5 entry daha
  • "...
    "hayatım roman" sözü, olsa olsa (dilimizde kullanılan yanlış anlamında) arabesk bir roman anlayışını dile getiriyordur. çünkü hiçbir yaşam roman değildir. ama her büyük roman bir yaşamdır, birden fazla yaşamdır. her şeyden önce, bir "roman-yaşam"dır. okurun, herhangi bir romanda geçen olaylarla kendi yaşamını, kimi roman kişileriyle kendi kişiliğini özdeşleştirmesi olanaksızdır. romancı, düşsel bir okura onun yaşamını sunmaz, kendi kurduğu bir dünyayı sunar. roman dünyasıdır bu. ya da, benim için bir oyun yazarından çok, büyük bir romancı olan shakespeare'in ünlü deyişiyle, "sözcüklerin, sözcüklerin..." dünyasıdır.
    a. romanında kendimi buldum
    b. öyküsü benim öyküm
    c. şiiri benim duygularımı aynen dile getiriyor.
    d. oyunundaki kişi tıpkı ben.
    örneği özdeşleşmeler, sanat yapıtıyla, "alıcısı"; günümüzün moda deyimiyle "gönderen ile gönderilen" arasındaki bir aldanmadan başka bir şey değildir.
    ben, bana, beni anlatan bir sanat yapıtının peşinde olamam. tam tersine, bana, belki bende olduğu halde bilmediğim, bilincine varamadığım, duyumsayamadığım, ayrımsayamadığım "şeyleri" duyumsamak, ayrımsamak, bilincine varmak için okurum yazınsal bir yapıtı. yalnız yazınsal yapıta değil, bir resme de öyle bakarım. karşımdaki çıplağa, manzaraya, nature-morte'a, ressamın dünyasının bana sunduğu o yepyeni dünyayı keşfetmek için bakıyorum. modigliani'nin resimlerini, uzun boyunlu kadınları sevdiğim için sevmiyorum, ne de soutine'in etlerini, kasap ya da etobur olduğum için. dali'nin gerçeküstü resimleri hiç de benim düşlerimin resimleri değil. ne de başkalarının. picasso ya da braque'ın kübist resimleri, bu resimlerden önce bilmediğim bir dünyayı seriyor gözlerimin önüne. tablo, ayna olmadığı için değil (tablonun ayna olmadığını, resim sanatı üzerine azbuçuk kafa yormuş herkes bilir); ayna, her yaratıcı elde, değişik bir görüntü verdiği için.

    (...)

    seni seviyorum.
    ölüsü önünde kırk gün kırk gece ağladım.
    günler nasıl geçiyor, geceler nasıl parmaklıklar arasında.
    umudu yaşatmak gerek...
    türü dizeler, okurun paylaşacağı duygular, düşünceler, inançlar olamaz mı?
    hiç kuşkusuz olur. çünkü herkes, seni seviyorum, demiştir ya da demek ister. çünkü bazı kişiler için bir ölü, önünde kırk gün kırk gece ağlanacak bir ölüdür.
    ve hiç kuşkusuz umudu yaşatmak gerektir.
    ama bunlar, bilinen şeylerdir; yazarla, ozanla okuyucunun özdeşleşmesi değildir. özdeşleşme, bu anlamda, okurun yazardan beklediğini bulmasıdır. oysa, yazar, okuyucuya beklediğini değil, bilmediğini; ayrımsadığını değil, ayrımsamadığını sunar. çünkü sanatçının işlevi bekleneni, bilineni sunmak değil, bilinmeyenden, karanlıktan bir şeyler koparmaktır, bilineni, görüneni yinelemek değil.
    sanatçı yeni bir dünya yaratır. renklerle, biçimlerle ya da sözcüklerle şaşırtır. bu şaşkınlık içinde okur, dinleyici ya da seyirci yepyeni bir dünya keşfeder. bu "keşif" christoph colomb'un amerika'yı keşfinden daha az heyecanlı değildir. çünkü her iki örnekte de varolduğu halde bilinmeyen bir dünya keşfediliyordur.
    bu dünya ile özdeşleşmenin ise, ilk aşamada, olanağı yoktur. colomb, hindistan'a gideyim derken amerika'ya ayak basmıştır. okur için de durum budur. bir yapıta (bu yapıt, ister yazınsal bir yapıt, şiir, öykü, roman olsun; ister görsel bir yapıt; ister bir müzik yapıtı) bir bilinmeze yolculuk gibi yaklaşılır. yol aldıkça bunlar ayrımsanmaya başlar. sonunda ise, o yapıtta kendimizi bulmaktan çok benliğimizin, kişiliğimizin, yaşam deneylerimizin, anılar birikimimizin küçük paarçacıklarını buluruz
    .
    siz siz olun, hiçbir sanat yapıtıyla, hiçbir roman kişisiyle, hiçbir şiirle özdeşleşmeyin. yoksa hindistan'a doğru yola çıkar ve... hindistan'a varırsınız.
    ..."

    ferit edgü

    şimdi saat kaç / yky / 1.b, ağustos 2003 / s.56-59
17 entry daha
hesabın var mı? giriş yap