7 entry daha
  • spoiler içeriyor.

    evet, tuhaf biçimde bu filmin imdb puanına şaşırdığımı belirtmekle başlamalıyım. net, tartışmasız şekilde en az sekiz puandır bu filmin puanı ki sadece teması için veriyorum bu puanı. zira görsellikten çok anlamam, sinematografi bok püsür derken bu puan en az eminim ki dokuz olur değerli dostlar. ve altını çizeyim, o da size dokuz, bize gelişi zaten sekiz, gerisini siz hesap edin. başlayalım.

    öncelikle bir sanatçı nedir ve sanatçı nasıl olunur sorularıyla başlamalıyız. sanatçı, bir davası olan adamdır şeklinde basit bir tanım yapabiliriz. godard'ın da bir davası var. tüm mesele de burada başlıyor zaten. filmin ana meselesini bir iddia olarak ortaya koyuyorum: bu film, sanatçının, teori ile pratik arasında kalışının bir ifadesidir. sıradan, böyle dertleri olmayan insanlara basit gelebilecek bir sorun, tam da zaten sıradanı aşmışlığı oranında bir sanatçıyı yer bitirir. sanatçı hayatı yaşayanı da yer bitirir.

    sanatçıya (godard'a) göre her şey çok açıktır. marx'tan, lenin'den, mao'dan belli teoriyi ve pratiği almışsınızdır ve kafanıza oturduğu ölçüde kaçınılmaz devrim hemen bir adım ilerinizdedir. size düşen o kahrolası ileri adımın bir an önce atılmasının yolundaki engelleri kaldırmaktır. işte godard, bu kahrolası tuzağa düşen bir adam olarak karşımıza çıkıyor filmde; sanıyor ki teori tek başına yeterlidir. ancak teoride olan ile pratikte olan aslında bambaşkadır ve bir sanatçı, bir devrimci buna hazır değilse tıpkı godard gibi alay konusu olur. bütün film boyunca godard'ın her şeyi net şekilde işaret eden teoriye sadık kalma çabasını izleriz. bütün sanatını ve hayatını teori üzerine kurmuştur godard ve devrim geliyor der, ayak seslerini işitmiyor musunuz? tek bir adım kaldı ve şu an o kahrolası tek adım atılıyor modundadır. onun filmde parçalanıp duran gözlükleri aslında simgesel olarak, meseleye başka bir çerçeveden bakması gerektiğinin ifadesidir. teoriden sıyrıl abi, pratiğe gel. bugün vietnamdaki ya da ona benzer yerlerdeki yağmur ormanlarında yürütülen savaşın teorisini paris'e uygulayamazsın tavrının işlenmesidir bu. filmde de sık sık "devrimcisin ama işçi nedir bilmezsin, köylü kim tanımazsın," şeklinde ayar verilir godard'a. o, tüm bunları "evet bir burjuvayım ama ben azından burjuva olduğumun farkındayım," şeklinde kovalamaya çalışır. ancak o sahnelerde hep bir utancı görürüz godard'da. daha doğrusu, "lan acaba!?!" ifadesini görürüz. ama bunun üstünde çok durmadan sis dağılır ve bence hepimiz için, her insan için en önemli şey de budur: dağıtmaya çalıştığınız sis, çok da üzerinde durmak istemediğiniz eleştiri, aslında sizin bir kaçışınızdır, siz oradasınızdır ve bunu en derininizde siz de biliyorsunuzdur ama baş edemeyeceğinizden korktuğunuz için dağıtıyorsunuzdur o sisi. nefis bir şey söyledim. en basit şeylerdeyiz, çabucak üstünü örttüğümüz eleştirilerdeyiz. bunu bilmek gerekiyor.

    sonuç itibariyle pratikte işler başka yürümektedir ve godard buna hazır değildir. böyle bir devrimcinin payına düşen de çuvallamaktır. yeteneğini, zekasını teorinin yollarına adayarak, belki de biraz ılımlı olsa destan yazabilecek cevherini inatçılığına kurban eder. bu bana türkiye'de sıklıkla maruz kaldığım bir tabloyu anımsatıyor: abi herkes fikrini söylesin, herkes eşitçe tartışsın! tamam ama değerli dostlar, siz yedi yüz kitap okumuşsunuz, sosyalleşmek karı kız kaldırmak isteyen genco da orada ve oturup bir saçmalığı dinlemek zorunda kalıyorsunuz. yani demokrasi bile teoride evet harika ama pratikte böyle yarak kürek şeylere gebe bir olay. hiç unutmam, üniversitede bir topluluk toplantısındaydık ve bu demokratiklik siki nedeniyle birinci sınıfa henüz başlamış bir elamanın sunumuna tahammül etmek zorunda kalmıştık. aramızda doğan avcıoğlu'nu, marx'ı, kemalist dönemi ve yeni yeni coşan fetullahçıları yemiş bitirmiş adamlar vardı. işte bu ortamda herif şunu anlatıyordu bize: düşünebiliyor musunuz, atatürk olmasaydı, üçgen yerine ya allah bismillah diyecektik, atatürk sayesinde üçgen diyoruz. yani böyle bir şeyi sanki dünyanın en ilginç, en mükemmel bilgisi gibi ve acınası şekilde sanki toprak altında kendi çıkartmışçasına anlatmaya girişmişti o eleman. olmaz amına koyim. ilerlenemez böyle. yani teoride geçerli olanla pratikteki farklıdır. işte godard'ın bunalımı da tam olarak budur ve bu film, bu bunalımın mükemmel bir anlatımıdır. dünyaya baktığı gözlüklerin kırılıp durması boşuna değildir yani, pratiğin teoriye üstün gelişinin bir simgesidir o.

    şimdi elbette sıradan yaratıklar yahu ne teoriymiş, baktı olmuyor niye zorladı ki "mal" gibi diyebilir. bu tam da böyle bir bakışa sahip olan iddia makamının "mal"lığıdır. çünkü bir sanatçı, bir marjinal, bir gerçekten iyi insan, başka türlü yaşayamaz. sizin tüm eylemlerinizi, tüm işlerinizi, hayata baktığınız yeri şekillendiren bir duruşunuz olmalı. sanatçı budur. gerçek sanatçı. başka türlü nefes alması olanaksızdır bir sanatçının. işte bu yüzden teorinin kütlesi godard'ın hayatında bu kadar ağırdır. şöyle bir günümüze, geçmişe bakın. ayakta kalan sanatçılarla, filozoflarla vs. bir de tarihin çöplüğüne giden ve bu önemli: mutlaka gidecek olanlara bakın. işte bu iki kutbu birbirinden ayıran şey budur. celine'in dediği gibi: postunuzu serersiniz. sanatçı, postunu seren adamdır. godard da gerçek bir sanatçıdır. bir devrimcidir. ne var ki belki fazla zekadan, belki de az zekadan ve belki de 68 döneminin coşkusundan teori ile pratik arasındaki farklılığı algılama güçlüğü çekmiştir. tüm bunalımının ve sonra dönüşünün temelindeki mesele de budur.

    son olarak filmdeki aşk konusuna gelelim. kaçınılmaz son. her sanatçı kadınını kaybetmeye mahkumdur diyerek bombayı ortaya bırakıyorum. çünkü gerçek bir sanatçının, erkek sanatçının, aşk hayatının istikrarı tek koşulda mümkündür. ya kadın, sanatçının nesnesi olacaktır ya da gidecektir. adama tabi olmak zorundadır ya da acı çekecektir. anne karakteri, bir oyuncu ve nesne olmamayı seçiyor. özgür değilim senin yanında diyor. özgür olamıyor. işte kahrolası trajedi! ya gideceksin ya da susup kaderine razı olacaksın noktasında o, gitmeyi tercih ediyor. diğer bir nokta ise hiç lamı cimi yok, godard'ın uğradığı saldırılardır. çünkü kadın, her ne kadar godard ünlü, büyük, yüce yetenek olsa da erkeğinin çuvalladığına sıklıkla şahit olur. erkek ise, bebeğim kazanacağız deyip durmaktadır. o kahrolası soru bir bulut gibi asılı kalır üzerlerine: ne zaman?

    dolayısıyla orospumuz, hep daha fazlasını talep ettiği için, iyi anladık godard'sın peki sönmeye yüz tutan rüzgarını ne yapacağız? der gibidir. işler tersine döndüğü anda erkekten soğuma lüksüne başvurmuş ve bunu da, her kadın gibi, "değiştin," diyerek meşrulaştırmıştır. oysa birlikte yürüseydi, aynı düşünceleri paylaşmıyorsa da ününe kanıp adamın elinden tutmama cesaretini gösterseydi daha onurlu bir tavır takınmış olurdu. öyleyse net sonuç: ben bir sanatçıyım bebeğim, yürüdüğüm yol da bu, inanıyorsan gel birlikte yürüyelim, inanmıyorsan, en ufak bir inançsızlık varsa içinde, her şey için geç olmadan git, yoksa kaçınılmaz olarak boka batacağız. ki sonunda o boka battılar.

    film, hem tek kişinin özelindeki teori ve pratik çatışmasını sunması hem de bir sanatçının aşk hayatının nasıl bir şey olduğuyla ilgili nefis bir manzarayı sunuyor. bu anlamda çok başarı buldum ve gülümseyerek izledim. bir sonraki sahneleri tahmin etmek zor değildi ve filmin başarısı da buydu. gerçekçiydi. bütünüyle gerçekti. bir film izlemedik, gerçekliği izledik. sobaya dokunmak üzere olan bir çocuğu gördüğünüzde bir sonraki sahneyi tahmin edersiniz: şimdi dokunacak ve ağlayacak dersiniz. oysa filmler bu gerçekliği bükerek bok yiyerek insanları kandırırlar. bu filmin benim nezdimdeki yüceliği böyle bir sahtekarlığa düşmemesiydi. gerçekti. doğruydu. bir sonraki adım belliydi ve öyle de gelişti her şey.

    izleyin. sinemada film izlemeyi seviyorsanız mutlaka vizyondayken gidin ve sinemada izleyin. 8 verdiğim puanımı yazdıkça daha da doruğa çıkan coşkumdan dolayı 9a çeviriyorum. kanaat notu olarak. ha ha.
21 entry daha
hesabın var mı? giriş yap