hesabın var mı? giriş yap

  • erhan afyoncu: hocam, şimdi tarihte kurulan ilk türk devleti hangisidir?
    ahmet taşağıl: büyük hun imparatorluğu..
    murat bardakçı: tarih kaç?
    ahmet taşağıl: 2259
    erhan afyoncu: milattan önce mi?!

    lan be olsam milattan sonra derdim amk. doktor emmett brown kuruyor.

  • saat: 02:30 "değirmendere-yüzbaşılar"

    abimle balkonda oturuyoruz. hava müthiş sıcak ve ilçe inadına hareketli, cıvıl cıvıl. donanma kuvvetlerinin bayrak devir teslim töreni için tertiplenmiş eğlenceler megafonlardan dinletiliyor tüm ilçeye. sokaklar ışıl ışıl;
    "kim bilir değirmendere sahili nasıldır şimdi?" diye konuşuyoruz abimle. kahvelerimizi içiyor biraz daha muhabbet ediyor ve bir müddet kadar sonra odalarımıza gidiyoruz uyumak için. hiç unutmam; orhan pamuk'un benim adım kırmızı romanını okuyordum o sıra. yatağıma uzanmış kitabı okurken sanırım birkaç dakika içinde uyuyakalıyorum.

    derinden ama çok derinden bir ıslık sesi geliyor kulağıma; "gece çöpleri almaya gelen belediye kamyonudur" diye düşünüyor ve tekrar uykuya dalıyorum. ıslık sesi yükseliyor, hâlâ uykudayım. kitap göğsüme düşmüş, hissediyorum. fakat nasıl bir rehavetse alıp yere bırakacak dermanım dahi yok. ıslık kesiliyor ve ardından korkunç bir homurdanma başlıyor. tüm bunları algılamam birkaç saniye içinde oluyor. göz kapaklarım külçe gibi. zorla aralıyor ve hemen karşımda duran, yatmadan önce ardına kadar açık bıraktığım pencereye bakıyorum. artık bilincim tamamen açık;

    "aman yarabbi! yıldızlar! ne kadar çok, ne kadar yakınlar bu gece." diye düşünürken ilk sarsıntı başlıyor; yavaş yavaş, fakat gittikçe şiddetini artırarak. birkaç saniye kadar sürüyor ve aniden duruyor. müthiş bir sessizlik! kalbim o kadar hızlı çarpıyor ki nefes alış verişimi kontrol etmeye çalışıyor ve başımı hemen paralelimde uyuyan sekiz yaşındaki kardeşime çeviriyorum. uyuyor... sonra duvardaki saate... 03:05

    belki o an milyonlarca şey geçiyor aklımdan fakat hiçbir şey yapamıyorum. saniyeler sonra yıkıcı olan ikinci dalga başlıyor. binanın eğilmesiyle annemin haykırışlarını duyuyorum. abimin de sesini duyuyorum, adımı haykırıyor. kendime gelir gelmez korkudan gözleri kocaman olmuş kardeşimin üzerine atılıyorum. o sırada annem odamıza giriyor sürünerek.

    bina birçok kez bükülüp doğruluyor, tıpkı secdeye varır gibi. her eğilişinde bahçedeki ağaçları, her doğruluşunda gökyüzündeki yıldızları görüyorum pencereden. annem abimin adını haykırıyor. doğrulup abime gitmek istiyorum fakat olanaksız. abimin odası koridorun en sonunda. kardeşimi anneme bırakıp sürünerek koridora çıkıyorum. bitmiyor kahrolası! durmuyor! bitmiyor! koridora çıktığımda portmantonun devrilip hemen karşıdaki duvara dayandığını ve yolu tıkadığını görüyorum. bağırmaktan başka çarem yok; abi! abi!! ses yok. tekrar bağırıyorum; abi! abi!! "bayılmış olmalı" diye düşünüyorum. gücüm tükeniyor. artık araftayım... ne annemle kardeşime gidebiliyorum, ne de biricik abime. sonrası toz duman. bilincimi kaybediyorum.

    rüyada olduğumu sandığım bir an yaşıyorum. yarı uyanık yarı uykuda, tükenmiş haldeyim. sesler var, kımıldayamıyorum. abimin sesi bu! bana sesleniyor. annemin de sesini duyuyorum. sonra başkaları... sanki bütün dünya adımı çağırıyor. savaşıyorum. kontrolümü kaybetmemeliyim. neredeyim? çok sıcak, çok karanlık! insan sesleri, araba sesleri, ambulans sesleri birbirine karışıyor. n'oluyor? adımı haykıranlar kim? "ben burdayım!" demek istiyorum, olmuyor. sarsıntılar devam ediyor. şiddetli ya da hafif fakat durmuyor. sonra birisinin benimle konuştuğunu duyuyorum;

    "korkma sakın! bitiyor az kaldı, korkma." tanımadığım bir ses. bu kim? bilmiyorum. gücümü toplamalıyım yardım istemeliyim. haykırıyorum; "burdayım! yardım edin burdayım!"

    bir doğum anını yaşar gibiyim. küçücük karanlık bir delikten çekip alıyorlar beni. yeniden doğuyor gibi... gün doğmuş, sabah olmuş. ailem ağlayarak yanıma geliyor. ayağa kalkıp yürüyebilecek kadar iyi hissediyorum kendimi. nasıl bir enerjiydi o yaşadığım, hâlâ tanımlayamıyorum. bir de o kara delikte benimle konuşan sesi.

    yer yer gidenlerle kalanları ziyaret etmek için gölcük'e gitsem de, hâlâ denize bakmaya ürküyor ve kaybolan binlerce insanın isimlerini okurken gözyaşları döküyorum. zira o isimlerin içinde akrabalarım, arkadaşlarım, komşularımız ve aile dostlarımız da var. o gece gidenlerin ruhları şâd olsun.

  • italya'da yanlış hatırlamıyorsam 6000-7000 civarı insan öldü. bu ülkede üzülerek söylüyorum her şey bittiğinde virüsten 50.000 kişi ölse o kadar normal karşılanır ki halkımız tarafından. şunu kabul etmek gerekir. insan hayatına hakkettiği değeri veren bir toplum değiliz. burada krizin ekonomik boyutu herkes tarafından kaç insanın hayatını kaybettiğinden daha çok önemseniyor. yeter ki ölen bizim yakınımız olmasın.

  • emrah serbes, son hafriyat'ında, behzat'ın sorgusunu yapan mülkiye müfettişine betty der. buyrun betty'nin ağzından behzat ç.:

    "askeri lisedeyken yüzbaşına fiili saldırı. askeri okuldan atılmışsınız. siciliniz emniyete sizden önce gelmiş. herhangi bir okuldan disiplin suçuyla atılanlar polis akademisine giremez. ama babanız emekli albay olduğundan araya hatırlı kişileri sokmuş. kayıt dosyanıza ufak bir 'sakıncalıdır' notu düşüp akademiye girişinizi yapmışlar. öğrenciliğinizde ve mesleğe başladıktan sonraki ilk on senenizde fazla göze batan bir durumunuz olmamış.

    sene 95. zamanın ankara emniyet müdürü yanınıza gelip 'iyi misin?' diye sormuş. 'saçma sapan konuşma' demişsiniz.
    savunmanız 'o sorudan nefret ederim.'
    hatırlı kişiler araya girmiş, 2 yıl kıdem tenzili, 2 maaş kesinti, olay kapanmış.

    aynı sene ekip aracında alkol alırken yakalanmışsınız.
    savunmanız 'karımdan yeni boşandım.'
    yine hatırlı kişiler araya girmiş,kınama cezası, yarım maaş kesinti, olay kapanmış.

    sene 96. dördüncü sınıf emniyet müdürüne fiili saldırı.
    savunmanız, 'terbiyesizlik yaptı.'
    yine hatırlı kişiler, 1 yıl kıdem tenzili, 2 maaş kesinti, olay kapanmış.

    sene 97. asayiş şube müdürüne sözlü saldırı. parantez içinde okuyorum 'çok konuşma lan' demişsiniz.
    savunmanız ' işime karıştı.'
    kınama cezası, 2 yıl kıdem tenzili, müdürlere gıcığınız var herhalde?

    sene 98. hizmet içi eğitim kapsamında, başkomiserler arasında yapılan bir ankette, 'polis olmasaydınız ne olurdunuz' sorusuna verdiğiniz yanıt: 'katil olurdum.'
    savunmanız, 'hayatımda böyle saçma sapan anket görmedim.'
    kınama cezası, 2 yıl kıdem tenzili.

    sene 99.yılbaşı gecesi bir vatandaşın işaret parmağını kırmışsınız.
    savunmanız, 'meskun mahalde ateş edecekmiş gibi bakıyordu.

    sene 2000. gençlerbirliği idari menajerine silah çekmişsiniz.
    savunmanız, 'kapıları vaktinde açtırmadı, vatandaş dışarda kaldı.'

    ve daha bir sürü sayamadığım şey. bunlar ilk gözüme çarpanlar. görev yerini terk etme ve rüşvet alma dışında, disiplin yönetmeliğindeki hemen hemen bütün suçları işlemişsiniz. 22 yılda 213 soruşturma. toplamda 16 kıdem tenzili, 22 maaş kesinti, 10 kınama cezası, 7 sefer açığa alınma. 161 yıllık polis teşkilatının yetiştirdiği sicili en kabarık başkomisersiniz. meslek hayatınız, polis koleji öğrencilerine kötü örnek olarak okutulabilir. ve şimdi susma hakkınızı kullanıyorsunuz."

  • son günlerimin belası felsefi akım.
    "stoacılık, yalnızca öğretinin kurucusu olan kitionlu zenon un felsefesini değil, aynı zamanda da bu okulu yöneten öğrencileri ve öğreticileri de kapsar." böyle bir giriş yapıyor jean brun, le stoicisme'ye. (stoacılık, jean brun, sf:11, iletişim yay.)
    bu okulun tarihçesi geleneksel olarak üç büyük döneme ayrılır;

    1- eski stoacılık: i.ö. iii. yy.'da merkezi atina. en büyük hocalar; zenon, kleanthes ve khrysippos
    2- orta stoacılık: i.ö. ii. yy.'da, latinleşmiş stoacılıktır. mühim isimler; babilli diogenes, tarsuslu antipater, rohodoslu panetius, apameli posidonius
    3- imparatorluk dönemi stoacılığı: i.s. i. ve ii. yy.'da temelinde romalılar olan dönemdir. ve konu olarak kendilerine ahlakı aldıklarından, mantık ve fiziği tamamiyle bırakmışlardır. (yine karşımıza çıkan romalı pragmatist karakteristiği!) dönemin mühim isimleri; seneca (seneca 'nın filozofluğu, saraydaki yaşam biçiminden ötürü tartışmalıdır.), musonius rufus, epiktetos ve marcus aurelius

    çok karışık bir felsefi coğrafyada ve dönemde; aslında birbirlerine rakip olan iki okul; epikurosçuluk ve stoacılık aslında özde aynı şeyi vazife edinmişti; insana, yaşamın kurallarını verebilecek kesinlik ölçütlerini ve onu doğayla barıştırmaya elverişli eylem ölçütlerini öğretmek; ortak istence; doğayla uyumlu yaşamak!
    fakat yöntemler farklıdır; epikuros düşünce sisteminde; 'insanın, doğrunun ve iyinin ölçütü olarak verilen duyumlamaya boyun eğerek doğayla uyumlu yaşama' söz konusu olduğundan, bu düşünce biçimi, duyumlayıcılık ve hazcılık olarak da gelişir. karşı tarafta ise, stoacı zenon; insanın, tanrının istencini ifade eden olaylar düzenine uyarak doğayla uyumlu yaşamasını ister ve böylece stoacılık bir maddecilik ve ahlaki akılcılık olarak gelişir.

    stoacı doğalcılığın bilgeliği kurmaya elverişli bir doğanın bilgisini içerir ve fiziğin kimi zaman bir başlangıç noktası ve felsefenin temeli, kimi zaman da bir varış noktası olduğu ve felsefenin serpilişi için verilmiş olduğu anlaşılacaktır. zira bilge, akla uygun olarak doğayla uyumlu yaşayan kişidir. felsefe de, sayesinde doğaya uygun olarak , yani tanrının istencine uygun olarak, akla uygun olarak yaşamakla düşüncelerimize ve eylemlerimize birlik vereceğimiz bir bilgidir.

    stoacılar için dünya bir canlıdır, tıpkı içiçe geçtiği tanrı gibi (spinoza, deus sive natura), yönelim ve duygudaşlık yapısına yön verir ve insan için yaşamak, evrensel yaşamla uyum içinde yaşamaktır. bu nedenle stoacı deneyimcilik, aristoteles'te olduğu gibi niteliksel iletinin deneyimciliği değil de insan ve dünyanın birbirlerinin içine işleyişlerinin deneyimciliğidir: duyumlamak dışta bulunan tarafından dönüştürülmüş duyulara ve ruha sahip olmaktır, bu dönüşüm, kendisine yol açanla uyum içinde olabilir ve bu durumda doğrunun içindeyizdir ya da onunla uyuşmazlık içinde olabilir ve bu durumda da hatanın ve tutkunun içindeyizdir.

    aristotelesçi akıl yürütme; "sokrates bir insandır, bütün insanlar ölümlü olduğundan, sokrates de ölümlüdür." şeklinde örneklenirken, stoacı akıl yürütme ise zamanla alakalı olduğundan; "kadının sütü varsa, doğurmuştur." şeklinde vücud bulur. aristoteles için zaman, herşeyden önce türeyişin ve bozuluşun zamanıyken, stoacılar için zaman, yalnızca tanrısal bilgeliğin ifadesi değil, aynı zamanda da evrensel yaşam dinamiğinin ve onun uyumunun da ifadesidir. öyleyse bilgelik, zamana yani yaşama, dünyaya ve tanrıya boyun eğiştir.

    zenon, onay verme ve bilim'i şöyle örneklemiş ellerinde;
    "tasarım buradadır;" parmaklarını uzatmış halde ellerini göstererek
    "işte onay verme de buradadır;" parmaklarını biraz kıvırarak
    "anlama da budur;" yumruğunu göstererek (şimdi hoş mu bilmem, ilginç bir tesadüf dikkatimi çeki, geçen sene şu meşhur kıbrıs referandumu sırasında, mhp'li gençlerin hazırladığı bir afiş duvarları süslüyordu, afşte bir yumruk, ve yumruğun etrafında ab yandaşları ve çeşitli kişiler bulunmaktaydı. ve tabi o unutulmaz yazı: "onlar bundan anlar!" meğerse o gençler de zenon takipçisiymiş.. behey.. ) bu anlama hadisesine de, zenon, katalepsis adını vermiş.

    ve son olarak; sol elini, kapalı yumruğa yaklaştırmış ve ardından onu kuvvetlice sıkı sıkıya tutmuş. işte bu da, bilge'den başka hiç kimsenin sahip olmadığı bilimin burada olduğunu simgelemekteymiş. bu bilim, aslında doğanın zamanı doğrultusunda çıkagelene rıza gösterilmiş bir katılma yoluyla kendini ifade eden bir bilgeliğin kalkış noktasıdır. bilim insanın, kendisini taşıyan doğanın yapısına katılmasını sağlayan şeydir, böyle bir edimle insan, belli bir biçimde tanrının kendisiyle de uyum içine girer çünkü "akıl, tanrısal tinin, insanların bedenine gömülmüş bir parçasından başka bir şey değildir." (seneca, epistulae, 66, 12)

    doğayla uyum içinde yaşamak için, onunla uyuşmak gerekir, bu uyuşma, var olanla bir yakınlaşmayı, bir duygudaşlığın bilincini elde etmeyi içerir; bu nedenle stoacılar için duyumlamalar, ruhun nesnelere doğru gidişinde izleyebileceği farklı yolları temsil eder.

    stoacılar için; doğa, tanrı ve ateş terimleri eşanlamlıdır. doğayı tanrısallaştırmak ya da tanrıyı doğalaştırmak, insana tanrıyla ilişki kurma olanağını ve kendisini saran gerçekliğin içinde, kendi yaşamına düzenli bir anlam vermeye uygun bir kararlılık bulma olanağını verir. bu yüzden stoacı fizik, kendini asla bilgi insancılığının akılsal bir sistemi olarak sunmaz, ama aynı zamanda bir kosmoloji olan bir teoloji olarak ve ifade garip görünse de tinselci bir maddecilik olarak sunar.

    entiriyi marcus aurelius 'un bir sözüyle kapamak istiyorum;

    "..ey dünya, sana uygun gelen herşey bana da uygun gelir. senin için mevsiminde olan hiçbir şey benim için erken ya da geç değildir. saatlerin bana getirdiği herşey, benim için lezzetli bir meyvadır; ey doğa! herşey senden gelir; herşey senin içindedir; herşey sana döner." (pensees, iv, 23)

  • 2 sene evveline kadar yaptığım şey. şimdi öyle demiyorum, keza eşimin mecburi hizmeti dolayısıyla sıklıkla gittim geldim. gitmiş birisi olarak söylüyorum isteyen alabilir, ben hakkımı helal ediyorum şahsen.
    edit: ironi içerir, şakadır... :)

  • ancak midesi geniş bir kadının kabullenebileceği bir hareket.

    düşünsenize sizin dokunmaya kıyamadığımız adamın çatır çatır yüzüne oturmuşlar, zaten bir kere yapan adam bunu sürekli yaptırır kim bilir kaç kişi oturdu sizin haberiniz yok.

    arkanızdan elalem konuşacak “bununkine mahallede oturmayan kalmadı ruhu duymuyor” düşünmesi bile insanı çileden çıkarıyor.

    hiç oturulmamış namuslu erkeklerin düğünde alnına kırmızı bandana bağlanması önerisi gerçekten hayata geçmeli artık.
    örnek erkek