• ingmar bergman, antonioni'yi ve antonioni'nin monica vitti'yi oynatış biçimini amatorce buluyordu. böyle düşünmesi doğal çünkü izleyici antonioni filmlerinde anlamın amatörce pusuya düşürüldüğünü düşünebilir. kameranın görünümleri ürkekçe takip ettiğini ve bunun da geleneksel sinema gramerine ters gelen bir izlenim bıraktığını da düşünebilir- ki bergman bu tür bir anlama yetisinin tuzağına düşerek yukarıdaki nitelemeyi öne sürmüş görünüyor. l'eclisse başta olmak üzere antonioni filmleri kendilerini bizim ona verdiğimiz anlamları taşımakla yükümlü hissettmezler. hep bir kayboluş söz konusudur; düşünce kaybolur, kadın kaybolur, aşk kaybolur, sonbahar kaybolur, güneş, taşıtlar, en başta edilmiş yeminler, bakışlar, sokaklar ve en önemlisi karakterler kaybolurlar. nereye gidiyorlar peki? bu filmlerdeki anlamların bir bodrum katı, düşünce kileri yok elbette. insanın içinde kaybolmadan bu yaşamla baş edemeyeceğini gösteriyor usta, büyük usta.. kameranın kahramanlara olan sadakatini yitirmesi, neden bahsettiğini bile unutup ağaçlara, ilginç gözlüklü bekleyenlere, gökyüzüne odaklanması yani tutulması en sonunda "şimdi bu var, işte bunlar, ağaç, şu adam...vs" demeye getiriyor lafı. ` :renan akman'a teşekkürlerimle`
  • michelangelo antonioni nin 1962 yapimi filmi. basyapit demeye gerek bile yok. l'avventura dan daha az gorsel tatmin yaratsa da, en az onun kadar carpici, hazmi zor film. modern zamanin hastaliklari uclemesi de diyebilecegimiz uclemenin de (l avventura 1960, la notte 1961) son filmi. eros hasta demis antonioni l'avventura nin cannes da ki gosteriminde. "eros hasta, ve ademoglu endiseli. birsey onu rahatsiz ediyor. ve insan ne zaman rahatsiz olsa tepkisel davraniyor, kotu tepki veriyor ama, yanlizca erotik durtuleri ile. ve ademoglu mutsuz" diyor antonioni. filmlerinde de bu mutsuzlugun sebeplerini tespit etmekten ziyade etkilerine* bakiyor. l'eclisse'de de ayni seyi yapiyor. anlamsizliklarindan mutevellit varliklarini, bircok anlam yukleyerek gorunmez, dogal, normal hale getirdigimiz bir suru objeyi o anlamlardan siyirip size gostermeye ugrasiyor. cunku son tahlilde* yabancilasmayi besleyen bu tuhaf gelismislik(!) o objelerin hayatimizdaki onemine olan sonsuz ama supheci (ikisi ayni anda evet) inancimizdan kaynaklaniyor.
    hep oldugu gibi 'an'lar var filmde akici bir hikayeden cok. (ne kadar da benziyor sehir hayatina). ellere ve o ellerin nelere kadir olduguna dair de bir siir yazmis neredeyse antonioni filmde. borsadaki eller ile arabadan disari sarkmis bir cesete ait ellerle...
    ve hep yaptigi gibi (en azindan bana) kim gelismis, nedir medeniyet vs gibi sorulari son derece cevapsiz soruyor. bu anlamda komsunun evindeki afrika dansi, somurgeci kadinin afrikalilar hakkinda soyledikleri, bir kulturun alinip satilan esyalara* dusurulmesi ve pek tabii bati medeniyetinin daha fazla bilmesi(!), ve buradan catanaaaa diye borsaya kesmesi, delirmis maymunlar bahcesinde olmayi tercih etmek belki de o anda... cok guclu kareler bunlar. cat caat caaat diye girisiyor aziniza yuzunuze. oyle filmden cikinca bitmiyor. ve en nihayetinde film oyle bir bitiyor ki... bitmiyor.
  • antonioni filmlerinin izleyicisinde herhangi bir duygu uyandırma amaçlı olduklarını zannetmiyorum ya da bunlar açıklanacak, rasyonalize edilecek filmler değil. l'eclisse'de monica vitti'nin ısrarla ne hissettiğini bilmediğini söylemesi boşuna değil, çünkü bence onu antonioni de bilmiyor. gerçek hayatın sinemadan birçok farkı var takdir edersiniz, birisini izlemek yerine yaşıyor olduğun gerçeği şunu da beraberinde getiriyor: hayatını yaşarken bir muhakeme yapman imkansız, önüne anlar geliyor ve kararlarını verip geçiyorsun, bazen hislerinden bile emin olamıyorsun. işte antonioni sanki o anları yeniden yaratıyor ve yeniden gözden geçirmek istiyor. ama bu bir geçmişe özlem ya da kaçırılan fırsatın pişmanlığı gibi değil, onu yapan kar wai, daha çok varoluşsal düzlemde mesafeli bir şekilde anlatıyor. o yüzden özellikle bu üçlemede birçok defa başıboş bir şekilde dolanan kadın karakterler görüyoruz.

    ve l'eclisse'de bir borsa sahnesi var. uzunca bir sahne. burası alain delon'un mekanı. film boyunca monica vitti'nin oynadığı karakterin ne iş yaptığı üzerinde pek durmuyoruz, hatta onu neredeyse evinin içinde bile görmüyoruz. ya balkonda ya da karşı komşusunda, daha çok sokaklarda ve borsada. kapalı mekanlarda olduğu sürede hep erkeklerle birlikte, bunun en yoğun anları borsa sahnelerine tekabül ediyor. ayrıca bu sahneler çalışan erkeklerin de kareografisi, zira filmde de birçok defa 'kocasız' kadınlar kocalarının ne iş yaptığından bahsediyor. ancak filmin ritmini düşündüğümüzde o borsa sahneleri daha da önem kazanıyor, zira antonioni film boyu bomboş, sessiz sokaklarla kalabalık ve gürültülü borsa dahi çevresindeki caddeleri müthiş bir kontrast oluşturacak şekilde kurguluyor. ondandır bu sahneleri bir 'eleştiri' olarak görmek bana biraz iddialı gözüküyor.

    antonioni'nin kadın ya da erkeğe biçtiği roller belirgin. erkek ne istediğini bilen, parayla para kazanan, arabasını nasıl yenileyeceğinden bahseden ve ilginçtir, saçlarını boyattı diye terk eden bir karakter; sanki gustav klimt'in the kiss tablosundaki kadını sıkıştıranla (breh breh) aynı haleti ruhiye içerisinde. kadın ise ne istediğini bilmez bir halde: kelimenin tam manasıyla bakınıyor. o yüzden keşke seni hiç sevmeseydim ya da daha fazla sevseydim sözü çok anlamlı; bu bir kararsızlığa ya da motivasyon arayışına işaret. hem zaten filmin başında vitti'yi sevgilisinden ayrılırken görüyoruz ama neden ayrıldığını bilemiyoruz, oysa evin içine girdiğimizde (alain delon'un evinin dizaynını ve bunu diğerlerin nasıl ayrıldığını hatırlayın) gördüğümüz kitaplar, o fütüristik dizayn filmin devamında vitti'nin evine girdiğimizde de bize hiç yabancı gelmiyor, yani aslında o adam sanki daha uygun biri gibi. ancak orada yolunda gitmeyen bir şeyler var ve bu antonioni'yi çok fazla ilgilendirmiyor.

    dediğim gibi sokaklarda dolaşan bir kadın ve onu kapalı mekanlara hapsetmeye çalışan bir erkek var. ancak o ıssız sokaklar ve kapalı mekanların(borsa) çok ilginç ortak bir özelliği de var bence: tam manasıyla bir post apokaliptik hissiyat hakim her ikisinde de. borsada sanki kıyamet öncesi bir kargaşa, sokaklarda ise büyük bir felaket sonrasını andıran ıssızlık. l'eclisse zaman zamansa adeta bir bilimkurgu filmi: sallanan bayrak direkleri, mantar şeklinde bina vs.

    ezcümle film o kadar iyi ki o çözümsüzlüğü, varoluş kaynaklı farklılıkları iliklerinize kadar hissediyorsunuz. yanında sosyal mesajlı zenci dansları, ölüm anları servis ediliyor; bana kalırsa antonioni kadına torpil geçiyor ama o pasolini'nin mamma roma'sında da gördüğümüz karanlık sokakları da ondan başka kimse bu kadar güzel gösteremiyor, ve o sonla belki de gerçekten sinema tarihinin en tüyler ürpertici finallerinden birine imza atıyor.
  • filmde modern yaşamda ilişkilerin imkansızlığı duvarlar, yapı sütunları ve benzer taş yapıların engelleyiciliğiyle simgeleştirilmiştir.
  • "artık sevmeyen kadının gözlerini hemen tanırsınız. denizi yırtan bıçak gibidir. bombardımana uğramış tavernalar, ırzına geçilmiş melekler, etobur krizantemler, kükürt çağlayanları ve en müşfik anında, bir çift kör kuyudur o gözler..."

    alper canıgüzün, nadide eseri kan ve gül bir kara dejavu'da dile getirdiği bu sözler, l'eclisse'in ilk yirmi dakikasında tasvir edilmeye çalışılanın iki cümlelik tefsiri gibidir.

    koyu kalın perdelerle sıkı sıkı kapatılmış, eşyalarla boğulmuş, havasız ve sıcak odanın bir tarafında kadın, öte tarafında erkek birbirlerinin yüzüne bile bakmadan soğuk, sevgisiz ve yılgın ifadelerle durmaktadır. oyuncağı elinden alınmış çocuklara özgü yüz ifadesi takınan erkek genelde sabit, kadın daha hareketli, gergin ve huzursuzdur.
    gece boyu konuşulmuş, tartışılmış, tıkanmış ilişkinin tükenmişliğine hükmedilmiştir. son hızla çalışan vantilatörün yaydığı sahte rüzgarın gücü ortamdaki kasvet ve bunaltıyı dağıtmaya yetmemektedir.
    sanki ikisinin de enerjisi ve birbirlerine duydukları sevgi, ağzına kadar izmaritle dolu küllüğe basılıp söndürülmüştür.
    ikisi de yabancı bir ülkede gibidir. aşık oldukları sürece birbirlerini anlama gibi sorunları yokken şimdi artık ortamda ciddi bir anlam sorunu bulunmaktadır.
    biten ilişki kadında varoluşsal sorgulamaların önünü açmışken odadaki boşluğa dalıp giden adam, gelinen aşamadan mutsuz olmakla birlikte "sensiz de yapabilirim, ama anlamıyorum, neden?" boyutundadır. ilişkideki rolünü sorgulamak yerine, sorunu "başkası mı var? kolaycılığında ele almak işine gelmektedir. aklının bir köşesinde de (belki de merkezinde) kadınla son bir kez yatmak vardır, ki iki kez girişimde bulunsa da buz gibi duvara çarpacaktır. zaten nihai veda sahnesinde ardına dönüp bakma gereği de duymayacaktır.
    belli ki; ilişkide daha fazla seven, aşkına daha çok misyon yükleyen kadın, noktayı koyan taraf olsa da en ağır tahribatı yaşayan taraf olmuştur. sadece bir zamanlar çok sevdiği erkeğe değil hayata da, dünyaya da yabancılaşmıştır. boğucu atmosferden dışarı çıktığında onu bomboş sokakları, caddeleri ve arazileriyle henüz uyanmamış kentin ıssızlığı karşılayacak; mekanın ürkütücü sessizliği bir karakter gibi kadının yabancılaşmasına eşlik edecektir...
  • bende sokaklarda monica vitti gibi yürüme isteği uyandıran film.

    (bkz: salınmak)
  • kayboluşu, geçişi, süreci çok güzel anlatan bir finale sahip antonioni filmi. borsa sahneleri, afrika'da doğup büyümüş kadının evindeki afrika dansı sahnesi, arabalarla insanların iç içe geçtiği bir roma ile anlatılmak istenen her şey büyük bir ustalıkla yansıtılır; insanın çevresine, kimi zaman insanlığa yabancılaşmasını, "modern"liğin, "batılı"lığın bir kaos içindeki yalnızlıktan fazlası olmadığını hissettirir. l'avventura ve la notte ile birlikte bir üçleme oluşturur.
  • filmi pek algılayamamıştım bilen biliyor zirveden ya şimdi aklıma esen,filmde tek etkilendiğim diyalogu ilişkilerin psikolojisini çok iyi yansıttığını düşündüğümden yazasım geldi,hatırladığım kadarıyla;

    yeni sevgili sorar: onunla da iyi anlaşıyor muydunuz?
    kadın: bilmem,sanırım birbirimizi sevdiğimiz sürece anlaşıp anlaşamadığımız önemli değildi..
  • - neden bu kadar soru soruyorsun? bence aşkta böyle yapmamak lazım. belki de hiç aşık olmamak lazım.

    bir onceki entry'mde yazan degil, bu sekliyleymis meger.

    bu bir kadin filmi, hem de 1960'larda cekilmis bir kadin filmi. genis alanlar, istedigi gibi ve istedigi saatte yuruyebilen kadinlar, dans eden kadinlar, yalniz kadinlar. erkeklerin kadinlardan bir beklentisi illa ki var, ama kadinlar hep asiklar ve kendilerinden taviz veriyorlar.

    hickimse vittoria kadar guzel yuruyemez. ve o, parayi dusunmez... parasizligi da dusunmez...
  • filmin muhteşem final sekansına binaen:

    "ben birini sevmiyordum. o da beni sevmiyordu. bir gün bir yerde randevulaştık. ben gitmedim o da gelmedi." (özdemir asaf)
hesabın var mı? giriş yap