• anne wiazemsky'nin gözünden godard'ı izleyeceğimizi tahmin ettiğim sonbaharda gösterime girecek film.

    epey uğraşmışlar tipi de beklenmedik derecede benzemiş olsa da louis garrel'den godard olmamış bence. o ukala, biraz muzip bakışları yok.

    bana göre de illa ki bir kadınla dönemi film yapılacaksa anna karina ile olmalıydı diye kızdım, ama tabii mantıklı düşününce anna karina'nın 20li yaşlarını oynayabilecek bir kadın bulmak imkansıza yakın gibi.

    son derece öznel yorumları geçersek yine de güzel bir film olacak gibi, arka plan 68-70ler, politika, paris...
  • jean luc godard ve anne wiazemsky birlikteliğinin özellikle 68 paris olayları günlerini anlatan bir film. kameraya bakarak konuşma, filmi başlıkları ayırma, renkler, iğneleyici laflar vs. bir sürü godard izine rastlayacağımız sahnelerle dolu bir film. hiç yoktan bunun için bile gayet hoşuma gitti. film sırasında her fırsatta stacy martin'i soymuşlar yahu diye düşünürken sonunda onu da bi şekilde bağlamış ya da önceki sahneleri onun için çekmiş zaten. ha benim işime gelir, o ayrı.

    --- spoiler ---

    sinemada izledikleri, kısa saçlı bir kadının ağladığı film meşhur la passion de jeanne d'arc.

    cannes festivalinin iptal olmasını sağlayarak arkadaşı michel cournot'nun ilk filmi les gauloises bleues'nün prömiyerini cannes'da yapmasını engellemiş ve adamın hayatıyla oynamış belki de. baktım da adam başka da film çekmemiş çünkü. ya da belki de gerçekten kötüydü.

    sonlara doğru intihar girişimini görünce şaşırdım çünkü godard'ın böyle bir girişimi olduğunu bilmiyordum. ona da baktım ve bulamadım. böyle bir şey yok büyük ihtimalle ama niye o zaman öyle bi sahne var bilemiyorum. gerçek değilse yapmasa daha iyiymiş bence.

    --- spoiler ---

    ayrıca stacy martin canlandırdığı anne wiazemsky'den daha güzel.

    edit: tesadüfe bakın ki bugün itibariyle anne wiazemsky hayatını kaybetmiş.
  • filmekimi'nde izleme fırsatı bulduğum, sinefil orgazmı yaşatan bir film.

    godard'ın hayatının belli bir kısmı boşandığı eşi ile birlikte geçen yılları üzerinden anlatılıyor. aralarındaki sorunlar ile aslında onun kişiliği, politik görüşleri ön plana çıkıyor.

    biz bütün bu süreci izlerken filmin yönetmeni louis garrel'a "ben godard değilim, onu oynayan bir oyuncuyum" dedirtmek, stacy martin ile ikisinin soyunuk olduğu bir sahnede "yönetmenlerin oyuncuları soyma takıntısını anlayamıyorum" sözlerine yer vermek gibi ufak oyunlar yapıyor seyirciye. film boyunca devam eden göndermeler sadece yönetmen ve seyirci arasında da değil: bizzat godard'ın çektiği le mepris, pierrot le fou, a bout de souffle gibi diyaloglarda da ismi geçen filmlerin bazı sahneleri, çekim mekanları ve de teknikleri (renk değişimi, ses oyunları gibi) de bu filmde yeniden temsil ediliyor.

    film hem bir godard filmi gibi hem de değil gibi. bir yandan godard'la özdeşleşmiş gündelik hayat çekimleri ve paris manzaraları izliyoruz ama michel hazanavicius'un kendine has estetiği biraz amelie ve jeux d'enfants gibi modern fransız filmlerinin renkliliği ve oyunbazlığını godard'ın tarzıyla harmanlıyor. bu açıdan mükemmel bir denge ile hem avangart olup hem seyirciyi içine çekebiliyor film.

    bütün sanatsal ve estetik yönleri bir kenara, 68'in paris'inin bir canlandırmasını izleyebilmek, dahası solcuların görüş ayrılıklarının bir tür komediye dönüşmesini görmek için de izlenesi.
  • bütün (bkz: jean luc godard) filmlerini izleyesinizi getiren yapıt. iğneleyici ve olabildiğine huysuz godard’a aşık mı oldum, nefret mi ettim bilemeden filmi soluksuz izlettirmiştir.

    benim en çok beğendiğim kısmıysa (godard’ın gözlüğü temasından sonra bittabii) anne ile sabah kahvaltısında konuşmaları esnasında sözel mananın içerdiği alt anlamları alt yazıyla geçirilmesi olmuştur. hangimiz ilişki tıkanma noktasına gelince “günaydın” derken bile “lanet olası pislik” alt anlamını vermedik ki?

    zaman zaman kameraya bakarak konuşmaları, filme ara ara giriş yapan dış ses, ironik ifadelerle vurgulanan “bu izlediğiniz sadece bir film.” notu, eylem sahnelerinin gerçekçiliği, gözlük-eylem teması, meclis sahnesinin sonunun hep yuhalanarak bitmesi ama meclise gitmekten godard’ın vazgeçmemesi (hatta ilk meclis sahnesinde mikrofonun ona yetişmemesi), nü sahnelerin doğallığı.... daha bir çok anektod sayıp filme beklentiyi artırmak istemem ama oldukça tadında bir film olmuş. (hatta tadından tekrar tekrar izlemeyi gerektirecek bir film diyelim biz ona.)

    ayrıca (bkz: louis garrel) in hastası olarak nası hem o kadar çirkin hem yakışıklı ve karizmatik oluşunu (bu film için sadece) (yoksa louis’in havada karada benim için gideri var) (off o nü sahneleri) (size stacy varsa bize louis yeter) (neyse) anlayabilmiş değilim.

    gidiyim de uyuyum. (yeterince louis ve godard resmi biriktirmiş durumdayken ehuehu)
  • film, başka sinema salonlarında 15 aralık 2017 itibari ile gösterimde olacak.

    her eve imdb
  • filmi yeni izleyebildim ancak(!) beklediğimden farklı olarak ortamlara düşmedi ya da ben bulamadım.

    aslında bu film açısından en net yorum ancak kitabı okuduktan sonra yapılabilir diye düşünüyorum çünkü eksik ve yanlış olanlar belki kitapta öyle anlatılmıştı ama kitapta daha farklı filme değişerek, çıkarılarak aktarıldıysa...

    filmin ilk bölümleri beklentimden de kötüydü ki beklentim düşüktü, oyuncular olmamış. hiç godard'ın hayatıyla ilgilenmeyenlerin düşüncesi farklı olabilir evet belgesel de değil ama gerçekte var olan kişiler filmin karakteriyse biraz gerçekçi bakmak ve ona göre eleştirmek yanlış değil.

    filmin anne'i anne wiazemsky'den çok jane birkin olmuş; godard da godard maskeli serge ilk dakikalarda resmen benim hissettiğim buydu, o kadar godard hatta şöyle bir resimlerine bakılsa yetecek o kadar wiazemsky değildi ki. neyse ki ortalarına doğru biraz daha iyileşti sanırım ben de filmi kabullendim; fazlasıyla hafif, komedi tarzında, gerçekliği siktir et, jean luc ve anne'in ilişkisi.

    68 dönemi, paris, godard yeterince bir filmi ilginç ve çekici yapacak unsurlarken bu dekora güvenerek çok çok zayıf bir film olmuş.

    aralarındaki ilişki ve godard hakkında kişisel gözlem üzerine çok güzel tespitler var ama sadece bunlarla kısa film olur.

    bunun yanında karakterlerin görüntüsü çok özensizdi, dekorlar dönemi yansıtsa da karakterlerin giyimi ve tavrı 60lar dekorunda modern çift gibiydi üstelik karakterlerin o dönemki görünümüne de uymuyor. dediğim gibi jane birkin'e daha çok benzeyen bir anne wiazemsky, olmamış, saç şekli ve rengi zaten anne değil anna*

    filmi çok ciddiye almazsanız, bildiklerinizi unutmaya çalışırsanız, o dönem sanki godard sadece iki film çekmiş gibi - maalesef buradaki boşluk imdbye bakarak bile doluyor... - kendinizi kandırırsanız komik sahneleri olan, basit göndermeleri olan hoş bir film diye gidilebilir.

    en az film kadar ''hafif'' ve ''özel hayatla ilgili'' bir yorum da kişisel olarak benden gelsin; yay erkeğiyle hayat nasıl onu çok güzel anlatmış film. keşke anne wiazemsky ölmeseydi de ben de o döneme ışınlanıp, seni çok iyi anlıyorum kız kardeşim* bu yay erkeklerini...diyerek teselli edebilseydim. sonlara doğru gerçekleşen olayın - godard'la ilgili - gerçekliğini sorguladım ama herhalde o kadar da yalandan bir sahne yaratılmaz doğrudur herhalde metafor gibi durmuyor ama bilemedim, şaşırdım.
  • (bkz: jean luc) ve (bkz: godard) ın farklı özneler olduğunu hissettiğimiz bir michel hazanavicius filmi. the artistin başrolü berenice bejoyu eş kontenjanından filmine dahil etmeyi de ihmal etmemiş.

    filmin pek çok güzel kısmı var. bunlardan ilki kesinlikle müzikleri, sonra sırasıyla 1968 dönemi politizmi, 60-70'lerin naif havası, paris arka fonu, ve evet stacy martin. hatunun çok güzel bir aksanı var ve sanat eseri kıvamındaki güzelliğine diyecek söz bulamıyorum.

    dziga vertov sinegöz'e de selam vardı, yönetmenlerin oyuncuları sürekli çıplak oynatmak istemesine de.

    yan koltuğumda filmi izleyen yaşlı bir çift vardı, beyefendi filmin anne wiazemsky'nin bir kitabından uyarlandığını ve birebir aynı olduğunu söyledi. fakat kitap fransızcaymış, yani onun okuduğu baskı, bu filmler bunun için güzel. böylelikle ülkenin kafası çalışan insanlar barındırdığını da görebiliyorsun.

    neyse konumuza dönelim, kitabın ismini bilen ve türkçe baskısını gören biri olursa yeşillendirsin lütfen.

    not : filmi başka sinema'da değil, cinemaximum'da izledim. çeviri berbattı, fragmandan çok daha farklıydı cümleler ve konuşmaların büyük bir çoğunluğu çevrilmemiş gibi geldi bana . godard'ın geçtiği yolların arka planındaki duvar yazıları bir tanesi hariç çevrilmemişti. zaten 100 dk olan film için 15 dk ara verdiler. başlangıç ve arada en az 20 dk reklam izledik. başka sinemaya alışan arkadaşlar cinemaximum'a uğramasın derim. keyifli seyirler.
  • spoiler içeriyor.

    evet, tuhaf biçimde bu filmin imdb puanına şaşırdığımı belirtmekle başlamalıyım. net, tartışmasız şekilde en az sekiz puandır bu filmin puanı ki sadece teması için veriyorum bu puanı. zira görsellikten çok anlamam, sinematografi bok püsür derken bu puan en az eminim ki dokuz olur değerli dostlar. ve altını çizeyim, o da size dokuz, bize gelişi zaten sekiz, gerisini siz hesap edin. başlayalım.

    öncelikle bir sanatçı nedir ve sanatçı nasıl olunur sorularıyla başlamalıyız. sanatçı, bir davası olan adamdır şeklinde basit bir tanım yapabiliriz. godard'ın da bir davası var. tüm mesele de burada başlıyor zaten. filmin ana meselesini bir iddia olarak ortaya koyuyorum: bu film, sanatçının, teori ile pratik arasında kalışının bir ifadesidir. sıradan, böyle dertleri olmayan insanlara basit gelebilecek bir sorun, tam da zaten sıradanı aşmışlığı oranında bir sanatçıyı yer bitirir. sanatçı hayatı yaşayanı da yer bitirir.

    sanatçıya (godard'a) göre her şey çok açıktır. marx'tan, lenin'den, mao'dan belli teoriyi ve pratiği almışsınızdır ve kafanıza oturduğu ölçüde kaçınılmaz devrim hemen bir adım ilerinizdedir. size düşen o kahrolası ileri adımın bir an önce atılmasının yolundaki engelleri kaldırmaktır. işte godard, bu kahrolası tuzağa düşen bir adam olarak karşımıza çıkıyor filmde; sanıyor ki teori tek başına yeterlidir. ancak teoride olan ile pratikte olan aslında bambaşkadır ve bir sanatçı, bir devrimci buna hazır değilse tıpkı godard gibi alay konusu olur. bütün film boyunca godard'ın her şeyi net şekilde işaret eden teoriye sadık kalma çabasını izleriz. bütün sanatını ve hayatını teori üzerine kurmuştur godard ve devrim geliyor der, ayak seslerini işitmiyor musunuz? tek bir adım kaldı ve şu an o kahrolası tek adım atılıyor modundadır. onun filmde parçalanıp duran gözlükleri aslında simgesel olarak, meseleye başka bir çerçeveden bakması gerektiğinin ifadesidir. teoriden sıyrıl abi, pratiğe gel. bugün vietnamdaki ya da ona benzer yerlerdeki yağmur ormanlarında yürütülen savaşın teorisini paris'e uygulayamazsın tavrının işlenmesidir bu. filmde de sık sık "devrimcisin ama işçi nedir bilmezsin, köylü kim tanımazsın," şeklinde ayar verilir godard'a. o, tüm bunları "evet bir burjuvayım ama ben azından burjuva olduğumun farkındayım," şeklinde kovalamaya çalışır. ancak o sahnelerde hep bir utancı görürüz godard'da. daha doğrusu, "lan acaba!?!" ifadesini görürüz. ama bunun üstünde çok durmadan sis dağılır ve bence hepimiz için, her insan için en önemli şey de budur: dağıtmaya çalıştığınız sis, çok da üzerinde durmak istemediğiniz eleştiri, aslında sizin bir kaçışınızdır, siz oradasınızdır ve bunu en derininizde siz de biliyorsunuzdur ama baş edemeyeceğinizden korktuğunuz için dağıtıyorsunuzdur o sisi. nefis bir şey söyledim. en basit şeylerdeyiz, çabucak üstünü örttüğümüz eleştirilerdeyiz. bunu bilmek gerekiyor.

    sonuç itibariyle pratikte işler başka yürümektedir ve godard buna hazır değildir. böyle bir devrimcinin payına düşen de çuvallamaktır. yeteneğini, zekasını teorinin yollarına adayarak, belki de biraz ılımlı olsa destan yazabilecek cevherini inatçılığına kurban eder. bu bana türkiye'de sıklıkla maruz kaldığım bir tabloyu anımsatıyor: abi herkes fikrini söylesin, herkes eşitçe tartışsın! tamam ama değerli dostlar, siz yedi yüz kitap okumuşsunuz, sosyalleşmek karı kız kaldırmak isteyen genco da orada ve oturup bir saçmalığı dinlemek zorunda kalıyorsunuz. yani demokrasi bile teoride evet harika ama pratikte böyle yarak kürek şeylere gebe bir olay. hiç unutmam, üniversitede bir topluluk toplantısındaydık ve bu demokratiklik siki nedeniyle birinci sınıfa henüz başlamış bir elamanın sunumuna tahammül etmek zorunda kalmıştık. aramızda doğan avcıoğlu'nu, marx'ı, kemalist dönemi ve yeni yeni coşan fetullahçıları yemiş bitirmiş adamlar vardı. işte bu ortamda herif şunu anlatıyordu bize: düşünebiliyor musunuz, atatürk olmasaydı, üçgen yerine ya allah bismillah diyecektik, atatürk sayesinde üçgen diyoruz. yani böyle bir şeyi sanki dünyanın en ilginç, en mükemmel bilgisi gibi ve acınası şekilde sanki toprak altında kendi çıkartmışçasına anlatmaya girişmişti o eleman. olmaz amına koyim. ilerlenemez böyle. yani teoride geçerli olanla pratikteki farklıdır. işte godard'ın bunalımı da tam olarak budur ve bu film, bu bunalımın mükemmel bir anlatımıdır. dünyaya baktığı gözlüklerin kırılıp durması boşuna değildir yani, pratiğin teoriye üstün gelişinin bir simgesidir o.

    şimdi elbette sıradan yaratıklar yahu ne teoriymiş, baktı olmuyor niye zorladı ki "mal" gibi diyebilir. bu tam da böyle bir bakışa sahip olan iddia makamının "mal"lığıdır. çünkü bir sanatçı, bir marjinal, bir gerçekten iyi insan, başka türlü yaşayamaz. sizin tüm eylemlerinizi, tüm işlerinizi, hayata baktığınız yeri şekillendiren bir duruşunuz olmalı. sanatçı budur. gerçek sanatçı. başka türlü nefes alması olanaksızdır bir sanatçının. işte bu yüzden teorinin kütlesi godard'ın hayatında bu kadar ağırdır. şöyle bir günümüze, geçmişe bakın. ayakta kalan sanatçılarla, filozoflarla vs. bir de tarihin çöplüğüne giden ve bu önemli: mutlaka gidecek olanlara bakın. işte bu iki kutbu birbirinden ayıran şey budur. celine'in dediği gibi: postunuzu serersiniz. sanatçı, postunu seren adamdır. godard da gerçek bir sanatçıdır. bir devrimcidir. ne var ki belki fazla zekadan, belki de az zekadan ve belki de 68 döneminin coşkusundan teori ile pratik arasındaki farklılığı algılama güçlüğü çekmiştir. tüm bunalımının ve sonra dönüşünün temelindeki mesele de budur.

    son olarak filmdeki aşk konusuna gelelim. kaçınılmaz son. her sanatçı kadınını kaybetmeye mahkumdur diyerek bombayı ortaya bırakıyorum. çünkü gerçek bir sanatçının, erkek sanatçının, aşk hayatının istikrarı tek koşulda mümkündür. ya kadın, sanatçının nesnesi olacaktır ya da gidecektir. adama tabi olmak zorundadır ya da acı çekecektir. anne karakteri, bir oyuncu ve nesne olmamayı seçiyor. özgür değilim senin yanında diyor. özgür olamıyor. işte kahrolası trajedi! ya gideceksin ya da susup kaderine razı olacaksın noktasında o, gitmeyi tercih ediyor. diğer bir nokta ise hiç lamı cimi yok, godard'ın uğradığı saldırılardır. çünkü kadın, her ne kadar godard ünlü, büyük, yüce yetenek olsa da erkeğinin çuvalladığına sıklıkla şahit olur. erkek ise, bebeğim kazanacağız deyip durmaktadır. o kahrolası soru bir bulut gibi asılı kalır üzerlerine: ne zaman?

    dolayısıyla orospumuz, hep daha fazlasını talep ettiği için, iyi anladık godard'sın peki sönmeye yüz tutan rüzgarını ne yapacağız? der gibidir. işler tersine döndüğü anda erkekten soğuma lüksüne başvurmuş ve bunu da, her kadın gibi, "değiştin," diyerek meşrulaştırmıştır. oysa birlikte yürüseydi, aynı düşünceleri paylaşmıyorsa da ününe kanıp adamın elinden tutmama cesaretini gösterseydi daha onurlu bir tavır takınmış olurdu. öyleyse net sonuç: ben bir sanatçıyım bebeğim, yürüdüğüm yol da bu, inanıyorsan gel birlikte yürüyelim, inanmıyorsan, en ufak bir inançsızlık varsa içinde, her şey için geç olmadan git, yoksa kaçınılmaz olarak boka batacağız. ki sonunda o boka battılar.

    film, hem tek kişinin özelindeki teori ve pratik çatışmasını sunması hem de bir sanatçının aşk hayatının nasıl bir şey olduğuyla ilgili nefis bir manzarayı sunuyor. bu anlamda çok başarı buldum ve gülümseyerek izledim. bir sonraki sahneleri tahmin etmek zor değildi ve filmin başarısı da buydu. gerçekçiydi. bütünüyle gerçekti. bir film izlemedik, gerçekliği izledik. sobaya dokunmak üzere olan bir çocuğu gördüğünüzde bir sonraki sahneyi tahmin edersiniz: şimdi dokunacak ve ağlayacak dersiniz. oysa filmler bu gerçekliği bükerek bok yiyerek insanları kandırırlar. bu filmin benim nezdimdeki yüceliği böyle bir sahtekarlığa düşmemesiydi. gerçekti. doğruydu. bir sonraki adım belliydi ve öyle de gelişti her şey.

    izleyin. sinemada film izlemeyi seviyorsanız mutlaka vizyondayken gidin ve sinemada izleyin. 8 verdiğim puanımı yazdıkça daha da doruğa çıkan coşkumdan dolayı 9a çeviriyorum. kanaat notu olarak. ha ha.
  • eren odabaşı'nın altyazı dergisi'indeki yazısında belirttiği üzere bu film godard'ın sinemasal tavrının üstüne bir şeyler koyma veya godard'ın politik mirasını devralma iddiasında/kaygısında değil. sadece godard'ı merkezine alan eğlenceli bir michel hazanavicius filmi. zaten fikrimce de godard gibi bu kadar büyük ve tartışmalı bir figür ancak bu şekilde ele alınabilir yoksa bir yandan onun sinema felsefesi, biçimi, uygulama şekilleri vs. ile alakalı akıl dünyasının izinden giderek godard'ı ele almak hem de bu mirası sırtlayıp ileri taşıyabilmek kolay kolay kimsenin altından kalkabileceği bir iş olmaz.
    filmde 60'ların renk paletinin oluşturulması yanında baştan sona tüm ekranı dolduran duvar yazıları, zaman zaman dördüncü duvarın yıkılması, anlatımda ses ve görüntünün deneysel biçimde -ama hazanavicius'un eğlenceli üslubuyla- kullanılması gibi godard filmlerine yapılan göndermelerle dolu. ve hatta bu durumda godard'ın hayatının kendisi de kendini anlatan bir filmde kendi filmlerine yapılan bir atfa dönüşmüştür. biraz karışık oldu. şöyle ki; godard filmlerinde basit, içi boş bir aşk hikayesi kullanmıştır. zira bu tarz hikayler içlerinin boş olması sebebiyle kullanışlıdır. godard da bu durumdan istifade ederek bir yandan seyirciye aşk hikayesi gösterirken bir yandan da hikayenin içini o sırada ilgilendiği tartışmalarla doldurur. bu filmde de esas hikaye anne ve jean luc'un fırtınalı aşkları ve ayrılıklarıdır ancak hikayenin içi yaşanan toplumsal olaylar ve bunlar karşısında godard'ın duruşu, iç çatışmaları, sinemasal anlamda yaşadığı fikirsel değişimler vs. ile doldurulmuştur.
    filmde godard'ın merkeze yoğun şekilde alınması yüzünden anne wiazemsky'ye yeterli alanın açılmadığı eleştirisine de çok katılamıyorum. film anne wiazemsky'nin kitabından uyarlandığı ve özellikle wiazemsyk'nin godard ile yoğun bir ilişki yaşadığı 1-2 senelik dönemi kapsadığı için godard o dönemde wiazemsky'nin görüşünün nasıl merkezindeyse filmin de aynı şekilde merkezinde.
    yalnız filmle alakalı godard herhangi bir şey söylemiş mi bilemedim. acaba izledi mi? izlediyse ne düşündü merak ediyorum.
    bir de son olarak en son mal de pierres filminde izleyip biraz da filmi sevmemem yüzünden çok ısınamadığım louis garrel'ın çok iyi oynadığını belirtmem lazım.
  • her şey bir kenara, bana, woody allen'in bananas filmini çağrıştıran film:
    ayrıca: (bkz: the dictator/@invulnerable).
hesabın var mı? giriş yap