• iv

    siz bana dökümcü niko, diyorsunuz, sizin beni gördüğünüzün dışında
    pek denenmemiş bir duruşum var
    günün 'her şey'lerini geçiyorum şimdi, kendime iyilikler söylerek
    tane tane başlıklar bırakarak arkamda
    birinde bir umulmazlık olan, birinde bir kargaşalık sallanan
    başkalıklar bırakıyorum
    ve yürürlükten kalkmış bir sözü tekrarlıyorum: sevin ki herşey iyi olur
    olmuyor, bilmiyorum.

    bu bölümde bulunan diğer şiirler:

    (bkz: fener bekçisi salih anlatıyor)

    (bkz: kontrbas öğretmeni rıza diyor ki)

    (bkz: anlatıyor oltacı eyüp anlatılmazını)

    (bkz: hizmetçi firdevs ve cam bölmeler)

    (bkz: iskele memuru yahya)

    (bkz: sahyon ayakkabı tamircisi)
  • edip cansever'in çağrılmayan yakup eserinin bir bölümü.

    i

    siz bana dökümcü niko, diyorsunuz, izzetin yaylı arabasının yanında
    çok güzel bir duruşum var
    günün evlerini geçiyorum şimdi kendime iyilikler söyleyerek
    tane tane sokaklar bırakıyorum arkamda
    birinde bir kedilik olan, birinde bir sokak lambası sallanan
    sokaklar bırakıyorum ben
    ben deyince bir daha ben demek istiyorum, mutlu oluyorum böylece
    sanırım argos'a çıktıklarından bu yana fenikelilerin
    yapayalnız bıraktılar beni. doğrusu bir yaz günüydü, kıyılarımız pek güzeldi
    artıkgözlerin bin türlü sudan, bin türlü zamandan öyle bir koyulaştılar
    ve alnım bembeyazdı ve boynum çok uzundu
    bu çakıllar akardı o zaman, bu şehirler toz bulutuydu
    ben işte çok yaşadıysam, ben böyle hep yaşadıysam
    bu ölümsüz bir yalnızlıktan, bu ölümsüz bir yalnızlıktan
    diyorum. siz bana dökümcü niko, diyorsunuz
    insanları tanımlıyorum ben, ölçüm o insanların iyiliklerinden
    şehirleri tanımlıyorum ben, ölçüm o şehirlerin büyülerinden
    söze uymayan bir şeyim, tanrıya uymayan bir şeyim de ondan
    oydum ki derim:
    izzetin atları var ya, koşumları ne güzel
    sanki onlar io'yla fenikeli kaptanın sevişmesinden
    bir güzel koşumlardı, gittikçe çoğlaırlardı
    sonra bir düşünürdüm ki, hangisi benim bu cümlelerin
    hep aynı cümlelerin: izzetin atları var ya, koşumları ne güzel
    sözgelimi sabahları olmayacak balıkları satan madam hayguhinin
    kendini görmek için yerin ve göğün kar tutmasını bekleyen madam hayguhinin
    ıslak bakışlarını durmadan yer değiştirirkenki
    ve kanından rengine akan bir tramvay gibi sanki
    bir anlatımı olabilir mi dersiniz
    izzetin atları var ya, koşumları ne güzel
    olabilir mi?

    ben sarı kanlı bir ağaca benziyorum burada
    sonra ben ve bütün iyilikler kırmızı bir boyayla duvara
    sürülmüş bir çarpı işareti gibi duruyoruz
    ve bu çarpıyı gezdiriyoruz sırtımızda ayrıca.

    sahyon'u tanımak ister misiniz? süryani, ayakkabı tamircisi
    oltacı eyüb'ü, madrabaz, hayguhi'yi, iranlı celal'i
    arabacı izzet'le nuri'yi de
    sonra k. kilisesinin papazıyla, iskele memuru yahya gelir ki
    belvü otelinin garsonu kleanti, hizmetçi firdevs
    öğretmen rıza ile fener bekçisi salih gelir ki
    şimdilik tam on iki, bir de ben
    ben, yani dökümcü niko
    bir akşam üstü saatinden kaçırılmış bahçeler gibi
    hepimiz
    bir ağaç altında olsun, içi boş bir bostan kuyusunun yanıbaşında olsun.

    ve solgun yaz büfelerinin ve karpuz sergilerinin
    yanıbaşında olsun.
    ve sessiz meyhanelerin ve batık gemilerin
    içimizdeki yerlerinin yanıbaşında
    ve uzun gecelerde ve çocuklar görürlerken kendilerini
    ve sokaklar bir aydınlık gibi düşerken sokaklıklarına
    ve siyah halelerle başımızdaki vardık ki, biz bunu anlatacağız
    duvar duvar çizilmiş çarpı işaretleri gibi
    biz bunu anlatacağız
    sevginin bu ölümcül biçimlerini ve belki.
  • ii

    sordular. sorular benim insanlarımdır. siz bana dökümcü niko, diyorsunuz
    kendimi açıklıyorum, ölçümse kendimin derinliklerinden
    sanırım bir pazar sabahıydı, iki kız çocuğu son baharı tartaklıyordu
    kepenkleri indirilmiş bir dükkanın önünde
    ve yollardan yaban hurmalarının sarktığı
    -sonbahar, belki de bir hüznün özgül ağırlığı
    yapılmamış lautrec resimleri ve
    bir mektuptu belki de
    birinin bilmeden ona bir şeyler sardığı
    sonbahar-
    ansızın k. kilisesinin papazı tertemiz giysileriyle
    yanındaki iki kişiden sıyrılarak
    geldi ve durdu - bunu bir iki kez söylemek gerek-
    ben onu her türlü kuşkularından tanıyordum. dedim ki
    günaydın. sanırım iyi bir gün olacak. pazar mı
    ve dedim, evinizden yeni çıkmışa benziyorsunuz
    sustu, beni pek yanıtlamadı
    ve yüzündeki bir kayanın sımsıcak kırmızısını
    daha bir çoğaltarak
    ilk yarısını anlatmadığı bir olayın
    gerisini anlatmaya başladı ara vermeden
    peki, dedim, o olay sadece sizin olacak
    aziz yohanna var ya, tanırsınız elbette bu azizi
    tuhaftır, ben de yarıdan sonrasını biliyorum bu hikayenin
    demek oluyor ki ne siz beni tanımış oluyorsunuz
    ne de ben sizi
    o benden daha önce davrandı, gidip bir evin duvarındaki çeşmeden su içti
    döndüğünde çok uzaklardan üstümüze doğru
    bir ayçiçeği anlaşılmaz bir şekilde çözülüyordu
    -ben sarışın mı dedim, evet mi dedim-
    ve k. kilisesinin papazı dedi
    yürümem gerekecek, dün gece eve hiç uğramadım
    bazı taşlarla uğraştım, bir ara bir kuş ölüsü buldum
    gecenin biraz eski renginde
    -bir giriş noktası mı dediniz, evet mi dediniz-
    doğrusunu isterseniz görebildiğim her şey
    bir yuvarlağın tersyüz edilmiş şekli gibi
    hiçbir şey anlatmıyordu. siz iyi söylediniz
    o olay sadece benim olacak.
  • iii

    humour, diyordu iranlı celal ve gayrı ciddi olmak
    bir korunma biçimidir yahut yaşamak
    saat on dört sularında idi, içkimizi
    içiyorduk idi ki, bir pul ingiliz kraliçesini gösteriyordu
    bir bardak uzaydan bir kesiti
    pencereler bir bilinmezliği sürüyordu içimize
    ve doğa
    konuştuğumuz bir şey gibi duruyordu, tam öyle duruyordu
    sıkıntıya boğulmuş kelimeler halinde
    bir tabağın içinde kavun getirdi kleanti
    bugün bir eşya gibi duruyor nedense. ya da bir eşya onu
    yansıtıyor olmalı ki
    rakımızdan bir parça içti ve
    gitti gitti gitti gitti gitti
    ben upuzun bir mesinayı sanki çok karıştırarak
    durdurdum kleanti'yi
    durdurdum dünyanın bizlere bakarak
    sanırım bir toplantının en tuhaf şekilleriydik
    ve bu toplantıydı ki durmadan olmak
    durmadan olmak
    durmadan olmak gibi bir şeydi ki, değildi
    tekdüze bir ölümün gelişinden soy olmak
    ve gerilmek ve kalmak
    o bile değildi de
    gayrı ciddi olmak, diyordu iranlı celal ve humour
    bir korunma biçimidir yahut yaşamak
    yaralı bir keler balığı tutarında

    ve mezat yerlerinde dolaşan adamlar gibi neden sanki böyle
    olduğumuzu anlamayarak
    yaldızlı bir boy aynasının eski bir gramofonla yanyana durması
    gibi
    bir çamaşır makinasıyla
    yanyana durması gibi
    rakımızı içiyoruz ve bütün bunları kutlamıyoruz ki
    tersine, iranlı celal ağlamaklı oluyor biraz
    yenilmek susmak yenilmek susmak
    saat derseniz artık kaçı gösteriyor kimbilir
    ölülerimizi saymazsak kaçı gösteriyor
    saat derseniz
    kaçı gösteriyor ve sormak
    ona söylüyorum, kleanti'ye, elimde olmayarak
    biz dünyanın nasıl bir anlamını taşıyoruz kleanti
    bilmem! tabakla kavuna bakıyor. nuri'yle sol eli görünüyor az
    uzaktan

    sonra sağ eli görünüyor, onu bir gölgeden kurtararak
    bize doğru geliyor, elinde bir yılan balığı, aydınlık
    yaratılmış ve uzun bir aydınlık
    hiçbir şey söylemeden oturuyor. havaya kaldırıyor yılan
    balığını kleanti
    hiç bilmediği bir ülkeye doğru kaldırıyor
    ülkeler ki, diyor, kullanılmamış eşyalarla doldurulmuş
    odalar gibidir
    ülkeler ki bizim kendimizi orada varsaydığımız yerlerdir
    bir trenle gidilir
    bir yılan balığıyla gidilir. nuri diyor ki
    bana nasıl geliyorsunuz bilseniz
    ben sizlere gitmek istiyordum, gittim
    ben sizlere inmek istiyordum, indim

    ama siz var ya, bir bakıma siz
    boşluklara asılı bir istasyon gibisiniz

    biz neyiz, biz neyiz
    dedik ve sustuk
    susmasak bizim olacaktı durmadan kirlendiğimiz.
hesabın var mı? giriş yap