• plajdaki ayna isimli öyküsündeki bir diyalog, çocuk olmanın tarifidir.

    - ben mektebe gitmiyorum ki.
    - neden ?
    - öğretmen beni dövüyor.
    - neden ?
    - yaramazlık ediyorum da ondan.
    - sen de yaramazlık yapma.
    - ben yaramazlık ne demek bilmiyorum ki.
    - öğretmenin yapma dediği şey.
    - belli olmuyor ki. bir gün arkadaşımın biri ''çamaşırcının piçi'' dedi. ben de dövdüm onu. öğretmen de beni dövdü. ondan sonra beni hep ''çamaşırcının piçi'' diye çağırdılar. hiç kimseyi dövmedim; yaramazlıkmış diye. bir kaç gün sonra yanımdaki arkadaşın iki kalemi vardı. birini aldım. ''hırsızsın sen'' diye dövdüler. benim kalemim yoktu aldım. sonra o da yaramazlıkmış, hem de çok fena bir şeymiş. bir daha kimsenin kalemini almam dedim. defterini aldım. bu sefer hem dövdüler, hem mektepten kovdular.
    - çok fena yapmışsın.
    - fena yaptım. ben adam olmak istemiyorum ki.
    - ne olmak istiyorsun ya ?
    - boyacı olacağım dedim ya. ahmet ağabeyim de boyacı.
    - sever misin ahmet ağabeyini ?
    - tabii severim. annem de sever. bazı gece bizde kalır. para verir bize. aç bile kalsak o bulur bize ekmek.
    - asıl ağabeyin değil mi ?
    - nasıl asıl ağabeyim ?
    - bayağı asıl ağabeyin, babanın oğlu değil mi o da ?
    - değil tabii.
    - o kimin oğlu ?
    - bilmem.
    - kaç yaşında ?
    - benden büyük.
    - sen kaç yaşındasın ?
    - dokuz.
    - o ?
    - büyük işte.
    - ne kadar ?
    - senin kadar var.
    - ha şu mesele. peki boyacı olunca nolacak ?
    - para kazanacağım.
    - sonra ?
    - sonra rakı içeceğim.
    - sonra ?
    - sonra yine potin boyayacağım.
    - sonra ?
    - sonra cıgara içeceğim.
    - sonra ?
    - elinin körü!
    - bu laf ayıp işte. senin kulaklarını çekerim.
    - anneme söylersem seni.
    - bir de selam söyle!

    hani imkan olsa gireceksin öykünün içine, sen de iki lafın belini kıracaksın..
  • yaşar kemal'in tasviriyle:

    "akşamüstleri tünelden taksime doğru sol kaldırımdan yürürseniz, gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli, ama müthiş kederli -yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştır-, pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar.
    bu adamın, bu beyoğlu kalabalığı içinde bir hali vardır ki (daha doğrusu her hali) size bu koskocaman şehirde yalnız, yapayalnız olduğunu söyler.
    bu neden böyledir? orasını kimse de bilmez…
    bazı adam vardır, insan yüzünde sırf hınç, kin okur.
    bazısında gurur, bazısında neşe, bazısında bayağılık, aşağılık…
    bu adamın üstünden başından da yalnızlık akar.
    bir de bu adama, kadıköy iskelesinin kanepelerinden birine oturmuş, heybeli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız.
    bu adam hikayeci sait faiktir."
  • geçenlerde sait faik'le ilgili bir yazı hazırlarken şöyle bir şeye denk geldim:

    özdemir asaf'ın anlattığına göre, sait faik, 40'larda/50'lerde hürriyet'e hem hikâyelerini verirmiş, hem de gazete için röportajlar yaparmış -ki, röportajlar mahkeme kapısı'nda ve tüneldeki çocuk'ta yayımlanmıştır-; işte, bu dönemde, sedat simavi, oturduğu yerden yazıyor diye hikâyeler için beş, röportajlar içinse mahkemelere gittiği ve yazarlarla/sanatçılarla görüştüğü için on lira ödeme yaparmış sait faik'e...

    işte bizim memlekette sanata verilen kıymet...

    sahi, "yazarlığı" meslekten sayılmayan, pasaportunda meslek hanesi boş bırakılan da sait faik değil miydi!..
  • ölümünden kısa bir süre önce yapılan bir röportajda, “sizce yaşamak nedir?” sorusunu şöyle yanıtlamıştır:

    “balık tutmak; kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak; beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek; hikâye yazmak; velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan âvâre gezmek bütün gün. işte ben böyle hayattan zevk alıyorum, buna yaşamak derim.” (sait faik’le son röportaj”, izlerimiz, 1954)

    yaşar kemâl ise şöyle bahseder:

    ...ona kadıköy iskelesinin kanepelerinde rastladım.

    - ne var ne yok sait? dedim, hikâye yazıyor musun?

    - yok, dedi, yaşıyorum.

    hüzünlü, ılık, insan sevgisi dolu hikâyelerini sait yazmaz, yaşar. (yaşar kemâl, “sait faik’le görüşme”, cumhuriyet, mart 1953)
  • ortaokuldayken türkçe hocası meşhur öykülerin bir kısmına kadarını yazdırır,* geri kalan kısmı bizim tamamlamamızı isterdi. bir gün de sıra semaver'e geldi. başladı millet harıl harıl sallamaya. ben de bu öyküyü bildiğim için tuttum aynısını yazdım. böyle saçma gereksiz de bir gurur duydum kendimle. mal gibi kasılıyorum filan. neyse sonraki hafta mı ne oldu. hoca geldi derse yine. notları açıkladı. ben diyorum "kesin 100 alırım yeaa." ismimi okudu, "sıfır" dedi. yazıyla sıfır. bütün sınıfla birlikte şok oldum ben de. oturdum kıçımın üstüne. millet fısır fısır konuşuyor. bu inek nasıl sıfır alır lan diye herhalde. dersin bitmesine yakın hoca çağırdı yanına. "niye sıfır aldın biliyor musun?" dedi. "bilmiyorum hocam" dedim. "ben size bu hikayeyi hayal gücünüzü kullanarak yazın diye verdim, birebir aynısını yazın diye değil, öyle olsaydı herkes bu hikayenin orijinalini yazsın derdim" dedi. ":/" dedim. "şimdi geç yerine" dedi. geçtim yerime. oturdum kıçımın üstüne yine.

    2. dönemde yine çok bilindik bir hikaye verdi derste. bir sallamaya başladım. 5. kağıdı istiyorum artık. "al ulan sana hayal gücü" diye diye yardırıyorum. zil çaldı. ben finali yetiştiremedim. 3 nokta koydum bıraktım. hikaye havada kaldı bön gibi. topladı hoca kağıtları. sonraki hafta oldu. okudu ismimi, kalktım. "100" dedi. "hikayenin sonunu okuyucuya bırakman çok etkileyici olmuş" dedi. çömdüm yine yerime. diyemedim "ulan yetiştiremedim ne okuyucuya bırakması, reha erdem sineması mı çeviriyoruz burada!!!" diye.

    karneme de 5 gelmişti o yıl, iki dönemde de. yıllar yıllar sonra kardeşim de aynı okula gidince öğrendim ki semaver ödevime de 100 vermiş yine. geçen yolda gördüm ramazan hoca'yı, bizim yukarı sokakta. baktı, tanımadı galiba. elinde bir kitap vardı. kapağına baktım. sait faik abasıyanık'ın kayıp aranıyor romanı idi. arkasından bakıp tebessüm ettim. pardesümün yakasını kaldırıp kalabalığa karıştım... ehehe şaka lan ne kalabalığı, gocuğu giymeden çıktım, bakkala ekmek gelmemiş daha fırına kadar yürüdüm o soğukta amına koyim.
  • bundan tam 66 yıl evvel aramızdan ayrılmış edebiyatçı. ölüm yıl dönümünde onu bir aleksandra'yla olan hikayesiyle analım.

    sait faik abasıyanık, aleksandra ile 1941 yılının başlarında tanışır ve “esmer, ortadan biraz uzun, saçları alagarson, sert çizgileriyle az çok erkek görünümlü” * kadına ilk bakışta aşık olur. yazarın içi öylesine heyecan doludur ki onunla buluşmaya yalnız başına gidemez. yanında mutlaka bir arkadaşını da götürür ki onlarla sohbet etsin, konuşsun. çünkü sait faik, aleksandra’nın yanında susup kalmaktan korkar.
    usta yazarın üçüncü kişisi çoğu zaman sabahattin kudret aksal olur. eğer ortalıkta yoksa bu görev samim kocagöz'e düşer. o da yoksa salah birsel mutlaka eşlik eder kadim dostuna. aralarında gel zaman git zaman bir aşk başlar. sait faik'in dünyası değişir. kaygıları olsa da onunla birlikte olmak ister. fakat bu ilişki sait faik’in annesi tarafından onaylanmaz. hatta oğlunu mirasından mahrum edeceğini söyler.
    yine de bu sevdadan vazgeçmeyen sait faik’in içinde garip bir şüphe filizlenmeye başlar. nedendir bilinmez aleksandra’nın kendisini sevmediğini düşünen sait faik, bu şüpheden kurtulmak için sevgilisine bir oyun oynamaya karar verir. oyunun planına göre sabahattin kudret aksal en yakın dostu sait faik’ten habersiz aleksandra’ya buluşma teklifi edecektir. eğer aleksandra bu teklifi kabul ederse sait faik kaygılarında haklı çıkacaktır. sait faik, aleksandra’yı burgazada’ya çağırır ve sabahattin kudret’e gidip aynı vapura onunla binerek aleksandra’dan randevu koparmaya çalışmasını ister. başarır bunu sabahattin. söz konusu oyun tam da sait faik’in düşündüğü gibi işler. usta yazar kaygılarında haklı çıktığını düşünür.
    o günden sonra bir daha aleksandra’yla görüşmez ancak içten içe özlemeye devam eder. sokağından geçer, arkadaşlarını da beraberinde sürükler.
    sait faik abasıyanık, aşkı aleksandra’yla yıllar sonra, 7 mayıs 1954’te beyoğlu’nda aynalı pasaj’da karşılaşır. son bir kez daha tedavi için gittiği dişçide görür ancak tek kelime konuşmazlar. aleksandra’yı son görüşü öyle olur. o gün kan boşanır ağzından. 8 mayıs’ta, şişli’de sonradan kent sineması olan yerdeki marmara kliniği’ne kaldırılır, 11 mayıs’ta hayata gözlerini yumar. *

    aleksandra’nın mahallesini ve mahallede yaşayan insanları öykülerinde sıkça anlatan yazar, aleksandra’nın kendisinden yalnızca bir şiirinde bahsetmiştir:

    "bir masa

    bize bir masa ayır yankimu
    aleksandra'mla benim için
    bir masa.
    üstü çiçeksiz
    örtüsü gazeteden
    şarabı aşktan
    hem hülyadan.
    aleksandra'm mızıka çalsın
    siyaha çalar parmaklarıyla
    güftesi bayağı şarkılar
    adi havalar.
    meyhane acı zeytinyağı koksun
    sen hoşnut ol yanakimu."'

    sait faik ömrünü sürekli bir avarelik içinde, burgaz’da ya da beyoğlu’nda dolanmakla geçirirdi. çoğu zaman, sinemaların önündeki fotoğraflara boş gözlerle bakardı.

    balıkçı kahvelerinde, sandallarda, ada vapurlarında, meyhanelerde, gözlerden uzak köşelerde cebinden çıkardığı buruşuk kağıt parçalarına bir şeyler karalardı dizinin üstünde.

    kılık kıyafeti ve davranışlarıyla yazar çizer takımı aydınlarına hiç mi hiç benzemezdi.

    koltuğunun altında kitap taşımaz, okuduklarını anlatmaz, düşüncelerini iddialı iddialı savunmaya kalkmaz, kişiliğini ikide birde ileri sürmez, kendinden hiç söz etmezdi. *

    hiç evlenmedi sait faik. kim bilir, belki aleksandra sait faik’in güven testini geçseydi evlenirdi de onunla.

    faik’in yakın arkadaşı orhan veli kanık, sait faik'in aleksandra'ya "birdenbire" aşık oluşunu şiirleştirir:
    “her şey birdenbire oldu.
    kız birdenbire, oğlan birdenbire;
    yollar, kırlar, kediler, insanlar...
    aşk birdenbire oldu.”

    * * *
    * * *
    * *

    düzeltme: klavye kaynaklı harf hataları.
  • "baktım, zeyrek yokuşunun seddi dibinde uyumuş bir köpek. yanına oturdum. gözünü açtı. böcül böcül baktı. korka korka kafasını okşadım. gözünü yumdu. bir konferans da ben ona çektim. dedim ki:
    — oğlum patlak göz. ben insanoğlu. sen hayvanoğlu. bundan milyonlarca sene evvel her ikimiz de kurttuk, solucandık, tek hücreli mahluktuk. ondan evvel boşlukta bir tozduk. sonra bak işte bu hale geldik. bundan sonra belki böyle kalırız. belki de değişiriz. ama böyle kalmayalım. siz de bedbahtsınız, biz de. evlerde uyuyanlar, ipekler içinde uyuyanlar, kadın koynunda uyuyanlar, soba başında kıvrılmış bobiler de var. lastikten kemikleri, topları var. hanımları atar, koşup getirirler. sabahları kapıcılar gezmeye çıkarırlar. insanlar var, sevdiklerini almışlar şu saatte koyunlarına, dalmışlar iki kişilik rüyalarına. pekâlâ ne yapalım? ama sen zeyrek yokuşunda kuyruksuz, tüysüz, uyuz, soğuktan titreyen bir sokak köpeği, ben panco'nun arkadaşı, başka hiçbir şey değil, yağmura vurmuş, uykusuz, canı burnunda, yüreği ağaççileği sokağı'nda, kafası bomonti tramvay durağından yüz metre uzakta kirli bir yastıkta bir adamcağızım. ne yapalım? günün birinde dostluklardan, insanlardan ve hayvanlardan ve ağaçlardan ve kuşlardan ve çimenlerden yapılmış vazife hissiyle çarpan yüreklerle dolu bir âlemde yaşayacağımızı düşünelim. bir ahlakımız olacak ki hiçbir kitap daha yazmadı. bir ahlakımız, bugün yaptıklarımıza, yapacaklarımıza, düşündüklerimize, düşüneceklerimize, hayretler içinde bakan bir ahlakımız. o zaman seninle daha uzun dostluklar ederiz patlak göz. o zaman hiç merak etme. dostum panco da bana hak verecektir. kilise ahlakından söz açmayacak. dostluğun olağanüstü güzelliğini çocuklarına anlatacaktır."

    — öyle bir hikaye, sait faik abasıyanık
  • "sait, ansizin oldu. olum haberi bile vaktinde alinamadi. cenazeyi evininin bulundugu sokaktan gecirdiler. bakmayin gazetelere agliyan tek ki$i yoktu. yalniz ya$li bir kadin, o da her tabutun arkasindan aglayan cinsten. $i$li camiinde, yuz ki$i kadardik. nasil bir yagmur!... revakin altina sigindik, sigara ustune sigara ictik. haldun'u o gun ilk defa dudaginda sigara ile gordum; onu da bitiremedi ya, du$urdu. mezarin ba$ina geldigimiz zaman, biz daha azalmi$, yagmur daha cogalmi$, imam da hizlanmi$ti. oylesine cabuk okudu ki, kimse amin demek firsatini bile bulamadi. sonra... araba bulmak icin ko$u$malar, iti$meler.

    donu$te, $ofor: 'kimdi bu, agbi?' dedi. 'sait faik' dedik. anlamadi.
    ustelemedi de. biz de bir $ey anlamadik ya. hicbir $ey olmami$ gibi davranmak icin a$iri bir gayret gosterdik, 'sait be, bu havada olunur miydi?' diye bagiranlarimiz oldu. ama, sonralari, yava$ yava$ sikinti icimize cokmiye, yerle$miye ba$ladi.

    $imdi, sait faik hakkinda konu$mak icin daha cok erken. ama, birtakim $eyler var ki, onlari soylemek icin hicbir vakit erken degil: sait faik, en buyuk hikayecilerimizden biri olan sait faik, eserlerinden hemen hemen hicbir $ey kazanamadan olup gitti. ke$ke, degeri anla$ilmami$ti da ondan boyle oldu, diyebilseydik; ama, degeri anla$ildigi halde parasiz oldu.

    anasi olmasaydi, o da sikinti icinde yuzecek, yahut gidip bir bankada memur olacakti. sait faik'i ya$atamadik. onun gibi ya$atamadigimiz, ellerine imkan veremedigimiz bircok yazarimiz var. bunlar icin de hicbir $ey yapilmiyacak, biliyorum. dort be$ bin okuyucu nasil olsa onlari besliyemez, bunu da biliyorum. yarin bir gun, iclerinden biri olunce, ben yine bir avuc insan bir cami avlusunda birle$ecegiz, sayfalar tertipliyecegiz, anma torenleri yapacagiz. bu boyle. orhan veli, arkasindan sait faik, arkasindan...

    hepsi de, toplumda birer siginti, emegi geregince odenmiyen, sikinti ceken, yarinin ekmegini kazanmak icin cirpinan ki$iler. sonra bir de kiskanclik!

    sevdigim bir dost soyledi, "bircok hikayeciler $imdi memnundur!" dedi. rezalet ama, dogru. gercek, ideale falan uymuyor. okuyucu kitligi var. mesele $u be$ on bin ki$iyi ba$kasina kaptirmamakta. hayat kavgasi bu. be$ on bin ki$i bir yanda, said'in adini bile bilmiyen yirmi iki milyon insan ote yanda. sonra, bir de edebiyatmi$, $uymu$, buymu$... gec!"

    adnan benk (sait faik'i ya$atamadik*)

    (dunya gazetesi. sanat sayfasi. 15 mayis 1954)

    ic. "sait faik icin" (bir biyografi ve basinda cikmi$ yazilardan secmeler), haz. tahir alangu, yeditepe yayinlari, istanbul-1956, s.155-156.
  • 4 kasım 1937 / modern romulus

    amerika’daki mark twain cemiyeti, 4 kasım 1937 tarihinde atatürk’ü fahri üye kabul ederek, kendisine bir madalya armağan etti. madalyanın üzerinde, “kemal atatürk, modern romulus” yazılıydı.* madalyanın beraberindeki mektupta ise şu not vardı:

    “sayın cumhurbaşkanı,

    sizin de kabul ettiğiniz bu madalyayı, mark twain’in büyük anısına size takdim ediyoruz. eğer mark twain yaşıyor olsaydı, türk halkına başka hiç kimsenin gülmeyi ve hayattan zevk almayı sizden daha iyi öğretemeyeceğini düşünürdü.”

    bundan yıllar sonra, 1953’te, mark twain cemiyeti’nin onursal üyelik verdiği ikinci türk, modern edebiyata yaptığı katkılardan ötürü sait faik abasıyanık oldu. sait faik, onursal üye seçilmesi üzerine kendisiyle bir röportaj yapan yaşar kemal’e, bunun kendisi için anlamını şöyle tarif ediyordu:

    “bana, mark twain cemiyeti fahri üyeliği verildi, dünya edebiyatına ettiğim hizmetten ötürü. birçokları gibi ben de şaşırdım. benden önce, bu cemiyetin ilk üyesi atatürk’müş. beni sevindiren de bu işte. atatürk’ten sonra benim üye olmam, benim için ne büyük bir şereftir. bir milletin yetiştirdiği en büyük çocuğu ile, o milletin kendi halinde bir küçük hikâyecisinin amerika’daki bir cemiyette buluşmaları, küçük hikâyeci için ne bulunmaz şerefli bir fırsattır!”

    *romulus: roma’yı kurup adını verdiğine inanılan efsanevi kahraman.

    not: bu entry’yi ilk olarak 2019 yılında mustafa kemal atatürk başlığına yazmıştım. (bkz: #97420633) fakat o günden beri birçok yazarın mesaj gönderip konunun bu başlıkta da bulunmasının faydalı olacağını söylemesi üzerine, ilgili entry’yi aynı şekilde buraya da eklemeye karar verdim.
  • "kendi peşimi bile bıraktım" demiştir.

    herşeyden öylece vazgeçişi anlatışındaki sadelik; ustalık işidir.
hesabın var mı? giriş yap