• "hem ilke olarak, hem de uygulamada allah'tan başkasının dualara icabet ettiğini, darda kalanın yardımına yetişip onu himaye ettiğini düşünmek nasıl bâtılsa, o'ndan başkasının bizâtihî hüküm, sulta ve buyruk sahibi olduğuna inanmak, o'ndan başkasını mutlak manada yasa koyucu olarak görmek ve böyle birine itaat etmek de aynı derecede bâtıldır."

    "kim ki, allah'ın arzında kendisini mülkün sahibi olarak görür; kim ki, kendisini biricik ve kâhir otorite olarak görür; kim ki, kendisini siyasi iktidar düzleminde hakimî mutlak olarak görür ve gösterirse, böyle birinin ilâhlık davası güden bir şarlatan olduğuna hükmetmek için, onun insanların önüne çıkıp da 'ben sizin ilahınızım, velinizim, velinimetinizim, kefilinizim ya da hâmînizim' diye bağırması gerekmez.

    bunun içindir ki, kur'an-ı kerim ne zaman hilkatten (yaratılıştan), eşyaya takdir edilen ölçü ve yasalardan, yaratılmışlar aleminin bağlı olduğu düzenden söz etse, ısrarla, allah'ın hem yaratmada, hem ölçü ve yasa koymada ve hem de alemi çekip çevirme işinde ortağı olmadığını vurgulamakta, hükmünde ve mülkünde şerîki (ortağı) bulunmadığını belirtmektedir." (kur'an-ı kerim'de dört terim, s.45-46)
  • müfessir, islam alimi.
  • sadece gelin bu dünyayı değiştirelim adlı kitabını okuduğumu belirtmeliyim önce, dolayısıyla hakkındaki bilgimin eksik olduğu fikri göz önünde tutulabilir, gelelim çıkan sonuca: siyasi yönü ağır basan , devrimci ruhlu bir insan. özellikle kapitalizme karşı öfkeli. komünizmden de yana değil tabii ki, ekonomiye islami bir bakış açısı getirmeye çalışmış. öfkesinden geleneklerine körü körüne bağlı, sinik müslümanlarla birlikte; insanlığa zulüm eden gayr-ı müslimler de nasibini almış. hakkında kendi düşüncelerini islama katmaya çalıştığı ve peygamber anlayış çizgisinin yanlış yöne kaydığı söylenenler arasında. ki ona isnat edilen okudugum birkaç cümle, gelin dünyayı değiştirelim'de geçmiyordu, lakin söylediyse gerçekten bir problem olabileceği düşüncesini oluşturdu kafamda. ama okudugum kitapta ona dair bir işaret yoktu. yalnız laikliği ele alırken insanların tanrı anlayışlarının farklı olabileceğini gözden kaçırmış.
  • tefhimu'l kur'an isimli tefsir kitabında talak suresi 4.ayet için ayrılan bölümünde yaşının küçüklüğü nedeniyle adet görmemiş kızlarla evlenmenin ve ilişkiye girmenin caiz olduğunu belirtmiş ve allah'ın caiz dediğine hiçbir inananın haram diyemeyeceğini hatırlatmıştır. hayır, islamiyet çocuk istismarına izin verir dendiğinde tehdit eden ve bunu söyleyen herkes için itibarsızlaştırma kampanyası düzenleyip hakaretler yağdıranlar, kimi başka başlıklarda mevdudi güzellemeleriyle kendinden geçiyor. bari buraya da yazalım, belki gelir okurlar ve en azından kesintisiz imandan başka yolla doğrulanamayacak savunularında bir anlam bütünlüğü sağlarlar.

    işte o bölüm !

    ''büluğa ermediği için hayız görmeyen veya bazı nedenler dolayısıyla geç hayız gören ya da çok büyük bir istisna olup da hiç hayız görmeyen kadınlar, hayızdan kesilmiş kadınlar gibi talaktan sonra 3 ay iddet beklerler.

    kur'an'ın bu açıklamasına göre, burada "mudhale" (kocasıyla gerdeğe girmiş) bir kadının sözkonusu olduğuna dikkat edilmelidir. çünkü mübaşeret olmasaydı eğer, iddet sözkonusu olmazdı. (bkz. ahzab: 49) bu yüzden, henüz hayız görmeye başlamamış kızların, iddetinin beyan edilmesinden anlaşıldığına göre, bu yaştaki kızlarla evlenmek ve kocalarının kendileriyle cinsel ilişkide bulunması caizdir. dolayısıyla kur'an'ın caiz gördüğü bir davranışı hiçbir müslümanın yasaklamaya hakkı yoktur.

    henüz hayız görmeye başlamamış bir kıza talak verilirse ve o da iddet esnasında hayız görmeye başlarsa onun iddeti hayzı ile birlikte başlar ve iddeti hayız gören kadınlar gibi hesap edilir.''
  • en baştaki tesbit yanlıştır.

    mevdudi bir din adamı değildir. bir politika, siyaset adamıdır. urdu dilinde akıcı bir kalemi vardır. islamiyeti ehlinden öğrenmeyip, kendi felsefesini işin içine karıştırınca sapıtmış biridir.

    mevdudi, islamın bütün ana prensiplerini kendi mantığı ile çözmeye kalkmış, islam âlimlerinden hep ayrılmıştır. kitapları incelenirse kendi mantığını, kendi düşüncelerini, islamiyet olarak yaymak çabasında olduğu kolayca sezilir. islamiyeti modern hükümet şekline uydurmak için çeşitli kılıflar da uydurmuştur.

    bu yüzden fikirleri zaman zaman fitne çıkarmak için ortaya atılır. sanki gerçek bir alimmiş gibi algılanmasına çalışılır. böylece cahil müslümanların kandırılmasına çalışılır.

    okuyup anlamak lazım, hele konuya uzaksanız, bu adamın kitaplarını ve ondan alim diye bahsedenleri sonraya bırakın. kafa karışır.
  • pakistan'ın dini konulardaki kokuşmuşluğunun müessirlerinden birisi. 20 yüzyılda, doğru eğri birbirine girdiği için, birazcık ağzı laf yapanlar dinden bahsetti mi, hemen el üstüne alınır, alim falan diye taltif edilir ya, işte bu herif de, bu taltiflerin pakistan şubesi toplayıcısı! mısır'daki üstatlarından pek aşağı kalır yanı da yok hani!

    din adamlarının siyasete asla karışmadığını, müslümanları sıkıntılı durumlara düşürecek söz ve fiiliyatlara kalkışmadığını bilenler az oldukça, bunlar kaçınılmaz neticeler elbette.

    (bkz: ebul ala mevdudi)
  • adam gibi adamdır, hapisten korkup ülke dışına kaçmamış, olması gerektiği gibi sabretmiştir. allah rahmet etsin. tefsiri muhteşemdir, tarikatçılara kulak asmayınız, ayrıca islam'da mezhepsizlik diye bir kabahat yoktur.

    (bu yazı meryem cemilenin ''who is mavdoodi''(lahore, 1973) adlı eserinden derlenmiştir)
    daha önceki bütün islâmî uyanış hareketleri ya çok düzensiz ve başıbozuktular veya
    günümüzde de olduğu gibi sindirilmiş durumdaydılar; yani kısaca hedeflerine ulaşmada
    başarılı olamamışlardı. bugünün dünyasında hâla kuvvetli ve faal olan uluslararası öneme
    sahip islami hareketlerden birisi de pakistan'daki cemaat-i islamî hareketidir. bu
    hareket, tüm kötü şartlara rağmen varlığı ve muhafazasını mevlana seyyid ebu'l a'la
    mevdudi'ye borçludur.
    mevdudi, hacc muiniddin ecmerî yoluyla öğretileri hint-pakistan bölgesine ulaşan çiştî
    tarikatının kurucusu hacc kutbuddin mevdudi çişti'nin soyundan gelen bir ailenin oğlu
    olarak 25 eylül 1903'de haydarabad-deccan'daki avrangabad'da doğdu. ailesinin ayrıca,
    hindistan'a muhammed bin kasım'la birlikte geldiği söylenen hadis ravisi mevdud'un
    nesebinden olduğu da söylenir. doğumundan üç sene kadar önce, bir derviş babasını
    ziyaret ederek allah'ın ona kendisini tamamen iman davasına adayacak bir evlat
    bağışlayacağını söyledi. mevlana mevdudi'nin babası bir ingiliz taraftarıydı, ama sir
    seyyid ahmet han'la ayn aileden olmasına ve aligarh'da eğitim görmüş olmasına rağmen,
    hayatının daha sonraki yıllarında, ingiliz yönetiminin ve destekleyicilerinin büyüsünden
    giderek kurtuldu. batı medeniyetinden soğumuş birisi olarak, çocuklarını ingiliz okullarına
    göndermeğe razı olmadı, onların evde arapça, farsça, urduca ve ingilizce dersleri
    almalarını sağladı. mevdudi, henüz onaltı yaşında babasını kaybedince 1920 lerde hayatını
    gazeteci olarak kazanmaya başlayacaktı.
    kısa bir süre japalbur'da muhabir, daha sonrada yerel bir gazete olan taj'da editör
    olarak çalıştı. aynı yıl delhi'ye giderek, cemiyeti ulema-i hindin yayın organı olan el-
    camia'da yardımcı editör olarak çalıştı. hastalandığı 1927 yılına kadar bu görevi sürdürdü.
    hastalığı onu avrangabad'daki evlerine dönmeye mecbur bıraktı, ve bilâhere
    haydarabad'a giderek, o günden beri onun adıyla tanınan aylık tercüman-ul kur'an'ın
    yayınına başladı.
    ocak 1938'de, allame muhammed ikbal'in daveti üzerine islam hukukunun diriltilmesi
    konusunda çalışmak için pencap'a giderek, bir cami ve birkaç evden oluşan gurdaspur
    yöresinde yerleşti. daha sonra bu binalar darus-selam akademisi oldu. nisan ayında ikbal
    vefat etti; mevlana mevdudi aralık'ta lahor'a giderek islam üniversitesi ilahiyat
    fakültesi'nde ücret almadan dekan olarak çalıştı. bir sene sonra, yöneticiler para
    vermekte ısrar ettiler, ama görüşlerini anlatma konusunda hiç bir sınırlamayı kabul
    etmediğinden bu görevden ayrılarak yazı hayatına ve vaazlarına devam edeceği dâru's-
    selâm akademisine geri döndü. 1941'de ise cemaat-i islami'yi kurdu ve bundan sonra
    hayatını tamamen hareketinin geleceğine adadı.
    mevlana mevdudi kendi kendini eğitmiş bir insandır. onyedi yaşında daha çocuk sayılacak
    bir yaşta iken bile meselâ hind kıtasında yaygın olan hilafet hareketine eğildiğinde, bu
    hareketi körü körüne takip etmeyecek eleştirici bir zekaya sahipti.
    mevlana mevdudi, dikkatleri ilk defa 1926'da, cihadı eski ve modern savaş kavramlarından
    dikkatlice ayırarak, islami cihad kavramıyla modern uluslararası savaş hukukunu
    karşılaştırdığı "el-cihad fil islam" adlı kitabının basımıyla dikkatleri çekti. 1932'de,
    mevlana mevdudi modern eğitim görmüş gençliğin zihinlerine safiyeti bozulmamış bir imanı
    sokabilmek amacıyla yazdığı en popüler ve en çok bilinen kitabı olan "islamın anlaşılmasına
    doğru"yu tamamladı. "islamın anlaşılmasına doğru" on'dan fazla dile çevrilerek birçok
    kereler basıldı. bu kitap ayrıca bazı müslüman ülkelerde okullarda temel bir ders kitabı
    olarak okutulmaya başlandı. aynı yıl, mevlana mevdudi tercüman-ul kur'an'ın yayınına
    başladı.
    "1932'de haydarabad'da tercüman-ul kur'an'ı yayınlamaya başladığımda, kafamdaki plan
    ilk önce müslüman aydınları yakalayan batı kültürü ve fikriyatının zincirini kırmak ve
    onlara islam'ın batı kültürünün sunacağından çok daha üstün bir medeni hayata, hukuka,
    kültüre, siyasi ve ekonomik sisteme, felsefeye ve eğitim sistemine sahip olduğu fikrini
    aşılamaktı. kültür ve medeniyet konusunda başkalarından ödünç almaları gerektiği
    nosyonundan kurtulmalarını istiyordum.
    islami sistemin dünyadaki herhangi bir sistemden daha üstün olduğuna onları ikna etmek
    istedim ve ayrıca onları korkutan batı sisteminin, zayıflıklarını ve kusurlarını bilmelerini
    arzuladım."<d>
    bu yıllarda, muslim league liderliğinde pakistan hareketi güç kazandığında, mevlana
    mevdudi iki-ulus kavramını ve müslümanların kendilerine ait ayrı bir ülkede yaşamayı
    seçmede özgür olmaları gerektiğini kabul etmesine rağmen, aynı zamanda, hindular ve
    müslümanlar arasında nefreti ve dehşeti kışkırtan gurupçuluğa kesin şekilde karşı çıktı.
    müslümanlar alâlade bir ulus değil, islam'ın mesajını tüm dünyaya yaymayı amaçlayan
    misyona sahip bir ümmetti. bir müslüman sadece müslüman bir aile içinde doğmuş
    olduğundan ve ona bir müslüman adı verilmiş olduğundan değil, günlük yaşamında gayri
    müslim komşularına kendisinin kelime-i şehadete bağlı olduğunu gösterdiği için
    müslümandır. sadece müslüman sıfatı taşımak yeterli değildi. bir müslüman, bunun değer
    kazanması için, kur'an'ın ve sünnet'in emirlerine göre islami hayatı bilfiil yaşamaktaydı ve
    hindu komşularından saygı görmesi için tebliği ifa etmekteydi.
    "muslim league şüphesiz hızla kuvvet kazanmaktaydı ama ben hissediyorum ki ona katılan
    bir kısım insanlar milliyetçi bir müslüman devlet kuracaklardı. ve aynı şekilde inanıyorum
    ki onlar hakiki bir islam devletini kuracak olanlar değillerdir. liderlikte olanlar ve müslim
    league'de toplananlar ve ön safta olanların gerçek bir islam devleti kurabileceklerine dair
    bir emare yok. onlar sadece müslümanlar için milliyetçi bir devlet kurabilirler ama onu bir
    islam devletine dönüştüremezler."<d>
    bunlar, mevdudi'nin mevcud siyasi keşmekeşde müslüman başlığı altında 1939-1940 yılları
    arasında yazdığı makale serilerinin ana konularıydı. o kıtanın taksimi daha yapılmadan
    önce; eğer pakistan samimi bir islam devleti olarak tesis edilemezse ve münafıkça
    politikalar liderliğinin karakteristliği olmayı sürdürürse, bölgeciliğe dayalı yerel
    milliyetçiliklerin kendilerini tekrar ortaya çıkaracaklarını ve neticede ülkenin bölünmesinin
    kaçınılmaz olacağını tahmin etmişti.
    "böylece önümde üç problem vardı; eğer ülke bölünmezse müslümanları kurtarmak için ne
    yapmalı? ikinci durumda, yeni müslüman devleti aslında gayri-islami bir devlet haline
    gelmekten korumak ve bunun yerine gerçek bir islam devleti olma yoluna sokmak için ne
    yapmalı?
    bu üç problemi ortaya koyduktan sonra, durumla ilgilenmek için cemaat-i islami diye
    bilinen örgütü kurma fikri hasıl oldu. taraftarı olduğum görüşlerin çoğunluğun hoşuna
    gitmemesine ve kimilerince suistimal edilmesine rağmen, bana katılan küçük bir grup vardı
    ve cemaat-i islami'nin ortaya çıkması da bu grubun yardımıyla olmuştu. bu cemaatın
    islam'a sebatla inanan ve diğerlerine güven veren, itimat edilir karaktere sahip böylesi
    kişilerden oluşması gerektiğini, gerçek kuvvetin sayılarda değil karaktere sahip böylesi
    kişilerden oluşması gerektiğini, gerçek kuvvetin sayılarda değil karakterde yattığını, ve
    cemaatin sayıları ne kadar az olursa olsun kesinlikle itimat edilir bir karaktere sahip,
    amelleriyle güven telkin eden ve müslümanların itimat edebilecekleri böylesi insanları
    bağrına basması gerektiğini düşündüm. cemaatin çok sıkı bir organisazyona ve sıkı bir
    disipline sahip olması gerektiği fikrindeydim. cemaati organize ederken aklıma gelen diğer
    bir husus da, islami düzenin tesisinde beraber uyum içinde çalışabilmeleri için cemaat,
    hem eski sistem ve hem de yeni sistem altında eğitim görmüş kişilerden oluşmalıydı.
    cemaat ayrıca tüm mezheplerden ve düşünce okullarından bütün müslümanların bir araya
    getirme gayreti içinde olmalıydı. her ne kadar şia'dan olan kardeşlerden henüz tam
    manasıyla ve üst düzeyde bir katılım olmadıysa da, sempatizan büyük bir çoğunluk
    vardır."<d>
    müslümanlar hindistan'da hiç kimse pakistan hareketini mevlana mevdudi'den daha şevkle
    desteklemedi. bütün yazılarında ve vaazlarında, hindistan müslümanlarını farklı bir toplum
    olduklarına ve eğer hindu zulmü ve tahakkümü tehdidini defetmek istiyorlarsa kendilerini
    kendi devletlerinde yönetmeleri gerektiğine inandırdı. mevlana muhammed ali cevher,
    mevlana şevket ali ve kadı azam gibi samimi özgürlük-savaşçıları bir zamanlar hindistan
    ulusal kongresi'nin üyeleriyken mevlana mevdudi bu kongreye bir gün için bile
    katılmamıştı.
    kıtanın 14 ağustos 1947'de taksimi kararından sonra ise, mevlana mevdudi artık bütün
    çabalarını pakistan'da islami bir hayat tarzının tesisine adadı. ocak-mart 1948'de,
    radyoda islam'ın ruhani, ahlaki, sosyal, siyasi ve ekonomik öğretilerinin çok önemli
    yönlerini açıklayan beş konuşma yaptı. ona göre islam bir slogan değildi. bu yaklaşımıyla
    o, ülkede, söylediğini her hareketiyle anlatan bir kaç liderden biriydi.
    bitmeyen bir enerjiyle, konuşmalar yaparak ve mükemmel bir islam devleti için kitleleri
    hareket geçirerek ülkeyi baştanbaşa dolaştı. böylesi bir tutarlılık bazı çıkar çevreleri için
    tahammül edilmez olduğundan, ülke için gerçek islami anayasa talep ettiğinde hemen onu
    devletin düşmanı olmakla suçladılar ve 4 ekim 1948'den 28 mayıs 1950'ye kadar
    hapsettiler. mamafih, ülke için islami anayasa elde etme çabaları 7 mart 1949'da ulusal
    anayasa meclisi taleplerini içeren "kararlar"ı kabul ettiğinde, meyvesini vermiş oldu.
    yüzyıllar boyunca ilk kez, pakistan'da, duyubendî, barelvî, ehli-hadis ve şia düşünce
    ekollerini temsil eden otuzbir ulema, mevlana mevdudi'nin ikna etmesiyle, 21-24 ocak
    1951'de karaçi'de bir konferans düzenledi ve yeni anayasaya katılmak üzere islam
    devleti için elzem olan yirmi iki prensibi mutlak ittifakla kabul ettiler.
    1952-53 yılları arasında, pencap'da halkın çoğunluğunun, kadiyani mezhebinin anayasada,
    ayrı bir azınlık grubu olarak belirtilmesini istediklerinde, bu teklifi örtbas etmek için
    sıkıyönetim ilan edildi. mevlana mevdudi daha sonra, hükümet politikasını kınayarak, halkın
    bu isteklerini destekleyen kadıyanî problemi adlı broşürü yazdı. sonuçta 28 mart 1953'te
    mevlana mevdudi tutuklandı ve mahkemeye çıkarılmadan mahkum edildi. sıkıyönetim
    mahkemesi onun idamına karar verdiğinde o şunları söyledi: "eğer allah (c.c.) böyle
    istediyse bu akibeti memnunlukla kabul ediyorum, ama eğer o'nun iradesi değilse, ne
    yaparlarsa yapsınlar bana en küçük bir zarar bile veremezler."
    müslüman dünyasında ona verilen ölüm cezasına karşı tepkiler o kadar büyük oldu ki,
    yetkililer cezasını 14 yıla indirmek zorunda kaldılar.
    mevlana mevdudi'nin hapis yılları devam ederken, baş yargıç muhammed münîr, yargıç m.
    r. kayani'nin yardımıyla, münir raporu diye bilinen ünlü raporunu hazırladı. bu rapor
    kadıyanî mezhebine karşı halkın kışkırtılışının nedenlerini, ve özellikle çadri zafrullah han
    ve diğer yüksek rütbeli kadıyanîlerin devlet görevinden uzaklaştırılması için halktan gelen
    baskıların nedenlerini içeren ve neticede bu huzursuzluğun nedenini müslüman bağnazlığı
    ve fanatizmine bağlayan soruşturma ve tesbitlerini içeriyordu. bundan yola çıkarak, eğer
    pakistan'ın bir islamî devlet olmasına müsaade edilirse, ülkenin tüm gayri-müslimlerin
    zulüm hedefi haline geleceği, farklı mezheplerin birbirleriyle sürekli çekişeceği, modası
    geçmiş kanunların "uygar" dünyanın standartlarıyla çatışacağı ve pakistan'ın uluslararası
    topluluktan atılacağı sonucuna vardı.
    batılı oryantalistler ve hristiyan misyonerleri bile islam'a münir raporu'nun yapmış
    olduğu kadar küstahça saldırmamıştı. yazarının bir müslüman olması da, raporun yıkıcı
    etkilerini daha da arttırıyordu. bu gerçeklerden tamamıyla bilinçli olarak, mevlana
    mevdudi ve cemaat-i islami, münir raporunda, hiç bir hakikat payı olmadığını ilân etti.
    25 mayıs 1955'de, yüksek mahkemenin yayınladığı bir emirle mevlana mevdudi serbest
    bırakıldı.
    bir yıl sonra, pakistan islam cumhuriyeti'nin ilk anayasası mart 1956'da resmen ilan
    edildi. anayasa cemaat-i islami'nin isteklerinin çoğunluğunu içeriyordu. bu anayasa gerçek
    bir islam devletinin teşekkül sürecine katkıda bulunmak için henüz tamamlanmamıştı ki,
    başkan iskender mirza 7 ekim 1958'de onu fesh eden bir kararı yürürlüğe soktu. 27
    ekim'de mareşal muhammed eyüp han yönetimi ele geçirerek sıkıyönetim ilân etti ve
    cemaat-i islami de dahil tüm siyasi partileri kapattı.
    mevdudi islam davasını yürütmek için her zamanki kararlılığıyla ve cesaretle yoluna devam
    etti. sıkıyönetime rağmen, islam hukukunda modern yönetimde gerekliliğini ve
    uygulanabilirliğini net bir şekilde ve ikna edici bir surette ortaya koydu ve genişletilmiş
    bir baskısını "islam hukuku ve anayasası" başlığı altında kitap olarak yayınladı.
    mevdudî'nin argümanları o kadar ikna ediciydi ki, yüksek statülü hristiyanlar gibi pakistan
    baş yargıcı a. r. cornelius bile islâm hukukunun ülke için elverişli tek kanuni sistem
    olarak kabulüne taraftar olmuştu. 17 şubat 1967'de toplanan batı pakistan yüksek
    mahkemesi'nde, tüm yargıçlar islam hukukunun yürürlükte olması yönündeki görüşlerini
    beyan ettiler.
    5-6 mayıs 1960'da, mevlana mevdudî düşünce ekollerini temsil eden ondokuz ulema ile
    beraber lahor'da toplandı ve sonuçta pakistan'da parlementer sistemin işleyişindeki
    başarısızlıkların nedenleri hakkında, hükümetin tayin ettiği anayasa komisyonu tarafından
    sorulan soruları cevaplandırarak demokrasi ve insan haklarının tesisi için gerekli olan acil
    önlemleri sundular.
    "pakistan, müslümanların gayretleriyle varlığına kavuşmuştur. dahası, allah'ın yardımından
    sonra, ülkenin varlığın ve kuvvetini garanti altına alan müslümanların kararlılığıdır. bu ülke,
    müslümanların fedakârlığı olmadan varlığına kavuşamazdı. ve eğer, allah (c.c.) korusun,
    müslümanlar ümitlerini kaybederse ve bunun için yaşama ve ölme kararlılığını kaybederse
    ülke varlığını koruyamayacaktır. müslümanlar bu ülkeyi, kanunları islamî olan, kültürü ve
    medeniyeti islamî olan bir islam devleti olarak teessüs ettirme ve bundan sonra da öyle
    görmek istemektedirler. bundan dolayıdır ki, müslümanlar mallarını, canlarını ve izzetlerini
    pakistan'ı kurmak için ortaya koydular."<d>
    2 mart 1961'de, pakistan kadınlar birliği kendi hazırladığı ve açıkça islâma aykırı olan
    medeni kanunu hükümetin yürürlüğe koyması için yaptığı baskıda başarılı olunca, mevdudi
    ve ülkenin her tarafından 209 ulema kanunu protesto etki ve geriye alınmasını ya da en
    azından değiştirilmesini talep etti. bu yeni aile hukukuna karşı ulemanın bildirisine <d>
    karşı sert ve baskıcı önlemler geldi. bildiriyi basanlar ya da dağıtanlar hapse atıldı.
    bu dönemde, mevlana mevdudi bütün gayretleriyle yazılarına ve vaazlarına bireysel olarak
    devam ediyordu. 1959 ve 1962 arasında, altı ciltten meydan gelen kur'an-ın urdu dilindeki
    tercüme ve tefsiri olan tefhimu'l kur'an'ı hazırlamak için tüm batı asya'yı -arabistan,
    sureyi, ürdün ve mısır- dolaştı ve kitaplarda belirtilen kutsal yerleri ziyaret etti. ilk
    olarak 1943 yılında başlanan tefhimu'l kur'an'ın son cildi ise, haziran 1972'de tamamlandı
    ve islam dünyasında büyük ilgiyle karşılandı. giderek büyüyen talep sonucunda, tefsirin
    ingilizce, arapça, bengalce ve peştuca <d> tercümeleri hazırlandı. tefhimu'l kur'an'da,
    mevdudi mutlak gerçeği ve hristiyanların ve yahudilerin kitaplarını nasıl tahrif ettiklerini
    göstererek, islami hayat tarzının diğerlerine olan üstünlüğünü ortaya koydu. mevdudi'nin
    nur ve ahzab sureleri tefsiri ayrı olarak basıldı ve bunlar suça karşı islam'ın getirdiği
    cezaların herhangi bir laik ceza kanununun getirdiğinden daha insancıl ve daha etkili
    olduğunu gösteriyordu. bu tefsir pakistan üniversitelerinde hukuk öğrencileri için ders
    kitabı olarak kabul edildi.
    mevlana mevdudi arabistan kralı ibn suud'un ricasıyla, medine'de kurulacak bir islam
    üniversitesi için ayrıntılı bir proje hazırladı. mevdudi bu üniversitenin, kahire'deki el-
    ezher üniversitesi'nin islamî karakterinin milliyetçilik ve laiklikle bozulmasının meydana
    getirdiği entellektüel ve akademik boşluğu dolduracağını umuyordu.
    1963'de, mısır ve suudi arabistan arasındaki siyasi sürtüşme yüzünden, kral mısır'ın
    hazırladığı kâbe örtüsünü kabul etmeyince, mevdudi onun pakistan'da hazırlanmasını teklif
    etti.
    kral teklifi kabul etti ve böylece, mevdudi'nin gözetimi altında, kisve en kaliteli işçilerce
    elde dokunarak altınla süslendi. o yılın mart ayında çalışma bitince, cemaat-i islami'nin
    yönetimindeki iki tren, örtüyü taşıyarak tüm pakistanı dolaştı. örtüyü görmek için
    galeyana gelen halk yol boyunca toplandı ve bu daha sonra büyük bir gösteriye dönüştü.
    mevdudi'nin giderek artan popüleritesi ve etkinliğini çekemeyen düşmanları 25-28 ekim
    1963'de toplanan cemaat-i islami'nin yıllık kongresini sabote etmek için her türlü yolu
    denedi. seyahat izinlerini kaldırarak ve megafon kullanılmasını yasaklayarak yaptıkları
    bütün engellemelere rağmen, kongre 10.000'den fazla kişinin katılımıyla başladı. polisin
    koruması altındaki sokak serserileri kongre salonunu ateşe vermek ve mevdudi'yi
    öldürmek istedilerse de liderin cesareti ve cemaatin serinkanlılığı kongreyi hedefine
    ulaştırdı.
    tabii cemaatin bu başarılarına müsamaha gösteremeyen muhalifleri, resmi gazetede
    aleyhinde propagandaya başladılar ve bu 6 ocak 1964'de etkisini gösterdi. mevdudi ile
    beraber cemaati islami'nin önde gelen tüm ledirleri tutuklandı ve yargılanmadan hapse
    atıldı. cemaati islami kanunsuz ilan edilerek yasaklandı ve bütün büroları, kütüphaneleri
    ve toplantı yerleri polis tarafından mühürlendi. fakat daha sonra, dava dosyası dürüst ve
    adil bir celse için pakistan yüksek mahkemesi'nin önüne getirilince cemaatin yasaklanması
    ve liderlerinin hapse atılması cezası derhal kaldırıldı. hapisten çıktıktan daha onbeş gün
    sonra 25 ekim 1964'de, ulusal başkanlık seçimleri kampanyası sırasında, mevlana mevdudi,
    lahor'da büyük bir kalabalık önünde rejimin meşruluğunu tehdit eder mahiyette, mevcut
    sistemin politikalarını eleştiren iki saatlik bir konuşma yaptı.
    hindistan'ın 6-24 eylül 1965'de pakistan'ı sinsice işgal etmesi günlerinde mevdudi
    lahor'da 'radyo pakistan'dan topraklarını savunmanın gerçek bir cihad olduğunu ilân eden
    beş konuşma yaptı. bu heyecan verici konuşmaların savaştaki etkisi tahmin edilemez güçte
    oldu.
    mevlana mevdudi keşmir'de adaleti sağlamak için de elinden geleni yaptı.
    muzafferabad'da azad-keşmir radyosu'ndan yaptığı konuşmada hindistan'ın keşmir
    müslümanlarına karşı giriştiği kötü muameleleri anlattı. mevlana mevdudi 24 eylül 1965 de
    yürürlüğe giren b.m. ateşkes emrine ve 10 ocak 1966 taşkent deklerasyonu'na hindistan
    için tek yanlı bir diplomatik zaferi temsil ettiği ve keşmir problemine adil bir çözümü
    olanaksız kıldığı için karşı çıktı.
    israil, 5-9 haziran 1967'de mısır, suriye ve ürdün'e karşı acımasızca saldırıya
    başladığında, filistin'in ve özellikle kudüs'teki kutsal yerlerin siyonist işgalden kurtulması
    için mevdudi tüm gücüyle arap kardeşlerinin yanında yer aldı.
    mekke'de toplanan rabıta el-alem el-islamiyye'nin mart 1966'daki oturumunda, mevlana
    mevdudi, amerika, rusya ya da herhangi bir yabancı güce bağımlı olmadan her müslüman
    ülkenin askeri açıdan kendi kendine yeterli hale gelmesinin acil gerekliliğini vurguladı. daha
    sonra dünya müslümanlarını, kendilerini ve islam'ı her yerde savunabilmeleri için tek bir
    blokta birleşmeye ve ulusalcılığı reddetmeye çağrdı. islam'ı, bütün ırkları ve ulusları bir
    ümmet içinde, bir tek aile halinde birleştirmeye elverişli ve evrensel barışı getirecek
    ideoloji olarak ilan etti.
    mevlana mevdudi ve hareketi islam düşmanı tüm saldırılara karşı büyük bir siper
    oluşturdu. allah'ın dinini değiştirip, batı hukuk sistemlerine uydurmak isteyen
    modernistlerin çabalarına karşı amansızca direndi.
    islamî doktrinin ruhuna tamamen zıt olan, hap, düşük yapma ve kısırlaştırma yoluyla nüfus
    artışını kontrol etmek için yapılan herhangi bir ulusal ya da uluslararası politikanın da
    amansız muhalifiydi. bireysel, sosyal, ulusal, uluslararası ekonomik ve ahlaki bakış
    açısından, nüfus indiriminin yapay metodlarını tahrip edici sonuçlarını gösteren "islam ve
    doğum kontrolü" adlı kitabını 1962'de yayınladı. yetkililerin bu kitabın "ulusal aile
    planlaması programını" sabot edeceğinden korkmalarından dolayı, kitap resmi bir kararla 9
    ağustos 1966'da yasaklandı.
    ingiltere ve almanya'daki müslüman öğrenci cemaatlerinin kendisini ziyaret ederek
    konuşma yapması için defalarca kendisini davet etmelerine rağmen, uluslararası öneme
    sahip olarak giderek artan etkinliğinden korku duyan hükümet, mevdudi'nin yurt dışına
    çıkmak için yaptığı bütün başvuruları geri çevirdi. mamafih, ağustos 1968'de, mütehassıs
    doktorlar heyeti, böbreklerinde oluşan taşların londra'ya ameliyata gitmesi için yeterli
    bir neden teşkil ettiğini açıkladılar. geçirdiği iki ameliyat kendisini oldukça zayıf düşürdü.
    müslümanlar ve birçok gayri-müslim kendisini ziyarete geldi. 15 aralık'ta, pakistan'a
    dönmesinden bir kaç gün önce londra hilton otelinde onun için verilen özel bir
    resepsiyona sadece ingilteredeki pakistanlılar cemaatinin önde gleen temsilcileri değil,
    aynı zamanda ingilizce ve urduca yayınlanan dergilerin muhabirleri, bazı ingiliz öğretim
    üyeleri ve oryantalistler de katıldı.
    burada özellikle ingiltere'ye göç eden pakistanlılara hitaben bir konuşma yaptı.
    dinleyicilerine, eğer ingiltere'de yaşayan müslümanların hayatlarını islamî değerlere ve
    ideallere göre yönlendirirlerse, islam'ın gelişmesinin ve genişlemesinin batıda büyük bir
    hız kazanacağını ifade etti. ama eğer aşağılık kompleksine kapılırlarsa, batı geleneklerinin
    körü körüne kişiliklerinin kaybolmasına ve yabancı bir kültüre karışmalarına neden olacaktı.
    pakistan cemaatinin liderlerinin müslüman çocuklarının evde ve okulda islamî eğitimden
    yoksun kaldıkları ve yeni nesilin müslüman cemaat için kayıp olabileceği konusunda uyardı.
    ingiltere'nin "bütünleştirme" sloganı altında müslümanları batı medeniyeti içine
    asimilasyon politikasının yanlış olduğunu vurguladı.
    aynı yıl içinde italyan ve alman televizyonlarının kendisiyle yaptığı mülakatlarda, modern
    insanın en ciddi hatasının fiziksel nesneleri kontrol etme ve tabiatı sömürmek için
    sömürmede bilimi kötüye kulanmaları ve peygamberlere vahyedilen kutsal kitapların ahlakî
    ve ruhî kılavuzluğuna ihtiyaç hissetmemeleri olduğunu vurguladı. sonuç olarak, batılı hayat
    barışı tanımaz. hayat anlamını ve amacını yitirmiştir, aile çökmektedir, suç sınır
    tanımamaktadır ve şiddet dünyanın geleceğini tehdit etmektedir. ikinci hayatî hata, batılı
    insanın dar görüşlülüğüdür. eğer batı medeniyeti ırk ayrılığı gibi problemler çözüm
    bulamıyorsa, insanlar islam'ın bunları nasıl çözdüğünü ve ırkı ve milliyetçiliği aşan bir
    kardeşliği nasıl başardığını öğrenmelidir. batılı insan şimdi, sınırlı dünyasının ötesini görme
    ve cihadın nasıl savaşın dehşetini ve barbarlığını ortadan kaldırdığını, islamî öğretilerin
    uygulanmasının aileyi nasıl kuvvetlendirdiğini, ve zihinsel bozukluklara ve sosyal bölünmeye
    yol açan kişisel ilişkilerin kesilmesini nasıl önlediğini öğrenmek zorundadır. islam'ın
    evrensel mirası sadece müslüman olarak doğanlar için değil tüm insanlık içindir.
    londra'da, 1968 kışında, tedavisi sürerken, arapça yayın yapan el-guraba dergisinin
    editörü mevdudi ile bir mülakat yaptı ve dünyanın baskı altındaki çeşitli bölgelerinde sürüp
    giden islami hareketler için hangi metodları önerebileceğini sordu. mevlana mevdudi bu
    soruyu şöyle cevapladı:
    "inanıyorum ki, altında yaşadıkları despotizmin türünü ve doğasını doğruca ve akıllıca tayin
    etmek belirli bir ülkedeki islamî hareketin lider ve kadrolarının sorumluluğudur. buna
    karşı mücadelenin yollarını ve araçlarını keşfetme ve islamî amaca hizmet etmek için yeni
    fırsatlar aramak yine bunların sorumluluğudur. farklı müslüman ülkelerdeki despotizmin
    doğası ve boyutları birbirinden farklıdır ve herhangi bir standart metodu öne sürmek
    mümkün değildir.
    ama bütün bu durumlarda gizli yeraltı faaliyetlerinin ve kanlı devrimlerin metodlarına ve
    tekniklerine duyulan arzuya karşı direnmek gerektiği inancındayım. büyük risk altına
    girseler, acı çekseler, hatta bu hapis ve darağacı anlamına gelse bile, allah (c.c.) yolunda
    açıkça ve barışçı yollarla çalışmalıdırlar."
    yaşamı boyunca mevdudi, yönetimde bulunanların kötülüklerini kendi emniyetini hiç
    dikkate almadan korkusuzca eleştirmiştir. hayatına defalarca kastedilmesi gerçeğine
    rağmen, herhangi bir olağanüstü önlem almayı ya da kendisine bir koruma almayı asla
    gerekli bulmamıştır. 1970 kışındaki ulusal seçim kampanyaları sırasında, kendini düşünen,
    fırsatçı ve harîs ulema, camilerde cuma hutbesi esnasında onu sertçe eleştiren
    konuşmalar yaptılar ve sadece kendisine değil aynı zamanda ailesine de iftirada
    bulundular.
    mevdudi'ye 1970 seçim kampanyası sırasında kişisel güvenliğinin tehlike altında olduğu
    söylendiğinde, sakince şöyle cevap verdi: "yüce allah'a güven duyan herhangi bir kişinin,
    o'nun koruması ve rızası altında olduğuna inanırım."
    mevlana mevdudi'nin nitelik ve nicelik olarak başarıları islamî uyanış için yapılan
    mücadelede kendinden öncekileri aşmıştır. islamiyet'i tam olarak öğrenmekle kalmamış
    aynı zamanda modern bilgiler konusunda da derin görüş sahibi olmuştur. hemen hemen
    kendi kendini eğitmiş olmasına rağmen, engin bilgisi ansiklopedik düzeydedir. din ve
    felsefe, sanat ve bilim ya da siyaset ve ekonomik konusunda ileri sürdükleri her türlü
    şüpheyi dağıtmak için en etkili bir şekilde kullanmıştır. yazdığı yüzden fazla kitap ve
    broşürle, islam'ın her yönünü en spesifik detayına kadar göstermekle kalmamış, aynı
    zamanda özel hayatıyla insanlara söylediklerini nasıl uygulamaya koyduğunu göstermiştir.
    islamiyet'in geçmişteki ve şimdiki tüm gerçek hizmetçileri, gibi, kendini bu işe adamış,
    kendini düşünmeyen, korkusuz ve ahlâk timsali bir kişi olarak yaşamıştır. mevdudi sadece
    kendini islam'a vakfetmekle kalmamış, hanımını, altı oğlunu ve üç kızını da aynı yola
    çekmiştir. hanımı uzun yıllar pakistan'da cemaat-i islami'nin kadınlar kolu başkanlığını
    yapmıştır. muhterem hanımı da sadece iyi bir ev hanımı ve anne değil aynı zamanda boş
    zamanlarının çoğunu kur'an ve hadis çalışmakla geçiren ve evinde toplanan hanımlara
    dersler veren bir kişiydi. en büyük oğlu ömer faruk tercümanu'l kur'an'ın basımında ve
    babasının yaptığı diğer çalışmalarda yardımcı olmuştur. diğer tüm çocukları ailelerine karşı
    itaatkar, çalışmalarını destekleyen, iman sahibi, zeki ve hem islamî, hem de modern
    konularda öğrenim görmüş kişilerdi.
    her öğleden sonra, mevdudi islam hakkında ve islam'ın ulusal ve uluslararası olaylarla
    ilgisi konusunda kendisiyle tartışmaya gelen her yaştan insanlarla evinde halka
    oluştururdu. mevdudi ayrıca dünyanın her yerindeki müslümanlardan ve de islam hakkında
    daha çok şey öğrenmek isteyen gayrı-müslimlerden gelen mektuplara cevap yazmak için
    hayli zamanını da ayırırdı.
    kutlu islam yolunda çok çetin ve sıkıntılı mücadelelerden sonra bu mübarek insan 22 eylül
    1979 günü, 77 yaşında iken bütün islâm alemini büyük üzüntüye boğarak bu fani alemden
    göçtü. allah (c.c.) ona rahmet etsin.
  • açıkçası hakkında olumsuz şeyler duyduğum insanlardan biriydi. bir şekilde elime bir kitabı geçti. biraz okudum. soru cevaplar var kitapta. sorulan sorular da kalite, cevaplar da. yani açıkçası bu kitap üzerinden edindiğim izlenim kendisinin zeki bir insan olması. ne yalan söyleyeyim, olumsuz biri gibi bir izlenim edinmedim. sonra araştırayım dedim bakalım millet ne diyor. şöyle bir site buldum ve bakın bu adamı nelerle suçluyorlar, önce okuyun, sonra kendi notunuzu kendiniz verin;

    --- alıntı ---

    sapık görüşlerinden kesitler

    mevdûdî’nin elimizdeki mevcut kitapları mutlak müçtehid edasıyla yazılmıştır. âyet-i kerimelere kafadan mânalar verilişi, salâhiyetli hiçbir müfessirden delil getirmeyişi, dört hak mezhepten birine göre yazılmayışı mevdûdî’nin mezhepsiz oluşunu gösteren apacık ve kat’i delillerdir.

    şimdi mevdûdî’nin hilafet ve saltanat isimli mezhebsizlik zehiriyle dolu kitabına bir göz atalım:

    1- kitabın çeşitli yerlerinde “islâm nazariyesi” tabirini kullanmaktadır. halbuki islâmda nazariye yok, edillei şer’iyye vardır.

    2- bir islâm memleketinde, müslüman olmayanların iman edenlere verilmiş bulunan bütün medenî haklardan aynı şekilde istifade imkânına sahip bulunduğunu iddia etmekte s.58.

    halbuki bir gayri müslim, müslüman bir kadınla evlenemediği gibi seçme ve seçilme hakkına da sahip olamaz. mevdûdî’nin savunduğu demokratik rejimlerdedir.

    3- “benim nazarımda bütün insanlar eşittir.” demekte ve “bizden olsun olmasın” diye de bir ilâve yapmakta. s.68

    halbuki insanlar ancak insan olarak eşittir. fakat bir müslümanla bir kâfir eşit değildir. müslümana namaz kılması icbar edildiği halde kâfire icbar edilemez.

    4- “ancak mü’minler kardeştir.” âyet-i kerimesine istinaden bütün vatandaşların eşit olduğu hükmünü çıkarmakta s. 69-70.

    5- s. 89’da kâinatın efendisinin kendisinden sonra bir şahsın yerine geçmesi hususunda işaret buyurmadığını iddia ederken hemen s. 90’da hazret-i ömer ile hazreti ebu bekir’i hilafete tensip buyurduğunu yani hilafet derdine düşdüklerini söyleyerek açıkca bir iftira atmaktadır.

    6- eshâb-ı kirâm’dan sa’ad bin ubade radiyallahü anh’a, farklı ictihadını kabilecilik taassubu olarak vasıflandırmaktadır. s. 112.

    halbuki dört halifenin sünneti, resulullahın sünneti olduğu hadis-i şerifle sabitken son iki halifenin nümune teşkil etmediği intibaını çıkarmak suretiyle mezkûr hadis-i şerifi tekzip etmektedir.

    8- hazret-i osman radiyallahü anh’ın hülefa-i raşidinin tesis ettiği hükûmet nizamının aydınlattığı meşaleyi de söndürdüğünü iddia ederek köpek dilini göstermektedir. s. 117.

    9- hulefa-i raşidinin doğru yolu gösterdiklerini fakat gitmedikleri intibaını vermek için, “bu zevat-i kirama hülefa-i raşide-doğru yolda giden halifeler- demekten ziyade, hülefa-i mürşide- doğru yolu gösteren halifeler- demenin daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.” diyebilmektedir. s. 122.

    10- dinî mevzularda ince değil, çok ince düşünmenin gerektiğine ehemmiyet vermiyerek “her şeyin üzerinde bu kadar ince düşünürsek o takdirde islâm tarihinin %90’nını bir tarafa bırakmamız icap eder.” demektedir. s.129.

    halbuki yanlış bir hâdise anlatmamak için tarihin %100’ünü bıraksak dinimizde noksanlık mı meydana gelir?

    11- benî ümeyye, yani hazret-i osman sülâlesinin memleket idaresinde söz sahibi olmasının kabiliyet ve işbirlikte izahının mümkün olamıyacağını, yani iltimasla getirildiğini iddia etmektedir. s. 130.

    12- hazret-i osman’ın islâmın ne olduğunu hâşâ bilmediğini isbat için “islâm sadece memleket fethetmenin işi demek değildir.” diyebilmekte s. 133.

    13- eshâb-ı kirâmdan baba ile oğulun medine’ye getirilişine kızarak getirilmesini isteyen resûlullah’a diş biliyor veya hazret-i osman’ın yalan söylediği intibaını vermek için “hazreti osman şöyle bir mesele ortaya attı: resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) “bir müddet sonra onların medine’ye dönmelerine izin vereceğim” dediğini duymuştum.” şeklinde rivayet edebilmekte s. 134.

    hadis-i şerife istinaden getirdi demiyor da şöyle bir mesele ortaya attı, demekle hazreti osman’ı töhmet altında bırakmak istiyor mezhepsiz.

    14- ibn-i teymiyye’den bile nakiller yapmakta s. 135.

    15- “hazreti osman’ın siyaseti hatalı idi.” demekte s. 141

    16- hazret-i ali, hazret-i osman’ın temiz olduğunu isbatladı, demiyor da, “hazreti osman’ı temize çıkardı,” demek suretiyle hem hazret-i osman’ın suçlu olduğu, hem de hazret-i ali’nin bir nevi iltimas ettiği intibaını vermeye çalışıyor. s. 146.

    17- s. 148’de “hadiseler büyüyünce hazret-i osman bile hadiselerin bu şekilde gelişeceğini hesaplıyamamıştı.” demek suretiyle güya hazret-i osman’ın ferasetsizliğini ortaya koymaya çalışmaktadır. hadiselerin o şekilde tecelli etmesi takdir-i ilâhidir. peygamber aleyhisselâmın taif’te mübarek ayaklarının kan içinde kalmasını hesaplıyamamış mıydı? mezhepsiz aklının ermediği işlere karışmasan olmaz mı?

    18- islâmın emrettiği seçim şeklinin modern olmadığını veya modern seçim sisteminin islâmın koyduğu seçim sisteminden üstün olduğunu, dolayısıyle hazret-i ali’ye haksızlık yapıldığını belirtmek için “bugünkü modern usullerle bir seçim yapılmış olsaydı hazreti ali kazanacaktı.” demekte s. 151

    19- hazret-i sa’ad ibni ubade gibi biat etmeyen bazı eshâb-ı kirâm için “onlar islâm nizamını iyi düşünselerdi, biat etmelerinin zaruri olduğunu anlamış olacaklardı.” demek suretiyle (s. 152) farklı içtihadlardan dolayı bazı eshâb-ı kiramı islâmı iyi iyi düşünmemek gibi bir ithamda bulunmaktadır. s. 153’de ise “yeni halifeye bu zevat inanmıyorlar, veya inanmak istemiyorlardı, yahutta böyle hareket etmekle hususi bir maksatları vardı.” diyor. ağzını topla mevdûdî!

    20- mezhepsiz herif farklı içtihadlarından dolayı eshâb-ı kirâma bakın nasıl yükleniyor: “biat etmeyenlerin hareket tarzı, ümmeti hilâfet nizamından ziyade padişahlık tarafına yöneltmekten başka bir mânâ ifade etmez.” diyor. s. 153

    21- s. 160’da şartlı biatın caiz olmadığını beyan ettikten sonra s. 162’de aşere-i mübeşşere’den iki sahabinin şartlı biat istediklerini söyleyerek cennetle müjdelenen iki sahabiye noksanlık yüklemeye çalışıyor mezhepsiz.

    22- s. 164’te “neticede talha, zübeyir ve diğer kan davâsı peşinde koşanlar.” diyor da şer’i kısasın yapılmasını isteyenler demiyor. aşere-i mübeşşereden bu iki zata “kan davâsı peşinde koşanlar” şeklinde suçlamaya çalışıyor alçak herif.

    23- s. 167’de hazret-i ali’nin karşı taraftakilerin şehitlerine de hürmet gösterdiğini ve mallarını da ganimet saymadığını rivayet ettiği halde mezhepsizliğinden dolayı karşı tarafa hücum etmekten kendini alamıyor.

    24- hazret-i muaviye’ye uzatılan dile bakın: s. 169’da “muaviye hazret-i osman’ın kanını istemek hususunda gayrî kanunî yolda yürüyordu.” diyor. s. 171’de ise “muaviye osman’ın katillerinden kan istemiyordu. o zamanın halifesinden kan istiyordu.” diyor mezhepsiz herif.

    25- bir kısım sahabenin hazret-i osman’ın kaatilinin hazret-i ali’nin olduğunu söylemesi için 5 tane yalancı şahit bulunduğunu iddia ederek eshâb-ı kirâma iftiralar etmektedir. s.173-174

    26- hakem olayında hilafet hususunda haklıyı haksızı tesbit etmek hakemlerin selâhiyetinde olmadığını, hakemlerin yaptığı işin tamamiyle yolsuz ve yersiz olduğunu beyan etmek suretiyle başta hazret-i ali olmak üzere her iki hakemi ve bu hakemliğe rıza gösteren bütün eshâb-ı kirâmı yolsuz ve yersiz iş yapmakla suçluyor mezhepsiz mevdûdî. s. 182-183-187

    27- hazret-i ali’nin, hazret-i osman’ın katline iştirak eden iki sahabiyi vali yaptığını iddia ederek “işte hazreti ali’nin tek hâtalı meselesi budur.” diyerek hazret-i ali’ye de hâta isnad ediyor, fakat içtihadı böyle oldu diyemiyor alçak herif.

    28- hazret-i ebubekir’in hazret-i ömer’i yerine hilafete seçtiği gibi hazret-i muaviye’nin de oğlunu hilafete seçmesini yanlış, hatalı ve usulsüz bir fikir olarak söyledikten sonra eshâb-ı kirâmın bu işi aynen kabul etmesini hazmedemediği için onlara yükleniyor alçak herif. s. 197

    mezhepsizin samimiyetsiz olduğunu isbat için bu cümleler yetmez mi?

    30- hazret-i muaviye için “politik gayeler uğruna şeriat hükümlerini tahrif etti.” gibi büyük bir iftirada bulunmaktadır. s. 235.

    31- mezhepsiz kadınların başını kendi tutmuş gibi şöyle bir rivayet naklediyor: “bu hâdise esnasında bin kadar kadın kendi kocalarından başka kimselerden gebe kaldı.” s. 247

    böyle bir rivayeti nakletmekle hem eshâb-ı kirâmı ve hem de onların çocuklarını ırz düşmanı olarak vasıflandırmış oluyor. sonra bu bin kadının kendi kocaları tarafından gebe kalmadığını acaba mevdûdî nasıl tesbit etmiş ki?

    32- şirkten başka günahların affedilebileceği itikadının mürcienin itikadı olduğu zikredilerek tenkid edilmektedir. s. 326

    33- imâm-ı a’zamın istisnasız bütün sahabileri hayırla, iyilikle yadettiğini zikretmekte, fakat kendisi mezhepsiz olduğu için hazret-i muaviye’ye hazreti kelimesini bile çok görmektedir. s. 326

    34- ehl-i sünnet âlimlerinin cumhuriyet esaslarının korunması şartıyla birlik için çalıştıklarını kaydetmektedir. s.326

    35- istisnasız bütün eshâb-ı kirâmın adil olduğunu, hepsinin itimada şayan bulunduğunu, aksi düşünülecek olursa dinin bazı esaslarının kendiliğinden şaibeli duruma düşeceğini kaydettikten sonra sahabelerin hiçbir hatalı işleri yoktur demek istemediğini de belirtiyor. s.435

    36- sahabiler için “bilerek hatâ yapmaz” diyor ve içtihadî hataları olabilir demiyor mezhepsiz. s. 436

    37- “es-sahabetü küllühüm adül”, mefhumunun istisnasız bütün sahabiler hakkında varid olduğunu kaydettiği halde, yine de çoklarının âdil iş yapmadığını, şeriatı tahrif ettiğini yazıyor. s.437

    38- kitabında gözden kaçmış hâtaların bulunabileceğini, okuyucular bunları bildirirse düzelteceğini beyan etmektedir. s. 439 (allah aşkına bunların neresi doğru ki ??? !!)

    39- s. 441’de bir hata işlemekle bir kimsenin rütbe ve derecesinin yüksekliğine noksanlık gelemiyeceğini belirterek “ben eshâb-ı kirâma dil uzatıyorum ama onlara noksanlık gelmez” demek istiyor.

    müctehidlerin içtihadlarında noksanlık bulunursa bu hataları derecelerine bir noksanlı getirmez tabii. hepsi de müçtehid olan eshâb-ı kirâmın içtihadlarının mutlaka hata olduğu bilinemediği için mutlaka hatadır denemez ve günah işlemeyen mahfuz veliler de bulunabileceği için herkese hata işler gözüyle bakılmaz.

    40- s. 443’de “benim düşüncem şöyledir” diyerek kendisinin de islâm âlimleri arasında yeri olduğunu sanmaktadır.( halbuki sadece arapçası kuvvetli, baska hiçbir ilmi yok)

    41- “eshâbım hakkında konuşulurken dilinizi tutunuz.” hadis-i şerîfine ehemmiyet vermeden sahabe-i kirâma kusur yüklemeye, hata bulmaya çalışmaktadır. s. 444

    42- islâmda fâsığın şehadeti kabul edilmediği halde iftiralarına rafizilerden, şiilerden delil getirmektedir. s. 445

    intak-ı hak kabilinden mehaz gösterdiği ibni ebil hadid’in şii olduğunu kendisi de itiraf etmektedir. s. 445

    43- rafîzi ibni kuteybeyi mehaz olarak göstermekte ve ibni kuteybenin şii olduğunu söylemek hatadır demektedir. s. 446

    44- ibni kuteybenin şiî olduğu bir tarafa hazret-i ali’yi sevmemek anlamına gelen nasibilikle itham edildiğini belirtiyor. s. 447

    sanki hazret-i ali düşmanı olunca sözü senetmiş gibi yukarıdaki ifadeyi yazıyor.

    45- el mesudi’nin rafîzi olduğu açıkken “başka mehazların tasdik etmediği rivayetlerini almadım” diyerek zımnen mesudi’nin ehl-i sünnet olmadığını belirtiyor. s. 448

    s. 452’de ise “ibni kuteybe ve öteki tarihçilerin eserlerinde rastlanan bozukluklara ibni cerir’de tesadüf edilmez” demektedir.

    bu ifadesi doğrudur, çünkü sünnî ibnî cerir senettir. fakat rafîzi olan ibni cerir ise şiîdir. mevdûdî’ye mehaz ve senet olacak kadar sinsi bir eshâb-ı kirâm düşmanıdır. mevdûdî gibi eshâb-ı kirâmı över över sonra da şuraları hatalıdır der.

    46- ehl-i sünnetin kâfir dediği ibni teymiyye’yi imam diye övmektedir. s. 452

    47- hem tarihi delil olarak göstermekte ve delillerini hep tarihten vermekte, hem de “hadis imamlarının ağır tenkidlerine uğramış bulunan ravilerini tarih yine de kabul etmektedir.” demek suretiyle kendi kendini çürütmektedir. s. 460

    48- s. 462’deki mantığa bakalım: bizim tarih yazma işimize abbasiler devrinde başlandığı, bunların emevî düşmanı olduğu, bu bakımdan bir takım vukuatı gizlemiş ve saklamış oldukları ihtimali üzerinde durarak, emevilerin iftihar vesilesi olacak işlerinden de bahsettikleri için bu tarihçilerin doğru olabileceği hükmünü çıkarıyor. s. 462

    be aptal mevdûdî , iyi taraflarını yazmasa iftiralarını nasıl kabul ettirecek? tıpkı sen de onlar gibi eshâb-ı kirâmı övüyorsun sonra da iftiralarını sıralıyorsun.

    49- ibni arabi’nin, ibni teymiyye’nin ve şah abdülaziz’in şiîleri reddiye hakkında yazdıkları kitaplardan rivayetler almadığını, bunların mehaz olamıyacağını beyan etmektedir. s. 463-464

    yazarı ehl-i sünnet olduktan sonra şiîliğe reddiye olarak yazılan kitaplar niçin mehaz olarak kabul edilmesin?

    50- kendi fikirlerini yazıyor sonra da “kendi içtihad-î fikrimi ortaya koysaydım…” diyor. s. 463

    51- hazret-i osman’ın hareketlerinin yanlış bir niyet değil, yanlış bir düşünce olduğunu beyan etmekte, bu yanlış düşünce isnadına da içtihadî bir hata demekte. s.465

    52- hazreti osman’ın ferasetinin noksan olduğunu teyit için “herhangi cahil bir insan bile vukuu muhtemel zararları tahmin edilebilir, iyi veya kötü bunlara karşı gerekli tedbirleri almayı ihmal etmezdi.” demek suretiyle hazret-i osman’ın bir cahil kadar bile tedbirli olmadığını söylüyor. s. 467

    53- hazret-i osman’ın hazret-i muaviye’yi uzun seneler valilikte bıraktığı için siyaset ve tedbirinin hatalı olduğunu beyan ederek, bir valiyi ancak 5-6 sene istihdam edip değiştirmenin münasip olacağını söylüyor. s. 472

    54- hazret-i osman’ın akrabalarına karşı olan sevgisini zaaf olarak vasıflandırıyor. s. 476

    55- hazret-i osman’ın yalan söylediğini zımnen belirtmek için, bazı vâlileri değiştireceğine dair halka söz verdiği halde yine yerlerinde bıraktığına dair bir rivayeti nakledebilmektedir. s. 483

    56- aşere-i mübeşşereden hazret-i talha ile hazret-i zübeyir’in kısas hakkındaki içtihadlarının hatalı ve yanlış olduğunu iddia etmekte. s. 492

    57- hazret-i âişe validemizle birlikte hazret-i talha ile hazret-i zübeyir’in içtihadları için nadim olduklarını yazabilmekte. s. 493

    halbuki hiçbir müctehid içtihadı için nadim olmaz. çünkü içtihad etmek günah değil de ondan. asıl günah olan içtihad etmemektir. mübareklerin nedameti içtihadları için değil, ibni sebe’nin hilesi sebebiyle müslüman kanı döküldüğü içindi.

    58- ehl-i sünnetin hazret-i muaviye’ye fâsık demediğini belirttikten sonra bagi olup olmadığı hususunda ihtilaf bulunduğunu kaydederek bagi diyenlerin daha doğru olduğunu yazmaktadır. s. 493

    alçakça bir mantıksızlık. fâsık olmayan kimseye bagi nasıl denir? bagilik meşru ise tabii ki denir. yok bagilik meşru değil, yani bagi olmakta bir günah var ise, bu günah açıktan işlendiği için, işleyene fâsık denir. harbde hile caiz olduğundan hile yapana hileci denemez. isyan eden kimseye fâsık denmediğine göre, o kimsenin isyanının, bagiliğinin meşru olduğunu gösterir. meşru olmasaydı fâsık denirdi. mezhepsiz mevdûdî hem fâsık değil diyor, hem de bagi diyor.

    59- hazret-i muaviye’nin fâsık olmadığını ve müçtehid olduğunu beyan ettiği halde kesilecek mütecaviz dilinden bir defacık olsun hazreti kelimesi çıkmadığı gibi haraketlerine hata dediğini, içtihat hatası diyemiyeceğini belirtiyor. s. 496

    60- hazret-i muaviye için söylediğini hazret-i amr ibni as için de söylememekte “bu zatın yaptığı iş, düpedüz hata idi, haksızlıktı. buna içtihadî hata denmez.” diyerek zehirini kusmaktadır. s. 498

    61- s. 500’de “şimdi yalnız biz değil, fakat hangi insaflı ve âdil bu işin adına içtihad diyebilir?” şeklinde konuşarak içtihad diyenlerin insaf ve âdil olmadıklarını, dolayısıyle bütün ehl-i sünneti insafsız ve adâletsiz olarak vasıflandırmaktadır. başta hazret-i ali olmak üzere ehl-i sünnet ulemasının bu hadiselerin içtihada taalluk ettiğine dair olan içtihadlarını milli fikir’in 12. sayısında da vesikalara dayanarak isbatlamıştık.

    62- istidlal ettiğim hususlarda bir hata varsa birlikte düzeltelim diyerek kendisinin istidlâl etme yetkisinin bulunduğunu, yani müçtehid olduğunu beyan etmektedir. s. 504. daha önce de içtihad-i fikrim diyordu. s. 463

    63- bir sahabenin mekke’nin fethinde hazret-i osman’ın iltiması ile vazgeçildiğini yazmakta. s. 506

    iltimas, bir haksızlığı meşru kılmaz için yapılan harekettir. hazret-i osman iltimas yaptı demekle hem hazret-i osman apacık şekilde suçlanıyor, hem de bu iltiması kabul edip tatbik eden resûlullah efendimiz suçlanmış oluyor. eğer hazret-i osman’ın o hareketi iltimas olsaydı, resûlullah onu kabul eder miydi?

    “islamda ihya hareketleri” isimli kitabında ise ehl-i sünnet âlimlerinin kâfir, sapık, bid’atçi dediği ibni teymiyye’yi aşırı şekilde övmekte, ona “imam” ünvanını vermekte, ehl-i sünnetin göz bebeklerinden biri olan imâm-ı gazâli hazretleri gibi bir âlime mezhepsiz kafasıyle zaaf ve noksanlıklar bulmakta, tasavvufa girişini- yani evliya oluşunu- noksanlık olarak kabul etmektedir. imâm-ı rabbânî hazretleri gibi tasavvufdaki derinliği nisbetinde yükselen büyük islâm âlimlerini yalnız dış cephesiyle ele alıyor, tek cümleyle tasavvufun peygamber aleyhisselâmın bâtın nuru olduğunu bilemediğinden inkâr ediyor. islâmı imâm-ı gazâli’nin bıraktığı yerden alıp ileriye götürdüğünü savunmak gibi gülünç iddialarda bulunmaktadır.

    sizlere düşünce yapısından kesitler vermeye çalıştığımız bu sapığın da delaletinin ardı arkası gelmez. bize düşen bu gibi sahte din adamlarının düşünce yapılarını, ideolojilerini ve hedeflerini bilmektir. böylelikle sapık düşüncelere karşı temiz inancımızı koruyabilecek ve gerekirse müdafaa yapabileceğiz…

    --- alıntı ---
  • "insan, bir başkasını, bir başka varlığı gaybî anlamda (tabiatüstü planda) kendisine yardımcı, veli ya da hamî olarak görüyor, bu varlığın duaları işitip icabet etmeye, sıkıntı ve ihtiyaçları giderip insan için gerekli ve yararlı olanı yaratmaya muktedir olduğuna inanıyorsa, bu inanç, hiç şüphesiz, insanın söz konusu varlığı alemin tasarrufunda, tabiatın sevk ve iradesinde az ya da çok kudret ve otorite sahibi olarak görmesinin bir sonucudur" diyor ve ekliyor "ulûhiyyet fikrinin özü ve temeli otoritedir; bu otorite ister tüm yatatılmışlar aleminde koyduğu fizik, metafizik yasalarla hükümfermâ olduğuna inanılan üstün bir varlığa ait olsun, ister beşerî dünyada bireysel ve toplumsal ilişkilerin tanzim ve yönlendirilmesinde hüküm ve öğretisine (ya da irşadına) itibar edilen, başvurulan bir varlığa, beşerden birine ya da bir sınıfa, bir zümreye ait olsun..." (kur'an- kerim'de dört terim, s.34-35)
hesabın var mı? giriş yap