın günah çıkartma sekanslarından modern topluma geçiş sürecinde "bireysel vicdanın" iktidar odaklarınca nasıl siyasallaştırılıp mevcut düzene alet edildiğini resmetmiş nadide bir kardeşimizdir. ve hatta şöyle der: " vicdanın ve ruhların yönlendirilmesi esnasında gelişen ve vicdan muhasebesiyle, günah çıkarmayla elde edilen bu hakikat üretimi, bir anlamda çobanın sürüsüyle ve sürüsünün her bir üyesiyle olan sürekli bağını oluşturur."*

    e ne olacak o zaman? vicdanı red mi edeceğiz? hayır. kendi adıma netleştireyim.

    ben iktidarın vicdan, saygı, sevgi, hoşgörü vb. evrenselleştikçe içi boşaltılan bütün kavramlarından nefret ediyorum. dünyada vicdan mefhumunu en çok kullanan ülkelerin vahşeti bir kimlik haline getirerek bu dolup taşan sevgilerinin içine evrensel meşru şiddeti ölesiye faş etmiş olmalarının tesadüf olmadığını biliyorum. onların vicdanı evrensel şiddet içerir. benim vicdanım onların şiddetinize direnir ve şiddetinin kaynağını da onların evrensel hayvanlığından alır.

    ama mücadelemi küreselin vicdanına karşı, kendi etikle yoğrulmuş vicdanımı ortaya koyarak, örgütlü sınıf mücadelesiyle, anti-militarizmle, cinsel özgürlük, çevre sorunları, göçmen dayanışmasıyla birlikte devrimci sınıfı "sanayi proleterleri" sınıfına ve ekonomi politiğin özgürlükten nasibini alamamış alanına sıkıştırıp geriye kalan herkesi köhnemiş küçük burjuva retoriğinin altına sıkıştırmadan yapıyorum. ve evet, ben vicdan solcusu tanımını yapsa idim, populist vicdanını iktidarın kendisine öğrettiğinin dışına taşmadan kullanan solcu olarak tanımlardım.

    şimdi kalkmış işçiyle bağ kurmaktan bahsediyorsunuz. yahu işçi dediğin o vicdani solcu diye aşağıladığın adamın kendisi. benim, ssk'da çalışan teyfik abi, evde köpek gibi çalışan nalan teyze. biz boşuna mı kafa emekçisi, ev emekçisi, mühendisler, beyaz yakalılar da emekçidir, işçi sınıfı tekrar tanımlanmak durumundadır diyoruz. yahu siz neredesiniz?

    ütopik sosyalizm, vicdan solculuğu göndermelerinde ise şahane yanlış bilgiler var. mesele örgütlülüğe yukardan bakmak değil yeğen, mesele örgüt, parti, lider fetişizmini, bürokrasiyi eleştirmek. zira ütopik sosyalizm dediğiniz eğer anarşizm ise, örgütlülüğün öz olanını her alanda, çoğu zaman ortodoks marxisme karşı savunarak, iktidarı partiden halka vermeyi amaçlayan şekilde yapanlar o sizin beğenmediğiniz ütopik sosyalistlerdi. anlaşılan yenilgilerden nasip alınamamış, alınamadığı gibi, yine üzücü biçimde bilimsel sosyalizmin katı parti fetişizmine malup olunmuş.

    benim örgütlülüğümü, adı parti olmayan bir topluluk ile mücadele etmeyi neden tercih ettiğimi kimse sorgulayamaz. ama sen neden beni örgütleyemediğini kendine sorabilirsin. sorasın ki, kendini geliştirebilesin. ha niyet okuyup kimi insanların hatalı/yanlışlanabilir kanaatlerinden yola çıkarak büyük anlatıları ve insanları eleştirmeden önce, dönüp kendi yanlış kanaatlerimizden yaftalandığımız etiketleri okusak, analojinin nasıl gudik yapıldığını bir kere daha görürdük. gariptir ki o etiketlerin de karşısında duran yine bendim. sezen aksu ile yıldırım türker'i aynı kefeye koyan bir kavramı da kusura bakmayın ama, rakı masasında meze yapıp yerim ben. (ve hatta yedikten sonra dönüp arkama bakmam bile)
  • yıldırım türker özeliyle sınırlı bir şey olmamasına rağmen, yıldırım türker özelinde yürüyen bir tartışma olduğu için söylüyorum, türker'in hakikatlerin yazarı olduğu söylenegeliyor. yani hanefi avcı'nın işkenceci, soner yalçın'ın anti semitist bir faşist olduğu gerçeğini dillendiriyormuş türker. kusura bakmayın ; ama gerçeğin bir kısmını aktarmak o gerçeği çarpıtmaktır. güneşin her gün doğduğunu söylemek bir gerçektir ; fakat o güneşin her gün kimin için doğduğunu söylememek gerçeği eksik bırakarak gerçeğe farklı bir anlam yükleyip çarpıtmaktır. troçki'nin deyimiyle o güneş her gün burjuvazi için doğuyor ve her gün burjuvazi için doğan güneşin her gün doğduğunu söyleyip kimin için doğduğunu söylemediğinizde gerçeğin bir parçasını aktararak o gerçeği çarpıtmış oluyorsunuz. türker de bunu gayrı ihtiyari olarak yapıyor. "hanefi avcı işkenceci, soner yalçın faşist ve onlar tutuklandı oh oldu" dediği anda sadece güneşin doğduğundan bahsediyor. oysaki o güneşin doğuşu sadece olan bitenin görünen yüzü, bunun ötesinde hanefi avcı'nın bir işkenceci, soner yalçın'ın anti semitist bir faşist olduğu için tutuklanmadığı gerçeği var.

    evet gerçek devrimcidir ; ama o gerçeğin bir kısmını hissiyata bulayarak anlatmak devrimcilik değil yanılsamadır. yıldırım türker kendi şahsında yanılmış olabilir ; ama o yanılgıyı kutsallaştırmak ve eleştirilmez dokunulmaz bir kıble olarak ortaya koymak onun yanılgısının ötesinde bir körleşmedir.

    hayat akmaya devam ediyor , güneş her gün doğuyor ve o doğuşun ötesinde bir gerçeklik de yaşanmaya devam ediyor. güneş bugün de bizim için doğmadı. gerçek olan bu.

    dip not : o güneşi söndürelim mi neden olmasın?
  • konunun fuko bağlamındaki ayrıntıları son derece açıklayıcı ve tatmin edici bir şekilde anlatılmış. ben de bu kısımdan kendi çapımda devam edip ayrıntılı olarak değinilmesi gerektiğini düşündüğüm politik altyapı /bilinç ve bütünleyicisi olarak lanse edilen örgütlülük meselesine değineceğim.

    bilimsel sosyalizmin sert parti anlayışı ve işçi sınıfının siyasal eylemliliğe geçmediği sürece kazanmasının mümkün olmadığı tezi bundan yaklaşık 131 yıl önce engels tarafından dile getirildiğinde ana tema "devletin proletarya tarafından ele geçirilmesi ve üretimdeki anarşinin sona erdiği andan itibaren devletin sönmesi " 'dir. devletin bizatihi bütün kötülüklerin kaynağı olduğu ve yıkılmasının devrimin başarıya ulaşması için başlangıç noktası olduğu iddiası, bilimsel sosyalizm tarafından proletaryanın hakim sınıf olarak iktidarını burjuvaziye dayatması , kendini kurtarması ; akabinde sınıfsal temelde varlık nedenini yitiren devletin yıkılmasıyla devrimin son aşaması olduğu öne sürülerek eleştirildi. bütün bu anlatılanlar zamanında engels ve marks tarafından o dönemde gereklilik duydukları savunma refleksleriyle hararetle savunuldu, ütopik sosyalizmin taraftarı, küçük burjuva ve karşı-devrimci olarak nitelenen anarşistlerin varlığı ve politik bilinçleri epeyce sorgulandı. oysa, gözden kaçırılan esas nokta, işçi sınıfına ait siyasal bir parti içerisinde sınıf savaşını savunan bilimsel sosyalizmin örgütlenme olgusunu da bu dar çerçevede ele almış olmasıdır. oysa örgütlenme, her şeyden önce bireysel, daha sonra da toplumsal bir ihtiyaçtır. pekala, bu tanımdan yola çıkarsak, örgütlenmenin içini nasıl dolduracağız ve ütopik sosyalistlerin karşı çıktığı siyasal parti örgütlenmesindeki başat etken nedir?

    o başat etken, örgütlenmenin otoritesiz olamayacağı düşüncesidir. açık ve net. buradan hareketle, örgütlenmeye ilişkin errico malatesta'dan bir alıntı yaparsak sanırım daha aydınlatıcı olacak:

    "örgütlenmenin karşısında yer alanların temel hatası, örgütlenmenin otoritesiz kurulamayacağına inanmalarıdır.

    bize öyle geliyor ki örgütlenme, yani belirli bir amaç için kurulan ve bu amaca ulaşmak için gereken yapı ve araçlara sahip olan birlik, sosyal yaşamın zorunlu bir yanıdır. kendini toplumdan tecrit eden insan, bir hayvan gibi yaşayamaz, çünkü, tropikal bölgeler ya da insan nüfusunun çok az olduğu zamanlar hariç, yaşaması için ihtiyaç duyduğu yiyeceği bulamaz; ve böyle bir ortamda hayvanların seviyesinin üstüne çıkması imkânsızdır. bu nedenlerle, diğer insanlarla birlikte olan ya da, daha doğrusu, türlerin atalarının evrimi sonucu olarak kendini diğer insanlarla bir birlikteliğin içinde bulan kişi, ya başkalarının isteklerine boyun eğer (köleleştirilir); ya başkalarını kendi isteklerine boyun eğmeye zorlar (otorite olur); ya da herkesin yararına olanı elde etmek için diğer insanlarla kardeşçe anlaşarak yaşar (birlik olur). hiç kimse bu zorunluluktan kaçamaz; örgütlenmeye en şiddetli şekilde karşı çıkanlar sadece içinde yaşadıkları toplumun genel örgütlenmesine maruz kalmazlar, aynı zamanda yaşamlarındaki gönüllü eylemlerinde ve örgütlenmeye karşı başkaldırılarında kendi aralarında birlikler kurarlar, görev paylaşımı yaparlar, aynı düşünceye sahip olanlarla örgütlenerek toplumun kendilerine sağladığı araçları kullanırlar...

    bir topluluğun ihtiyaçları olduğunda ve üyeleri bu ihtiyacı kendiliğinden karşılamak için nasıl örgütleneceklerini bilemediklerinde, biri öne çıkar; tüm topluluk üyelerinin hizmetlerini kullanarak ve onları dilediği gibi yöneterek bu ihtiyaçları gideren bir otoritedir o. eğer kullanılan yollar güvenli değilse ve insanlar ne gibi önlemler alacaklarım biliniyorlarsa, bir polis kuvveti ortaya çıkar ve ne tür hizmette bulunursa bulunsun karşılığında desteklenmek ve ücret almak ister, aynı zamanda kendini zorla kabul ettirir ve baskısını hissettirir; eğer topluluk bazı mallara ihtiyaç duyduğunda kendi ürettiklerini uzaktaki üreticilerle nasıl takas edeceğini bilmiyorsa, bir tüccar ortaya çıkar, alıcı ve satıcıların ihtiyaçlarını karşılamakla ilgili görünürken aslında kendisi kâr sağlar, bu nedenle üretici ve tüketiciye uygulayacağı fiyatları kendi belirler ve onları, bu fiyatları kabul etmek zorunda bırakır. tüm bunlar gözümüzün önünde olup biter; ne kadar az örgütlenirsek, birkaç kişi tarafından baskı altında tutulma olasılığımız da o kadar artar. ve bu anlaşılır bir şeydir...

    - örgütlenme, bir otorite yaratmaktan çok, otoriteden kurtulmanın tek çaresidir; kolektif çalışmada bilinçli ve aktif roller üstlenebileceğimiz ve liderlerin elinde pasif birer alet olmaya son verebileceğimiz tek yoldur. " -

    bu bağlamda, vicdan solculuğu kavramının - kusura bakmayın ama - örgütlenme olgusunu dar, tek yanlı bir açıdan ele alarak açıklanmaya çalışılmış olması , yanlış bir başlangıç olur ve kuramsal temel daha ilk adımdan çöker.

    son olarak dikkatimi çeken bir şey daha mevcut: yıldırım türker veya vicdan solculuğu kapsamında özne olarak ele alınan herhangi bir yazarın başka sol kanat aktivistleri, sendika liderleri ile karşılaştırılması dikkate değer bir yaklaşım. bir anti tez üretmek gerekirse, yazıda yıldırım türker'e üstü kapalı olarak yüklenen misyon, vicdan solculuğu bağlamında aktif değil pasif bir konumda olması. burada yine fuko'ya başvurursak, onun 1960'lı yıllardan sonra geliştiğini söylediği sermaye emrinde çalışan, devlete ve iktidara dolaylı da olsa hizmet eden biri olarak lanse edilmesi, spesifik entelektüel denen öznenin bir nevi hor görülmesi olmuş. ve fakat, bu yanlış bir yönelim. zira, günümüzde kitlelerin bir evrensel vicdanın temsilcisi entelektüel tipine ihtiyacı yok. ve spesifik entelektüel, sahip olduğu bilgi-uzmanlık aracılığı ve bireysel olarak siyasileşme kapasitesiyle hor görülecek değil, içselleştirilecek bir olgu. yıldırım türker radikal'de yazıyor olabilir, söylemleri vicdan temelli olabilir, ancak siyasi tavrı ve politik ekseni tek başına takip edilir. , bunun da sebebi, devletin yeniden ürettiği iktidar ilişkileri ve mekanizmasıdır. heyhat, tekil olan kişinin söylemleri bir o kadar da toplumsaldır ve pek tabi ki vicdan da bireysel olduğu kadar toplumsaldır.

    bir de , sezen aksu ile aynı satırlarda anılması hakikaten üzücü yahu.
  • vicdan solculuğu; sol mücadelesini "örgütle, partili, sınıfsal mücadele" yerine "bireysel vicdan, ezilenlerin yanında durma ve duygusal" temelli yapanları tanımlıyor anladığım kadarıyla.

    bir kısım solcu demişler ki "solculuk: örgütlü mücadeledir, işçi hakları temelli, sınıf farklarına ve ekonomik sisteme odaklıdır, militanlığa silahlı mücadeleye varan bir yerde durmayı gerektirir". bir kısım solcu ise demişler ki: "solculuk: kişisel mücadeledir, vicdana göre hareket edildiğinde zaten adil olma gereği duyacağından solun temel amacı da adalet olduğundan vicdanlıysan kendiliğinden solcu olursun" bıdı bıdı..

    (bıdı bıdı dediğime bakmayın ben ikinci kısma yakınım, yani aslında bu vicdan solculuğu meselesini bir burun kıvırma ya da aşağılama olarak görmüyorum. her türlü vicdana da sola da saygım var, hatta politikanın örgütlü mücadeleden ya da sınıf farkı özelinden çıkarıp kolektif diil kişisel bir duruş haline gelmesini daha bile doğru buluyorum, ancak buna katılmayanların eleştirilerinin nereden geldiğini ya da anlatılmaya çalışılanın ne olduğunu sorgulamamak için yeterli diil bu düşüncem.)

    vicdan solcuları, başta kürt meselesinde olmak üzere her zaman ezilenin tarafında dururlar. kürt mücadelesini sınıfsal bir mücadeleden kopuk değerlendirmeye yatkın olan da vicdan solcularıdır. kürtler ezilmiştir, işkenceye uğramıştır, vicdan kürt sorununda kürt tarafında olmayı gerektirir. doğrudur. ancak yeterli midir?
    bireysel bazda bakıldığında bu vicdan solculuğunda iyi taraf ve kötü taraf vardır, iyi ve kötünün net olduğu noktalarda da çocukça bir kötüye bilenip mazlumu sevme kolaycılığı belirir.

    evet t.c. kürtlere işkence etmiştir. bunu hepimiz biliyoruz. sanırım kendini solcu tanımlayan kimsenin de “ohh iyi olmuş” demekte olduğu yoktur. ama bu noktada vicdan solcusunun tavrı tecavüzcüye tüküren yaşlı teyzeden öteye gidemiyor benim gözümde.. tu boyun devrilesi t.c. devleti. evet. eee? gözün kör olsun inşallah. ahlaksız, kötü, pis t.c. hadi birileri boyunu devirsin. düş içerilere de şişlesinler dinciler seni inşallah. onu suçu işlerken düşünecektin...

    12 eylül konusunda da aynı kötü vs. iyi temelli bedduacılık devreye giriyor. tek sorumlu olarak kenan evreni öcüleştirip –ece hanımın meşhur “öl kenan evren öl” temalı yazıları vb.- çocukça bir iyiler kötüler ortamı yaratmakla sınırlı bir sol algı ile işte bazı insanlar kendilerini akpnin darbe karşıtı olduğuna bile inandırabildiler.. –y.türker, e. temelkuran için demiyorum, onlar en azından bu tiyatroya uyanmışlardı diye hatırlıyorum-

    şimdi bu noktada vicdan solcusu için bireysel vicdanı gereği yürüyüşte cop yiyen öğrenci haklıdır çünkü devlet büyüktür ve coplayandır, öğrenci yerdedir dayak yiyendir. bu noktada eğer öğrenci polisi öldürse –terörist askeri öldürse- vicdan solcusunun tıkanacağı nokta gelir, ya da asker/polis insan bağlamından çıkarılıp devletin aygıtı konumuna yerleştirilir ya da çeteleler açılır. yani sol mazlum olduğu sürece vicdan solcusu mümkün, peki bu anlayışla vicdan kısmı ne kadar vicdan sol kısmı ne kadar sol?

    şahsen ben “öl kenan evren öl” demeyi solculuk olarak da vicdan olarak da nitelemiyorum. kenan evren’i pek sevdiğimden mi? hayır. 12 eylül’e bayılıyor muyum haşaaa.. ancak %92si zamanında evren’i pohpolamış halk nerede? halk mazlum halk cici.. hepsi zorlandı %92nin zaten.. o yüzden evren’in istediği doğrultudalar şu an. yargılanmasın mı? tabii ki yargılansın. hatta bu saatten sonra bir şey fark ettirmeyecektir bence ama asılsın da gerekirse-ki bu noktada “vicdan sol insan hakkı idama karşıyım” deyip de “ama kenan evrenin idamı ayrı” ya da “öl kenan evren öl” diyen kişinin düştüğü nokta, “apo asılsın” diyen şehit yakınınkiyle aynı kalıyor- ama olayı tek tek kişiler üzerinden kine getirmek analiz, değerlendirme ve sağduyu eksikliği. orduda o dönem görev yapmış herkesi şu an assanız ne değiştirebileceksiniz? tabii ki yargılanmasınlar demiyorum ancak kötü düşmanlar, pis öcüler etrafında birleşmek dar bir vizyon değil mi? ne kadar ergen bir bakış açısıdır.
    ergenliğin yoğun duygulanımını severim. ergenlik öfkesini, ergenlik analiz çapını ise sığ buluyorum.

    ancak özelde yıldırım türker ve ece temelkuran için kullanılabilecek olan bu vicdan solculuğu meselesinin şöyle de enteresan bir yanı var. nereye kadar vicdan?
    yani ezilenin tarafında olmanın kayıtsız şartsız bir solculuk getirdiğini söyleyebilsek bile kayıtsız şartsız bir vicdan içerdiğini söyleyebilir miyiz? ece hanım “öl kenan evren öl” yazılarıyla vicdanının kenan evren hariç kişiler için olduğunu göstermişti –ya da kenan evren yüzünden (trafik canavarı gibi bir tür canavar) acılar çeken halkın vicdanının sesi olduğunu göstermişti-, yıldırım bey de beğenmediği meslektaşlarının hapse atılmasıyla ilgili oh çok iyi de oldu tamam mı tavrıyla vicdanının faşistlere işlemediğini yazmış –ya da kendisine göre her türlü faşizme maruz kalmış insanın vicdanının sesi olmuş, yerseniz-..

    yani vicdan solculuğunun empatisinden faydalanabilmek için mazlum olmanız gerekiyor, zamanında da hiçbir zulüm işlememiş olacaksınız. tam vicdan diil yani sol vicdan burada –ki bu da yanlış bir tutum haline geliyor-.. eğer siz zamanında ya da halen kötüyseniz sizin hakkınızı savunmamak da vicdan kelimesinin içinde. yani belki de zulüm gören taraf sol olduğundan, olduğu sürece solcusunuz. o kadar solculuğunuz. “ya ne kadar olmalı?” geçerli bir soru tabi.
    “öl kenan evren öl” yazıları yazmak sürekli öldürülen kürt çocuklarını anlatıp t.c.nin katil olduğunu tekrarlamak bence yetersiz konumlar. (anlatılmamalı demiyorum, zaten ne haddime, tabii ki ceylanı, uğuru defalarca anlatmalı ama yetersiz işte nasıl desem bilemedim.. )

    ama bence vicdan solculuğu olayını çok güzel özetliyorlar: haddinden fazla bir duygusallık, mazlumla empati ve öfke… yetersiz analiz ve sıfır çözüm önerisi.

    fotoşipşakla olgulara özet geçiyor. feminizmi dayak yiyen kadın imgesine, eşcinselliği aşağılanan eşcinsel imgesine, kürt sorununu öldürülen küçük kürt çocuğu imgesine, 12 eylülü kötü kötü bakan pis general imgesine indirgiyor. tek kare fotoğraf veriyor. şipşak bir bakış açısı.
    aynısını öteki taraf feminizm için fahişe imgesi, eşcinsel için pornografik öğe, kürt sorunu için öğretmen öldüren terörist, 12 eylül için çocuğuyla çaresizce güvenli askere sığınan anne vb. karelerle yapabilir.
    akla mantığa diil duyguya oynuyor bu noktada vicdan solcusu. doğrudur. ama siyasi duruş olarak sol ise bence mantığa da dayanmalıdır, dayanır.
    tek fotoğrafa sığdırılamayan olgularda da tıkanıyor. güdük kalıyor vicdan solcusunun yorumları.

    türban sorununda türbanlı öğrenciler mazlumken bir duruşu var örneğin. mazlum değiştiğinde dönüştüğünde sağlam durabileceği noktası yok. okul kapısında ağlayan türbanlı fotoğrafı türban meselesi. ermeni sorunu hrant’ın delik ayakkabısından ibaret.
    o zaman kıbrıs meselesinde öldürülen türk bebeklerinin fotoğrafını basan yılmaz özdil’den pek de farkı kalmıyor. fotoğraf yerine güzel cümleler kullanılıyor hepsi bu.

    bu fotoğrafları azımsadığım düşünülmesin. ancak bunca karmaşık konuları özet geçmek için evet tek fotoğraf karesi yeterlidir ancak her gün yazı yazan bir köşe yazarı arada diğer fotoğrafları da koyabilmeli. istanbul’a gittiğinde sadece tramvay fotoğrafı koyarsan deniz yok sanılır çünkü. her gün farklı bir fotoğrafı koyabilmek gerekli... artı bir de sabit duruşun haricinde çözüm odaklılık da lazım...

    böyle işte birileri ölürken deklanşöre basarak o ana katkıda bulunmak gibi..
    böyle ufak bir kısa film vardı. ben açıkçası savaş muhabirinin cinayet anının fotoğrafını çekmek ya da ileri atılıp çocuğu kurtarmak ikilemi olarak görüyorum bu meseleyi. bir kısım solcu “fotoğrafı çekeceğine atlayıp çocuğu kurtar” diyor. atladığında çocuk da ölecek sen de büyük ihtimal ve kurtaramayacaksın da, olsun. bir kısım ise “en azından fotoğrafı çekeyim dünyayı haberdar edeyim” diyor, çok güzel bir kare oluyor, şak şak şak alkış kopuyor. bu noktada vicdan bence atlayıp çocuğu kurtarmak, bu metaforda vicdan solcusu dediğimiz ise şakşakşak alkışlanan taraf.

    ha benim için savaş meydanındaki muhabir her halukarda saygıyı hak eder o ayrı. ama savaşı da katili de biliyoruz. savaş da katil de belli. aydın bu noktada muhabirse; savaştaki çocuğun öldürülüş anının fotoğrafını çekenine değil, gerekirse atlayıp çocuğun öldürülmesini engellemeye çalışanına daha çok saygı duyarım şahsen.

    “şu fotoğraf makinesini kenara koy da bir el at, biz buradan bir şey yapmaya çalışıyoruz” bakış açısındaki eleştirilere de saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum.
  • şimdi konuyu daha geniş ele almakta fayda var, öncelikle "vicdan solculuğu" denilen şey sadece yıldırım türker ile alakalı değil, onu da aşan bence türkiye'de çoğunlukla orta sınıf diyebileceğimiz kesimlerde yaygın olarak varolan bir şey. bunun küçük burjuva sosyalizmi diye kodlanılan şeyden çok ama çok farkı var. nitekim küçük burjuva sosyalizmi öncelikle "mülkiyet sahibi, yani üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmayı" gerektiriyor. çok indirgemeci gibi durdu ama kısa geçmek lazım. ikincisi küçük burjuva sosyalizmi büyük burjuvaziyi gördükçe mülkiyeti elinden alınacağı için korkan ve bu yüzden radikalleşen yine proletaryayı gördükçe muhafazakarlaşan bir siyaseti getiriyor. geçelim.

    ikincisi yıldırım türker özeline inecek olursak bir kere "vicdan solculuğu" diye ortodoks marksistlerin eleştirmeye yeni yeni başladığı şey aslında bir karşıya alma değil bence "pozitif" anlamda bir eleştiri. nitekim şu boktan medya dünyasında sanırım "küçümsenebilecek" veya "karşısında durulması gereken" son kişi yıldırım türker. yani şöyle diyeyim daha anlaşılır olsun lan birgün başımıza bir iş gelse bu yıldırım türker'den başkası sesimiz olmaz. bu yüzden eleştirinin "yapıcı" olduğunu düşünüyorum. üslubun çok sert olduğunu söyleyemeyeceğim. yerinde olmuş.

    üçüncüsü konu sadece "örgütlülüğe" gelmiş. ara not eklemek gerekirse "ortodoks" modelin iddia edildiği gibi "yanlışlandığını" düşünmüyorum. bunun için ortodoks modeldeki hataları bulmaktan çok onu aşacak bir birikimin üretilmesi gerekir. ve dünyada böyle bir örnek yok. kanımca olmayacak da. insanlar arasında eşitsiz gelişim olduğu sürece hiyerarşinin olmasının kaçınılmazlığı bir yana, mesele bu hiyerarşinin siyasi aklı zedelemeyecek, son derece meşru ve demokratik yollarla belirlenecek olması. kanımca, hiyerarşi üzerinden ortodoks örgütlenme modeline eleştiri yönelten her odakta yine bir hiyerarşi var ve yine bence, bu hiyerarşi "gizli" olduğundan ortodoks modele yönelttiği tüm eleştirileri aslında içeriyor.

    bunu geçelim. konumuza gelelim. vicdan solculuğu bence doğrudan kalabilme saplantısıyla siyasette risk almamaktır. iş bu yüzden yazıda da örneklendiği gibi yıldırım türker hanefi avcı olayını "işkenceciydi" diyip kestirip atabilmekte. biri "sol toplumdan bu vicdan solculuğunu küçümsediği için uzak" demiş ki bence tam tersi. nitekim siyasi örgütlerin toplumun harıl harıl hanefi avcı tartışması yaptığı bir dönemde "işkencecinin tekiydi" diye tekrar yapması "e yani?" sorularına maruz bırakır. bu örneği, türban konusuna, kürt sorununa, ergenekon davasına yaymak mümkün. ve tekrar belirtmekte fayda görüyorum, vicdan solculuğunun eleştirilmesi bir pragmatizm hesabı ya da "vicdanlarımızı bir kenara bırakalım" demek değil. hanefi avcı örneğinden devam edeceksek, suçlarından bahsetmeyelim de değil. ancak neyin ön plana çıkacağı bir siyasette son derece önemlidir ve vicdan solculuğu hiçbir şeyi öne çıkarmayarak, güvenilir bir alanda söylem üreterek yerinde saymaya mahkumdur.

    türker özelinde özellikle söylemek istediğim noktalardan birisi kendisinin 2007 yılı boyunca arka arkaya yazdığı ve bizleri üzdüğü abdullah gül'e methiyeleridir. burada küçük şerhlerine rağmen onu adeta kutsamıştır. iş bu hatası bir tesadüf değil, vicdan solculuğunun getireceği noktadır.

    bence vicdan solculuğu üzerinden yapılacak en verimli tartışma 12 eylül referandumundaki "boykot" tavrıdır. çoğu insanın "ya aslında yeni anayasa kötü ama 12 eylül'e de evet diyecek olmayı vicdanım el vermeyeceği için boykotu seçtim" demesi bence önemli bir tartışmayı beraberinde getiriyor.
  • yıldırım türker üzerinden tartışılması gayet yerinde çünkü ondan daha iyi bir örnek daha yok. gerek hanefi avcı ve gerekse soner yalçın üzerinden yazdıkları tam olarak apolitizmin doruğu. üstelik gerçeğin sadece bir kısmını vermesiyle, doğruyu eksik söylemiş olmuyor, doğruyu çarpıtıyor ve hiç unutmamak gerek ki, bu söyledikleri onun niyetinden bağımsız olarak, süregiden bir operasyonu meşrulaştırmaya yarıyor. elbette türker bir yıldıray oğur değil, elbette değil, ancak yazdıklarını oğurgiller istisnasız "bayraklaştır"ıyorsa, durup bir daha düşünmek gerek...

    ara not ekleyeyim, bir de bu kavramı itibarsızlaştırmayı hedefleyenlerin birgün gazetesi'nin "yiyin birbiriniz" başlığına "apolitizm" diye yüklenmesi oldukça ilginç. çünkü yıldırım türkervari yaklaşım en iyi ihtimalle "yiyiyin birbirinizi"ye çıkar. en iyi ihtimalle...

    benim söylemek istediğim bir şey daha var, o da şu. vicdan solculuğu tartışması üzerinden bu kavrama karşı olanları "saldırgan" bir üslup sahibi olmakla suçlayanlar, hiç yazdıklarını okumuyorlar sanırım. karşılarındakileri karikatürleştirip tartışmaya özen gösteriyorlar. parti örgütlülüğü olmadan sınıf siyasetinin yapılamayacağını söylemek ciddi bir tezdir, tartışılır da bunu dillendirenleri "partim de partim diye diye dolaşanlar" şeklinde tasvir etmek, nasıl bir üsulp acaba?

    asıl mesele şurada, bir "türker yanlış yapamaz ekolü" onu ilahlaştırıyor. türker ve onun gibi düşünenler güvenli yerlerinden sola hiçbir hedef gösteremiyor, hiçbir politik çıkış sunamıyor ve nitekim bu bahiste, kendi güvenli alanlarında "hatırlatma"larla yol alıyorlar. hatırlatmalar elbette önemlidir, elbette değerlidir. örneğin sadece ergenekon operasyonu nedeniyle hanefi avcı'yı "badem gözlü" ilan etmenizi engeller ancak zaten solun ergenekon ile sınavı tek tek kişilere endeksli değil, bir bütün olarak davanın getirdiklerine, davanın bütününe yönelik bir itiraz. bu açıdan "hatırlatmalar"ın bir yerden sonra anlamı yok.

    üstelik süreçte, direnmeyip, güvenli kayalıklara çekilmek yenilmenin bizzat kendisi.

    daha önce de söylemiştim, geleneksel solu "şu yanlış var" diye çürütmek namümkün. onu aşacak bir pratik de henüz üretilmedi. o halde bize "siz kimsiniz?" diyenler hele bir "kim olduklarını" göstersinler, hele bir "bizi" aşacak pratik üretsinler ondan sonra sohbetimize devam ederiz.
  • ogünperver floydian'dan sol ve vicdan üzerine alınacak derslerden bir diğerinin ana başlığı.
  • vicdan solculuğu olarak yapılan tanımlama ve bu minvalde dile getirilen eleştirinin temel mantığı; vicdanı yapılan haksızlıklara katlanamayan, üzülen, ancak gerek subjektif gerekse objektif nedenlerden dolayı örgütlü siyasal mücadeleye katıl(a)mayan kişilerin duruşunu eleştirmek gördüğüm kadarıyla. ve tekrar aynı yere geliyoruz, burada sadece emekçi örgütlenmesi ile olabilecek bir devrimden bahsediliyorsa - ki doğrudur- ilkin işçi sınıfının günümüzdeki tahlili ve bileşenleri yeniden masaya yatırılmalı , ikincisi ise yine günümüzde örgütlenmenin neden değil, nasıl olması gerektiği sorusu öncelikli olarak sorulmalı.

    ortodoks marksizmin vicdan solculuğu kavramını eleştirmesinin bence eleştirilmesi gereken tarafı, eleştirinin hala ve hala küçük burjuva kodlaması üzerinden yürütülmesi. burada aradaki ayrımı görenleri bununla itham etmemekle beraber, yazının bana verdiği açık seçik bu. e değil artık, orta sınıf olarak lanse edilen kesimin içinde kafa emekçileri, bir kısım beyaz yakalılar , eş cinseller vs. bir sürü toplumsal grup mevcut. ve bu gruplar orta sınıftan iktidar ilişkileri ve üretimin -tüketimin bütün topluma yayıldığı finans kapital evresinde koparak artık işçi sınıfına dahiller. ortodoks marksizmin eleştirirken dikkate alması gereken en önemli noktanın bu olduğunu düşünüyorum. ezcümle, işçi sınıfının tanımlaması yeniden yapılmalı. ( revizyonist demeyin kalpten giderim bak ona göre) örgütlenme hususunda ise oldukça konuşuldu aslında , ancak birikim yok iddiasına katılmam mümkün değil. engels ortodoks yöntemi izah ederken ve öz denetimi, aşağıdan yukarıya örgütlenmeyi " bir gemi işçileri, onları kontrol edecek, iş başındayken denetleyecek üstleri olmasaydı yahut fabrikadaki işçilerin amirleri olmasaydı gemileri ya da fabrikaları idare edebilirler mi?" sorularını sorarak eleştirirken 1937 yılında barselona'da mühendis gözetiminde 7 günde yapılan otobüslerin öz denetim altında 5 gün içinde yapılacağını tabi ki bilemezdi. çok büyük bir birikim olmamakla beraber, yerel veya dönemsel her örnek aşağıdan yukarı örgütlenme ve öz denetim konusunda örgütlenme pratiğine katkıda bulunuyor. süreç belki yavaş, ancak dert zaten hata bulmak değil. dert, ortodoks marksizmin modelinin sahip olduğu zaman dilimi kadar, aşağıdan yukarı örgütlenmeyi sağlayan üretim ilişkilerinin gelişmesine de zaman tanımak konusunda. umuyorum ki, sürecin sonunda bizler için en yararlı ve efektif sonuçlar çıkacak.

    hanefi avcı konusuna çok kısaca değineceğim: yıldırım türker'in orada aldığı tavrın tahlilinde ciddi bir yanılsama mevcut. zira yıldırım türker tamamen vicdan temelli " işkenceci işte, daha ne ?" anlamında söylemedi o sözleri. o yazıyı yazdığı sıralarda hanefi avcı' nın demokrasi şehitliği mertebesine getirilmesininin meşrulaştırılmasına engel olmaya çalıştı. yani; hanefi avcı'nın günümüzde neden yargılandığını tartışmanın onu mağdur , kahraman ilan edebilmesi riskine hiç girmedi. hanefi avcı gibi bir zevatın tartışılması , onu dikkate alınacak bir siyasi figür ve anlayışın yetkin temsilcisi addetmekle eşdeğerdi, ve bunu da yapmadı. hepimizi silindir gibi ezip geçmek için fırsat kollayan devletin anlayışını zaten biliyoruz, hanefi avcı basit ve aşina olduğumuz bir örnek o kadar.

    son olarak, boykot meselesi. bir tarafta 12 eylül cuntasının el kitabı anayasaya demokrasi adına ( !) hayır demek, öte yanda ileri demokrasi için evet demek. bütün seçenekler bunlardan ibaretti ve bana hitap eden hiçbir şey yoktu. bu kısıtlama, sahnelenen rezil pandomime beni çekmek içindi ve ben de bu oyuna gelmedim. boykotun temeli budur, vicdanla herhangi bir alakası olduğunu düşünmüyorum. aksine , son derece de radikal bir davranış.

    hah, pardon. son bir son: totaliter , faşist zihniyetlerin dillerine pelesenk olan kelimelerden biri de vicdan. yavrucum, vicdan, eşitlik, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi kavramlar sana karşı oluşturuldu. oluşturabileceğin vicdan söylemi her zaman güdük kalmaya mahkum. zira, senin asıl kavramın erk, güç ve tahakküm. durulan yerleri şaşırmamak lazım.

    ezcümle, eleştinin saldırı niteliğinde olduğunu düşünmüyorum. sadece biraz zorlama olmuş ( bence) ve hedeflediği amaca ulaşamamış.
hesabın var mı? giriş yap