hesabın var mı? giriş yap

  • rashard griffith smac yaptıktan sonra ''rashard bursa çamlarında dolaşan bir serce ku$u kadar narin ve güzel öyle degil mi murat'' diyerek ikili arasında kısa bir sessizlige sebep olmuştu.

  • bunun bilimsel bir teoriden cok felsefenin alanina giren bir paradigma olabileceği yonunde iddialar vardir. $oyle ki; bir sorunun bilimsel arastirmaya konu olabilmesi icin olculebilir ve tekrarlanabilir (deneysel) olmasi gerekmektedir. "tanri var midir?", "evrenin di$inda ne var?", "ruh nedir?" vs. gibi sorularla bilimin alakadar olmamasi merak eksikliginden, bilim insanlarinin inancsizligindan ya da bilgi beceri yetersizliginden degil yanli$lanamaz / kanitlanamaz olmasindan kaynaklanmaktadir. bu baglamda supersicim teorisi ya da her $eyin teorisi de planck uzunlugundan kucuk olan $eylerle (ne demekse) ugra$ma ya da bir nevi her $eyi kapsayan (her olcekte her zaman gecerli olmu$ olacak olan gibi bi$eyler), ondan yola cikilarak her $eyin turetilebilecegi iddiasında olma gibi nedenlerle bilimsel olarak kabul edilmemek istenmektedir.
    gunumuz biliminin eri$tigi nokta goz onune alindiginda hak vermemek elde degildir. fakat tarih, bilimin kolunun asla uzanamayacagi iddia edildigi halde bilim kitaplarinin tozlu sayfalarinda yerlerini almi$, bu gun her kesce kabul edilen aciklanmis ve kanitlanmis olay ve olgularla doludur; (bkz: atomalti parcaciklar), (bkz: dna), (bkz: bilgisayar) hatta (bkz: bakiri altina donu$turme)...

  • zaten kuran'da yazan şeyin niye deneyini yapıyorlar anlamıyorum. hükumetimiz bunların önüne geçşin pls.

  • muhtemelen "bütün bu olaylar benim dışımda gelişti, ben ak partiliyim" diyeceği açıklamadır.

  • şeyma subaşı gibi birinin kitap çıkarmasından daha kötü bir şey varsa bu kitaba para verip satın alacak insanların olmasıdır.
    edit: önyargılı olduğumu ifade eden bir çok mesaj aldım, tolstoy da zengindi zengin insan yazar olamaz diye bir kaide mi var diye soran yazarlarımız da oldu tüm bu mesajlardan sonra belirtmek istedim ki şeyma subaşı’nın kitabını satın almaktan daha kötüsü onu canhıraş savunmak.

  • yatanların günahı nedir yahu, ayağa kaldırsinlar hemen garipleri öyle yapsınlar, 30 saniyede bitti gitti.

    biten sadece covid değil belli ki, türk gazeteciliği ve televizyonculuğu da böyle böyle bitti.

    edit yapmayı sevmiyorum ama bir tane mesaj geldi, " nereden biliyorsun da etki etmediğini dalga geçiyorsun " şeklinde. buradan yanit vereyim olayın ne kadar kolpa olduğu anlaşılsın.

    bak güzel kardeşim annem terminal devre kanser hastası. korkunç ağrılar çekiyor tahmin edersin. bu sebeple sadece kırmızı reçete ile satılan ve vücuda yapıştırılan bir bant, kas içine iğne ve damar yolundan verilen çok güçlü bir ağrı kesici bulduk, doktora soracağız yazabilir mi diye.

    ilacın etken maddesi fentanil. markayı vermeyim ama prospektüsünde diyor ki, damar içi enjeksiyonda 1-2 dakika içinde etki eder !

    her şeyi bir kenara bırakın damar içine enjekte edilen bu kadar ağır bir uyuşturucu dahi ancak 1-2 dakikada etki ediyor, senin covid hapı 30 saniye.

    haydi hayırlı traşlar.

  • david llewelyn wark griffith, yönetmenlerin zeus'u.
    sinemayı sanat yapan karanlık yetenek.

    kendisi pek kabullenmese de, bir çok otorite ve yönetmene göre yalnızca fast-food gibi tüketilmek ve reklam için üretilen sinemayı, bir anlatım aracına, üzerine düşünmeye değer bir ortama ve dünya görüşünü açıklamaya elverişli yeni bir sanat diline dönüştürdü.

    charlie chaplin'in deyimiyle, "hepimizin ilk öğretmeni".

    1875'te albay bir babanın* yedi çocuğundan biri olarak doğdu. babası amerikan iç savaşı'nın mağlubu olan konfederasyon ordusunda görevli galli kökenli bir süvariydi. birlik ordusundan atılan bir top güllesi ile sakat kalıp savaşamaz hale geldikten sonra ordudan emekli edildi ve savaş bittikten sonra konfederasyona bağlılığını her fırsatta dile getiren bir siyasetçiye dönüştü.

    çocukluğu boyunca babasından savaş hikayeleri dinleyerek büyüyen yönetmen, edebiyat ve sanata merak sardı sarmasına ama abd'nin güneyinde o dönem son derece normalleşmiş olan ırkçılık geleneğini de edindi ve bunun etkisinden hayatı boyunca çıkamadı.

    1890'da 15 yaşındayken babasının ölmesi ile genç griffith, kitap evlerinde, kütüphanelerde çalışarak para kazanmaya başladı ve aynı dönem bir tiyatroda görev almaya başladı. tiyatro sahnesinde pek fazla şans bulamayan yönetmen sahne arkasına geçip yazar olma kararı aldı ve new york'a taşındı. o dönem henüz yeni yeni konuşulmakta olan sinema endüstrisine kapağı attıktan sonra peş peşe sinema filmleri çekmeye başladı. kalitelerine pek aldırış etmeden neredeyse haftada dört kısa film çekmeye başladı. bunların çoğu, klasik masallar, dini kitaplarda anlatılan kısa öyküler ya da tarihi bazı olaylardan oluşmaktaydı.

    1915 yılında sanat sepet çevrelerinde meşhur olduktan sonra kolları uzun metraj bir film için sıvadı ve thomas dixon'ın hem roman, hem de tiyatro oyunu olarak kaleme aldığı the clansmen adlı kitabının bir uyarlaması olan the birth of a nation (bir ulusun doğuşu) filmini çekmeye başladı.

    amerikan iç savaşı döneminde ve sonrasında zıt görüşlü iki aileyi anlatan the birth of a nation, 1915 yılına göre inanılmaz uzun, inanılmaz pahalı, inanılmaz merak uyandırıcı bir yapım oldu. döneminin rekor ücreti olan 110.000 dolara çekilen film, 20 milyon dolar hasılat yaptı. ilk gösterime girdiğinde bilet fiyatı 2 dolar olan film tam 15 yıl boyunca sinemalarda gösterildi. filmde teknik olarak ilk defa denenmiş ve başarılı bulunmuş, pan, gece çekimi, panaromik çekim, yüzlerce figüranın yer aldığı savaş sahneleri gibi teknikler de vardı. bu bir anlamda, daha sonraki sinema filmlerine teknik olarak öncülük ettiğinin kanıtıdır.

    fakat bütün teknik ve sanatsal başarısını gölgede bırakan bir şey daha vardı ki, the birth of a nation olağanüstü derecede ırkçı bir filmdi. ku klux klanı kutsayan, iç savaş sonrası ülkenin kahramanları gibi gösteren, siyahileri tecavüzcü, katil ve vahşi olarak tasvir eden bir filmdi. griffith o kadar ırkçıydı ki, filmdeki siyahi karakterler için siyahi oyuncular oynatmadı bile. baya baya yüzü makyajla kahverengine boyanmış beyaz oyuncularla çekime devam etti. 1970'lerde dahi ku klux klan kendi örgütüne üye toplamak için bu filmi kullanıyordu

    beyaz saray'da ilk defa gösterime giren film, o dönem abd başkanı olan ve güneyli bir diğer ırkçı woodrow wilson tarafından çok beğenildi. hatta film hakkında, "bu film görüntüyle yazılmış bir tarihtir ve maalesef hepsi çok doğru." gibi bir yorumda bulundu. ne var ki, başkan wilson özellikle abd'nin kuzeyinden gelen tepkiler üzerine çark etti ve böyle ifade kullanmadığını ve ırkçı olmadığını anlatan bir basın açıklamasında bulundu.

    bir yıl sonra, d. w. griffith kendisine yöneltilen eleştirileri pek de umursamadı ve ikinci büyük başyapıtı intolerance (hoşgörüsüzlük) çekimlerine başladı. ilk filmine göre çok daha uzun, çok daha pahalı ulan bu film 4 paralel dini ve tarihi hikaye ile insanlık tarihinde hoşgörüsüzlük kavramını ele alan bir epik yapımdı. perslerin babil işgali, isa'nin çarmıha gerilmesi, ortaçağ ingiltere'sindeki büyük protestan katliamı ve suç kavramı üzerine bir melodram olarak dört bölüme ayrılan film, o dönem için korkunç büyük bütçe olan 2 milyon dolara çekilmiş ve yaklaşık 3.5 saat uzunluğuna ulaşmıştır. 1500'den fazla figüran, dev sahne dekorları, pahalı kostümleri, müthiş kalabalık oyuncu ve set ekibi ile rekordan rekora koştu.

    fakat film hem zor ve rahatsız edici sahneleri hem uzunluğu hem yönetmenin kötü şöhreti hem de siyahilerden sonra ağır bir yahudi düşmanlığı yapması sebebiyle gişede battı, hatta yapımcısı 20th century fox'u bile batırma noktasına getirdi.

    işler bu noktadan sonra d.w. griffith için pek de iyi gitmedi ve yönetmenin talihi tersine döndü. intolerance battıktan sonra yönetmen kendini önce alkole verdi daha sonraları da yanlış yatırımlar yüzünden parasını büyük oranda kaybetti. aynı dönemde time dergisinde kendisi hakkında 'parasını hızlı ve dengesiz harcadı' manşeti bile atıldı.

    1930'lara geldiğimizde yönetmen ilk sesli filmi olan abraham lincoln'ü çektiğinde, çağdaşları olan john ford, charlie chaplin, cecil demille, frank capra gibi yönetmenler hem teknik hem anlatım açısından kendisine çoktan tur bindirmeye başlamıştı. bu sanatsal yetersizlik ve yoksulluk durumu yönetmende ağır bir alkol bağımlılığı ve depreson hali yaratmış olacak ki son yirmi yılını tam bir inziva halinde tek başına geçirdi. 23 temmuz 1948'de hollywood'daki evinde beyin kanaması sonucunda öldü.

    sinemayı ne kadar değiştirdiğinin pek de farkında olmayan bu efsane yönetmen, bir defasında oscar ödüllerini dağıtan sinema sanatları ve bilimleri akademisi*'nin adını duyduğunda 'sinema sanatları ve bilimleri akademisi mi? ne sanatı? ne bilimi?' diye tepki vererek sinemanın bir sanat ya da bilim ile ilgili bir akım olabileceğine anlam bile verememişti.

    d.w. griffith bu inişli çıkışlı hayatı sonlandığında bile her ne kadar alkolik, azılı bir ırkçı, kaba saba bir herif olsa da kendi ülkesinde her zaman anısına saygıda kusur edilmeyen bir yönetmen oldu. amerikan yönetmenler birliği (dga)'nın verdiği en prestijli ödül olan 'ömür boyu başarı ödülü' 1953'ten 1991'e kadar d.w. griffith award olarak anıldı, amerikan posta servisi anısına pul bastırdı, hollywood yıldızlar caddesindeki kaldırıma ismi kazındı.

    "sinema d.w. griffith ile başlar, kiarostami ile sona erer."
    jean luc godard