• (bugün entry girmeyecektim ama düşündükçe rahatsız oluyorum, yazmazsam çatliiciim...)

    avukatlar açısından,

    - gerek `havana kuralları- gereksetürkiye barolar birliği`'nin bildirdiği avukatlık meslek kuralları bakımından yasaklanmış olan durum.

    özdeşleme yasağı özetle şudur, sen bir avukat olarak müvekkilinin yerine geçemezsin. vekilsen vekilliğini bilirsin. dava konusu olan menfaat sana ait olamaz, o tamamen müvekkilinin menfaatidir. senin o davadan kazanacağın para aslında tamamen müvekkilinin parasıdır. aranızdaki "dava konusunun yüzde 15'i" gibi olan sözleşme başka bir şeydir. sen davayı kazandığında tahsilatı müvekkilin adına yaparsın, atıyorum yüz bin liralık icra takibini "85bini müvekkil 15bini benim için" diye açmazsın ve bunun sebebi de budur.

    bu kadar şeyi neden anlatıyorum...

    eğer dava konusu bir arazinin mülkiyetiyse mesela, müvekkilinle "araziyi kazanınca yarısını alırım" gibi bir anlaşma yapmamalısın. özdeşleşme yasağına aykırıdır.

    müvekkilin eğer bir şirketse, savunduğun şirkete ortak olman da bu kapsamdadır. çünkü orada artık vekil değil asil olursun, müvekkilinle özdeş olursun. olmamalısın. bunu yapan haddinden fazla avukat var biliyorum salak değilim. ama ona bakarsan, biz ücretlilerin tamamının maaşı asgari ücret gösteriliyor, herkes yapıyor diye bu da mı doğrudur?

    bunu yaparsan bağımsız olmazsın. avukat olursun, ama hukukçu olmazsın. çok para kazanırsın, ama çok "sevmeyen" de edinirsin.
    kişisel menfaatin, meslek etiğinin önüne geçer. yanlış olur. meslekle kişisel menfaat o kadar da alakasız şeyler değil bunu da biliyorum, hala salak değilim. ama 3 gün önce "hukukçu" olarak çizdiğin portreyi, birden "sadece avukat" olarak değiştirirsen, işte böyle sakız olursun milletin ağzına. bunu bir meslektaşın olarak söylüyorum.

    sen de haklısın, ekmek parası bunlar. kimse bu yüzden hiçkimseyi suçlayamaz.
    ama o ekmeğin parasının kimlerden geldiğini unutmamak lazım.
  • "...
    "hayatım roman" sözü, olsa olsa (dilimizde kullanılan yanlış anlamında) arabesk bir roman anlayışını dile getiriyordur. çünkü hiçbir yaşam roman değildir. ama her büyük roman bir yaşamdır, birden fazla yaşamdır. her şeyden önce, bir "roman-yaşam"dır. okurun, herhangi bir romanda geçen olaylarla kendi yaşamını, kimi roman kişileriyle kendi kişiliğini özdeşleştirmesi olanaksızdır. romancı, düşsel bir okura onun yaşamını sunmaz, kendi kurduğu bir dünyayı sunar. roman dünyasıdır bu. ya da, benim için bir oyun yazarından çok, büyük bir romancı olan shakespeare'in ünlü deyişiyle, "sözcüklerin, sözcüklerin..." dünyasıdır.
    a. romanında kendimi buldum
    b. öyküsü benim öyküm
    c. şiiri benim duygularımı aynen dile getiriyor.
    d. oyunundaki kişi tıpkı ben.
    örneği özdeşleşmeler, sanat yapıtıyla, "alıcısı"; günümüzün moda deyimiyle "gönderen ile gönderilen" arasındaki bir aldanmadan başka bir şey değildir.
    ben, bana, beni anlatan bir sanat yapıtının peşinde olamam. tam tersine, bana, belki bende olduğu halde bilmediğim, bilincine varamadığım, duyumsayamadığım, ayrımsayamadığım "şeyleri" duyumsamak, ayrımsamak, bilincine varmak için okurum yazınsal bir yapıtı. yalnız yazınsal yapıta değil, bir resme de öyle bakarım. karşımdaki çıplağa, manzaraya, nature-morte'a, ressamın dünyasının bana sunduğu o yepyeni dünyayı keşfetmek için bakıyorum. modigliani'nin resimlerini, uzun boyunlu kadınları sevdiğim için sevmiyorum, ne de soutine'in etlerini, kasap ya da etobur olduğum için. dali'nin gerçeküstü resimleri hiç de benim düşlerimin resimleri değil. ne de başkalarının. picasso ya da braque'ın kübist resimleri, bu resimlerden önce bilmediğim bir dünyayı seriyor gözlerimin önüne. tablo, ayna olmadığı için değil (tablonun ayna olmadığını, resim sanatı üzerine azbuçuk kafa yormuş herkes bilir); ayna, her yaratıcı elde, değişik bir görüntü verdiği için.

    (...)

    seni seviyorum.
    ölüsü önünde kırk gün kırk gece ağladım.
    günler nasıl geçiyor, geceler nasıl parmaklıklar arasında.
    umudu yaşatmak gerek...
    türü dizeler, okurun paylaşacağı duygular, düşünceler, inançlar olamaz mı?
    hiç kuşkusuz olur. çünkü herkes, seni seviyorum, demiştir ya da demek ister. çünkü bazı kişiler için bir ölü, önünde kırk gün kırk gece ağlanacak bir ölüdür.
    ve hiç kuşkusuz umudu yaşatmak gerektir.
    ama bunlar, bilinen şeylerdir; yazarla, ozanla okuyucunun özdeşleşmesi değildir. özdeşleşme, bu anlamda, okurun yazardan beklediğini bulmasıdır. oysa, yazar, okuyucuya beklediğini değil, bilmediğini; ayrımsadığını değil, ayrımsamadığını sunar. çünkü sanatçının işlevi bekleneni, bilineni sunmak değil, bilinmeyenden, karanlıktan bir şeyler koparmaktır, bilineni, görüneni yinelemek değil.
    sanatçı yeni bir dünya yaratır. renklerle, biçimlerle ya da sözcüklerle şaşırtır. bu şaşkınlık içinde okur, dinleyici ya da seyirci yepyeni bir dünya keşfeder. bu "keşif" christoph colomb'un amerika'yı keşfinden daha az heyecanlı değildir. çünkü her iki örnekte de varolduğu halde bilinmeyen bir dünya keşfediliyordur.
    bu dünya ile özdeşleşmenin ise, ilk aşamada, olanağı yoktur. colomb, hindistan'a gideyim derken amerika'ya ayak basmıştır. okur için de durum budur. bir yapıta (bu yapıt, ister yazınsal bir yapıt, şiir, öykü, roman olsun; ister görsel bir yapıt; ister bir müzik yapıtı) bir bilinmeze yolculuk gibi yaklaşılır. yol aldıkça bunlar ayrımsanmaya başlar. sonunda ise, o yapıtta kendimizi bulmaktan çok benliğimizin, kişiliğimizin, yaşam deneylerimizin, anılar birikimimizin küçük paarçacıklarını buluruz
    .
    siz siz olun, hiçbir sanat yapıtıyla, hiçbir roman kişisiyle, hiçbir şiirle özdeşleşmeyin. yoksa hindistan'a doğru yola çıkar ve... hindistan'a varırsınız.
    ..."

    ferit edgü

    şimdi saat kaç / yky / 1.b, ağustos 2003 / s.56-59
  • insanın bir diğer insan ya da içinde bulunduğu topluluk ile arasında ortak yanlar bulup, ona veya onlara benzemesine veya benzemeye çalışmasına denir.
  • bir savunma mekanizması. şöyle ki kişi herhangi bir eksikliğini* çevresi tarafından sevilen sayılan kişi, nesne, sosyal grup veya kurum aracılığıyla kapatmaya çalışır. onun başarısını kendisine mal eder binevi. çünkü onunla arasında bir bağ vardır. çocuklarda, özellikle de okul öncesi yaş grubunda bu savunma mekanizmasının kullanılması doğal hatta çocuğun sosyalleşmesi, öğrenebilmesi adına gereklidir.

    ör: matematiği kötü olan bir çocuğun öğretmenine abisinin matematiğinin çok iyi olduğunu söylemesi.

    fakir birinin zengin bir akrabasıyla veya fanatik bir taraftarın takımının başarısıyla övünmesi.

    6 yaşındaki bir çocuğun; hakim olan annesinin iş yerinde annesinin cüppesini, doktor olan babasının iş yerinde babasının önlüğünü giyip dolaşması, onlar gibi davranması.

    genç werther'in acıları ve sonrasındaki intiharlar da en dramatik örneğidir.
  • [vıı. 6. tausk'un bir hastası, sevgilisi ile bir kavgadan sonra kliniğe getirilen bir genç kız 'gözleriin doğru[richtig] olmadıkları, dönük[verdreht] oldukları` yakınmasında bulundu. bunu düzgün bir konuşmayla sevgilisine karşı bir dizi suçlama yönelterek kendisi açıkladı. sevgilisini hiç anlamıyor, her keresinde başka türlü görünüyordu; bir ikiyüzlü, bir göz-döndürücü'ydü, onun gözlerini döndürmüştü; şimdi gözlerini döndürdüğüne göre, bunlar artık onun gözleri değildiler; dünyayı şimdi başka gözlerle görüyordu'

    vıı. 8. aynı hastanın ikinci öyküsü şudur: 'kilisede duruyordu; birdenbire bir sarsılma oldu; yerini değiştirmeliydi, sanki biri onu bir yere koyuyormuş gibi, sanki bir yere koyuluyormuş gibi.'

    vıı. 9. bunun çözümlemesi sevgilisine karşı bir dizi yeni suçlama yoluyla geldi: 'bayağıydı, ve kendisinin doğal olarak ince biri olmasına karşın, sevgilisi onu da bayağı yapmıştı. onu kendisinden üstün olduğuna inandırarak kendisine benzermişti; şimdi onun gibi olmuş, çünkü ona benzediği zaman daha iyi olacağına inanmıştı. sevgilisi kendi yerini başka türlü göstermişti; şimdi sevgilisi gibiydi, sevgilisi onu yanlış bir yere koymuştu']

    woody allen"in bir zelig'i vardır, aslında zelig; woody allen'dir.
  • film izlerken esaskızla esasoğlanın birbirlerine aşık olmalarını, o da olmadı en azından yiyişmelerini falan istemektir. ekrandaki oyuncuyla izleyen arasındaki ayrımı ortadan kaldırır. brecht amca bu durumu kafaya takıp y efektiydi, epik tiyatroydu derken tiyatroyu farklı mecralara sürüklemiştir. daha sonra sinemada da kullanılmıştır bu y efekti. dövüş kulübü nde tyler ın ekrana dönüp konuşması vs. hep budur. lezizdir.
  • " 'özdeşleşme', öylesine yaygın bir niteliktir ki, gözlemleme amacıyla onu diğer şeylerden ayırmak güçtür. insan, daima bir özdeşleşme hali içerisindedir; sadece özdeşleşmenin objesi değişir."
    "insan, karşılaştığı küçük bir sorunla özdeşleşir, işine başladığı andaki büyük gayeleri tamamen unutur. bir düşünceyle özdeşleşir ve diğer düşünceleri unutur; bir duyguyla, bir ruh haliyle özdeşleşir ve daha önemli olan diğer düşüncelerini, duygularını ve ruh hallerini unutur. insanlar, kendileri üzerinde çalışırlarken ayrı ayrı amaçlarla öylesine özdeşleşirler ki, ormanı görmekte başarısızlığa uğrarlar. onlara yakın olan iki ya da üç ağaç onlar için bütün ormanı temsil eder."

    "özdeşleşme, en korkunç düşmanlarımızdan biridir çünkü her yere girer ve insanı, onunla mücadele ettiğini sandığı bir anda aldatır. kendini özdeşleşmeden kurtarmak özellikle güçtür çünkü insan, kendisini en çok ilgilendiren, zamanını, mesaisini, dikkatini harcadığı şeylerle doğal olarak daha kolay özdeşleşir. kendisini özdeşmeden kurtarmak için insan, sürekli olarak uyanık durmalı ve kendisine karşı acımasız olmalıdır; yani özdeşleşmenin aldığı bütün ince ve gizli biçimleri görmekten korkmamalıdır."

    "özdeşleşmeyi en derin köklerine kadar görmek ve incelemek gereklidir. özdeşleşmeye karşı savaşmanın güçlüğü, insanların kendilerinde gözlemlediklerinde, onu çok iyi bir özellik olarak kabul ederek ona heves, şevk, ihtiras, içten gelme, ilham gibi isimler vermeleri ve hangi alanda olursa olsun ancak özdeşleşme hali içerisinde insanın gerçekten iyi bir iş ortaya koyabileceğini sanmaları ile daha da artmaktadır. aslında, tabii ki, bu bir hayaldir. insan, bir özdeşleşme hali içerisinde bulunduğunda herhangi makul bir iş yapamaz. eğer insanlar, özdeşleşme halinin ne anlam ifade ettiğini görebilselerdi, kanaatlerini değiştirirlerdi. insan, eşya haline, bir et parçası haline gelir; sahip olduğu, insan varlığına olan küçük benzerliğini bile yitirir. insanların haşhaş ve diğer uyuşturucuları içtikleri doğu'da, pek sık olarak birisinin içtiği çubukla öylesine özdeşleştiği olur ki, kendisini çubuk sanmaya başlar. bu bir şaka değil, gerçektir. o, gerçekten bir çubuk olur. bu özdeşleşmedir. ve özdeşleşme için mutlaka haşhaş ya da afyon gerekli değildir. mağazalardaki, tiyatrolardaki, restoranlardaki insanlara bakın; veya herhangi bir şey hakkında tartıştıkları ya da bir şeyi, özellikle kendilerinin bilmedikleri bir şeyi ispat etmeye çalıştıkları zaman kelimelerle nasıl özdeşleştiklerini gözlemleyin. bizzat kendileri aç gözlülük, arzular ya da kelimeler haline gelirler; onlara ait hiçbir şey kalmaz."

    "özdeşleşme, kendi kendini hatırlama için başlıca engeldir. herhangi bir şeyle özdeşleşen bir kişi, kendi kendini hatırlamaya muktedir değildir. kendi kendini hatırlamak için öncelikle, özdeşleşmemek gerekmektedir. özdeşleşmemeyi öğrenmek için ise insan, öncelikle kendi kendisiyle özdeşleşmemeli, daima, her fırsatta kendisine 'ben' dememelidir. kendisinde iki şey, kendisi, yani 'ben' ve de savaşması gerektiği, herhangi bir şeye ulaşmak istediğinde hakim olması gerektiği bir başkası mevcuttur. insan, özdeşleştiği ya da özdeşleşebildiği sürece karşılaşabileceği her şeyin kölesidir. özgürlük, her şeyden önce 'özdeşleşme'den kurtulmaktır."

    "özdeşleşmenin genel biçimlerinden sonra, dikkat, onun özel biçimlerine, yani 'kaale alma' şeklini almış olan, insanlarla 'özdeşleşme'ye çevrilmelidir."
    " 'kaale alma'nın birkaç türü vardır."
    "çoğu kez, insan, başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü, ona nasıl davrandıklarını, ona karşı nasıl bir tutum içerisinde bulunduklarıyla özdeşleşir. daima, insanların kendisine yeter derecede değer vermediklerini, ona karşı yeterli nezaket ve inceliği göstermediklerini düşünür. bütün bunlar, onu rahatsız eder, düşündürür, şüpheye düşürür ve düşünme faaliyeti sırasında, tahminler yürütürken çok büyük miktarda enerji yitirmesine neden olur, onda insanlara karşı güvensiz ve düşmanca bir tutum doğurur. bir kişinin ona nasıl baktığı, onun hakkında ne düşündüğü, onun hakkında ne söylediği; bütün bunlar onun açısından büyük önem taşır."

    "ve sadece ayrı ayrı kişileri değil, fakat toplumu ve tarihin oluşturduğu koşulları 'kaale alır'. böyle bir kişiyi rahatsız eden her şey, ona haksız, kanun dışı, yanlış ve mantıksız gözükür. ve onun yargısının dayandığı nokta, daima şeylerin değiştirilebileceği ve değiştirilmesi gerektiğidir. 'adaletsizlik', pek sık olarak 'kaale almanın' onun arkasına saklandığı kelimelerden biridir. insan, herhangi bir 'haksızlığa' uğradığında haklı olduğuna inanırsa, 'kaale almayı' durdurmak artık onun için 'kendini haksızlık ile uzlaştırmak' anlamına gelecektir."
    "sadece haksızlığı ya da başkalarının kendilerine yeter derecede değer vermedikleri durumları değil, örneğin havayı kaale alabilen insanlar da mevcuttur. bu gülünç gözükebilir ama gerçektir. insanlar, iklimi, sıcağı, soğuğu, karı, yağmuru kaale alabilirler; havadan rahatsız olabilir, ona kızgınlık ve öfke gösterebilirler. insan, sanki dünyada mevcut her şey, ona zevk vermek veya aksine rahatsızlık ya da tatsızlık yaratmak için özellikle hazırlanmış gibi, her şeyi böylesine kişisel bir biçimde ele alabilir."

    "bütün bunlar ve diğer birçok şey, sadece birer özdeşleşme biçimidir. böyle özdeşleşmeler, bütünüyle 'ihtiyaçlara' dayanmaktadır. insan, kendisinin ne kadar dikkate değer olduğunu başkalarının görmesine, onların kendisine, zekasından, güzelliğinden, kurnazlığından, akıllılığından, soğukkanlılığından, orijinal oluşundan ve diğer niteliklerinden ötürü duydukları saygıyı, itibarı ve hayranlığı sürekli olarak ifade etmelerine içinden 'ihtiyaç' duyar. ihtiyaçlar ise insanların kendileri hakkındaki tamamen fantastik bir görüşe dayanmaktadır, pek sık olarak fazlasıyla mütevazı görünümlü kimselerde de görüldüğü gibi. örneğin muhtelif yazarlar, aktörler, müzisyenler, sanatçılar ve politikacılar hemen hemen istisnasız olarak hasta insanlardır. ve neden dolayı ıstırap çekmektedirler? öncelikle kendileri hakkında besledikleri olağanüstü kanaatten, sonra ihtiyaçlardan ve sonra kaale almaktan, yani anlayış ve beğeni görmedikleri takdirde cephe almaya önceden hazırlıklı bulunmaktan."*

    (bkz: kişilik ve öz)
  • idantifikasyon, psikanalize göre dışarıdaki bir nesne veya kişinin özelliklerini benimseme.
  • nil sakman'ın süreyya karakteri, (annesinin süreyya'ya kızarken kurduğu cümleler bule annemin cümleleriyle aynı) la la land'ın mia'sı, onun hayalleri için bir şehirde tek başına direnmesi, "daha fazlası elimden gelmiyor" deyişi ya da lizbon'a gece treni'nde amadeu prado'nun isyankarlığı... çehov'un altıncı koğuş'undaki doktor. hep bir yerlerde kendimi arıyorum.

    özdeşleştiğim figürler temelde darmadağınık... çoğu kitap, film ya da oyunlarda yaşıyor. reel hayattaki figür eksikliğinden mi? kafam bu kadar dağınıkken simülasyon kuramı'nda baudrillard yorumuyla bir açıklama arayamayacağım.

    zaten hayatımdaki insanlarla rol karmaşası yaşıyorum. belki anne baba figürü gibi temel yapıların geçmişte, toplumsal düzenin aksine yerleşmesi sebep oldu kim bilir? ya da kardes-çocuk ikilemi... aslında kardeşimle aramda o kadar yaş farkı da yok.

    insanları bir role indirmek, kendime benzettiğim içselleştirilmiş bir rol bile olsa, kişiyi tek düzlemde bir ilişki içine tıkmak eksik kalıyor. bir insana birden cok rol atfetmek de fazla, değer yargılarına kadar nüfuz ediyor sonra.

    freud haklı yine "bir diğer insana duygusal bağlılığın ilk belirtisi" demis özdeşleşim icin bu adam hep haklı çıkmak zorunda mı? ayrıca kişilik gelişiminin ilkel basamağına yerleştirmiş özdeşlestirmeyi. (bkz: mourning and melancholia) (bkz: totem und tabu)

    üstüne jacques lacan desteklemiş. lacan’a göre, ilk özdeşleşme kipi olan imgesel özdeşleşme, öznenin dış gerçekliğe ait bir imgeyi (başlangıçta bir aynada yansıyan kendi bedenini) bilinçdışı olarak üstlenmesiyle ortaya çıkar. özne kendini imgede tanır. derken ayna evresini tanımlamış:

    "ayna evresi, içsel basıncı yetersizlikten umutla beklemeye doğru kuvvetlenen bir dramadır. ve uzamsal özdeşimin tuzağına yakalanmış özne için parçalanmış beden imgesinden (benim ortopedik diyeceğim) onun bütünlüğünün bir formuna ve nihayet katı yapısıyla öznenin tüm zihinsel gelişimini işaretleyecek olan yabancılaştırıcı bir kimlik zırhının üstlenilmesine uzanan bir dizi fanteziyi imal eder.” derken bizim boş çerçevemize neleri nasıl sığdırdığımızı ne de güzel anlatmış. ortopedi kelimesini iskelet olarak aldığım an üstüne yapışan her yumuşak doku için ayrı bir farklılık da yerine oturuyor. kaç kombinasyon olabilir ki? benzer bir şeyler bulma, özdeşleşme de en az gelişim kadar natural.

    ontolojik sorular sormayı bırakamıyorum. her soruda yine başa (süreyya'ya) dönüp
    "dünyaya gelen bir bebek neden ağlar? bilimsel yanıtların gölgesinde dahi olasa sorulması gereken ilk ontolojik soru bu, diyorsun kendi kendine." * satırlarına takılıyorum.

    ne tuhaf yabancılaşma okurken, hatta yabancılaşmayı tüm evreleriyle yaşarken özdeşleşme'nin ortasında buldum kendimi. birbirinden ayrı düşünülemeyen psikotik basamaklardır belki de. (psikolojik değil evet psikotik)

    burada da güzel bir lacan yorumu ile karşıma çıkıyor:

    "sonraki tüm özdeşleşmeleri taşımak için bir kaide. en şahsi kimliğimizin merkezi alanı, nihai olarak özdeşleşmelerin eklemlenmiş/bütünleşmiş bir toplamından ibarettir. belirli imgeler, öznenin ruhsal yapısının inşa sürecinde biçimlendirici bir etkiye/kuvvete, morfogenetik bir işleve sahiptir. imge aracılığıyla kendimi yeniden tanıyarak parçalanmış, dağılmış bedenimi bir bütünlük içinde bir araya getiririm. bu biçimde çerçevelenmiş özdeşleşmenin aynı zamanda bir yabancılaşma olduğunu teşhis etmek zor değil. "*

    bostanlı - üçkuyular feribotundan indiğim an gördüğüm duvar resmini çizen insanla özdeşleşmiş hissediyorum sabahları. o resimdeki bulanıklık, iç içe geçmişlik, bir yandan da oranların güzelliği mutlu ediyor. keratokonus görüşü gibi, benim görme bozukluğundan dolayı dolunayı gördüğüm gibi. sonra kendimden bir parça buldum diye yine mutlu oluyorum.

    edit: levent marina'nın iskeleye bakan duvarında sprey boyayla yapılmış bir resim var, yolu düşen dikkat etsin son zamanlarda çıplak gözle gördüğüm en güzel sokak sanatlarından biri. muralfest kapsamında koca koca binalara yapılan resimlerden daha çok beğendim. oysa 3-5 çizgi hepsi bu.
hesabın var mı? giriş yap