• inişleri ve çıkışları olan bir şey.

    bilenler biliyor, son birkaç sene benim için çok zor geçti. hep aynı tanımı yapmak kabak tadı verse de durumu bundan daha iyi özetleyen bir şey yok: freni patlamış kamyon gibi virajlı dağ yolunda bayır aşağı sürüklenmekti benimki. hem iş, hem özel hayat, hem para, hem sağlık... "bundan daha kötüsü" olamaz dediğim her seferinde ondan bir tık kötüsünün olabileceğini gördüm.

    klişeler var ya hani, geyik yaptığımız laflar falan... hah! işte onların hepsi doğruymuş. gerçekten de en dibe kadar batmadan yükselişe geçemezmişsin. hakikaten her karanlık gecenin sabahında güneş doğuyormuş. her şey ama her şey kötüye doğru gittiğinde bu kötü gidişatın bir yerde sonu oluyormuş. ama en önemlisi, seni öldürmeyen acı güçlü kılıyormuş.

    son birkaç yılda ağır mobbinge uğradım, iki defa işimi kaybettim, ani işitme kaybı geçirdim, ardından geçici felce uğradım, vertigodan galaktoreye uzanan bir dizi sağlık sorunu yaşadım, arabamı satmak zorunda kaldım, evimi neredeyse bankaya kaptıracak duruma geldim, bazen öyle günler oldu ki hakikaten tek bir fincan çorba ile günü geçirdim, param olmadığı için çocuklarımı aileme emanet ettim.

    geriye dönüp baktığımda umudumu kaybettiğim çok zaman oldu. önemli olan tek şey vardı, umudumu tümüyle yitirsem de mücadele etmeyi bırakacak mıydım, bırakmayacak mıydım. mücadeleye devam etmek zor bir şey, hele tünelin ucunda en ufak bir ışık bile görünmüyorsa daha da zor ama alternatifi, yani mücadeleyi bırakmak, yaşamamaya karar vermek anlamına geliyordu. yaşamayı da, yaşamamayı seçmek de elimizde. belki bencilce, bilmem ne... beni hayatta kalmaya zorlayan oldukça önemli iki motivasyonum vardı: çocuklarım. ama eğer sadece onlar için hayatta kalmayı seçmiş olsaydım aslında yaşamıyor, sadece hayatın akıntısında sürükleniyor olacaktım. zorunlulukları sevmiyorum. bir ihtimal daha vardı, inadı bırakıp bana sunulanı kabul etmek. bu da inandığım, uğruna savaştığım her şeyi bir kenara atmak, robotlaşmak anlamına geliyordu ki daha önce de söylediğim gibi zorunlulukları sevmiyorum.

    kötü gidiş 2013 kışında başladı, yaz geldiğinde her şey tepetaklak olmuştu. şimdi düzelir, yarın, önümüzdeki ay derken 2014'e geldik. 2014 benim için kötü insanları tanıma senesi oldu. yıllardır emek verdiğim dostlarımdan çok ciddi kazıklar yedim. bugün bile bunların başıma geldiğine inanmakta zorlanıyorum. mobbing ve arkadaşlarımın yarattıkları hayal kırıklıkları bende öyle büyük bir stres ve baskıya sebep oldu ki sonunda her zaman çok güçlü olmasıyla övündüğüm bünyem isyan etti. en başta saydığım hastalıkların tümü stres kökenli. stres seviyesi sürekli artarken, deşarj olmak için hiçbir yol yoktu.

    felç geçirdikten sonra bıraktım kendimi. tümüyle eve kapandım. özel hayattan çok zor insan silerim ve değer verdiğim insanlara kredi verme konusunda da çok bonkörüm ama düşünmek için haddinden fazla zamanım oldu. bir gün içinde bütün gemileri yaktım. bana zararı dokunmuş olan herkesi hayatımdan çıkardım ki bunun adı da mutlak yalnızlıktı.

    haziran ayından aralık ayına kadar neredeyse evden çıkmadım. bazen günlerce kimseyle konuşmadığım oldu. abartmıyorum, duvarlarla konuştuğum bile oldu. anormal derecede mutsuzdum ama yine de hayatta kalmak istiyordum. dedim ki kendime, madem hayattan zevk almıyorsun, o halde hep ertelediğin, can sıkıcı şeyleri yap. ne de olsa hiçbir şey seni mutlu etmiyor... o zaman başladım, yıllardır ertelediğim filmleri izlemeye, bir ara okurum dediğim kitapları okumaya. yüzlerce festival filmi izledim, sıkıcı olacağına dair önyargılı olduğum filmlerin çoğu muhteşemdi, kitaplar da öyle... bir yandan da ellerimi kullanmayı öğrendim. örgü ördüm, oyuncak bebekler yaptım ki bu konuda süper yeteneksiz olmakla beraber insanın elleriyle bir şey üretmesinin ne kadar iyileştirici olduğunu gördüm.

    arkadaşların hepsi gitti. bazıları sonradan arayıp arayı düzeltmek istediyse de bunun iyi bir fikir olmadığını düşündüm. bazen sıfırlamak iyidir. sağlık büyük ölçüde düzeldi. kulağım sürekli çınlıyor ve dudaklarını görmediğim insanların konuşmalarını pek net anlayamıyorum. otobüs durağında beklerken ya da yolda yürürken iki kişinin konuşmalarını işittiğimde türkçe değil de ermenice ya da rusça konuşuyorlarmış gibi duyuyorum. ama bir insan normal bir ses seviyesiyle yüzüme bakarak konuştuğunda ya da telefondayken her söyleneni anlıyorum. bu arada, dişleri kapalı, dudaklarını oynatmadan ağzının içinden konuşanlar, şu sıralar cidden size uyuz oluyorum. şükür ki felç yok artık.

    şubat sonunda bir gün delirdim. artık bir şeyi değiştirmek istiyordum. hayatımın kontrolünün elimde olduğunu hissetmeye ihtiyacım vardı. sol kolumu ya da ayak baş parmağımı kesip atamayacağım için banyoya girdim, aynada kendime baktım, jileti elime aldım ve saçlarımı kökünden kazıdım. birkaç gün sonra iş görüşmesine çağırılınca bir "hasssssktir!" çektim içimden ama allahtan patron marjinal tiplere alışkın olduğu için karşısında oturan kabak kafalı kadını yadırgamadı ya da en azından yadırgadıysa bile bu konuda hiç renk vermedi.

    arkadaşlar gitti ama yerlerine yüksek ruhlu yabancılar geldi. bir tanesi bütün bu süre içinde uzak bir memleketten arayıp dertlerimi dinledi, çöktüğümde sarstı, bazen telefonda tokat manyağı yaptı ama hiç yalnız bırakmadı. bir diğeri gönüllü avukatım oldu, hakkımı aramama yardım etti, hala yardım ediyor. birkaçı beni evden zorla çıkardı, birkaç saatliğine de olsa sosyal hayata karışmama yardım ettiler. bazıları mesajlar ve telefonlarla destek oldu. bir tanesi de iş bulmama yardım etti ve arkadaşım oldu. evet aynen tahmin ettiğiniz gibi hepsi sözlükten insanlardı...

    son 3 aydır iş hayatım yoluna girdi. gayet güzel bir yerde, güzel insanlarla çalışıyorum ve yaptığım işi de seviyorum. özel hayatı şimdiye kadar toparlayamamıştım. içimdeki kızgınlık, öfke ile başa çıkmanın yolunu bulamıyordum. şu dakikaya kadar... artık bir seçim yapmam gerekiyor ve ben sanırım yaşamayı seçiyorum. finding nemo'da dedikleri gibi: "just keep swimming!"
  • basit yaşayacaksın.

    mesela susayınca su içecek kadar basit.

    dört çıkacak, ikiyi ikiyle çarptığında.

    tek düğmesi olacak elindeki cihazın;

    tek bir düğme, tek bir cümle gibi;

    sevince lafı dolandırmadan söylediğin

    “seni seviyorum” gibi.

    basit bir öpücük yetecek sana;

    basit sıcak bir öpücük

    ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm düşlerin.

    o öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını,

    o öpücük için yiyeceksin hayatının dayağını.

    kabak çekirdeği verecek sana

    rakamların veremediği mutluluğu.

    el yazısıyla yazılmış eğri büğrü bir mektup olacak

    en değerli kağıdın;

    hep yanında taşıdığın,

    atmaya kıyamadığın.

    iki harekette giyiniverecek,

    iki harekette soyunuvereceksin.

    kısacık olacak uyanman

    ve yola çıkman arasında geçen süre;

    kısacık olacak

    sıcacık kollara dolanman

    ve yolculuklara çıkman arasında geçen süre.

    kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını;

    bakışların bile anlatabilecek kendini.

    beklentilerin de basit olacak.

    kaf dağı’nın önünde bekleyecek mutluluklar.

    bir ıslıkta bulabileceksin en uzun dostluk romanını;

    ya da bir damla gözyaşı yaşatacak sana

    en ucuz aşk romanını.

    pankreasının sağlığına dua edeceksin kapatırken gözlerini.

    zafer işareti yapacaksın tuvaletten çıkarken.

    bir kaşarlı tost olacak aradığın

    nasıl oturacağını bilemediğin sofrada;

    parmakların olacak en kıymetli çatalın.

    yine, aynı parmaklar çözecek en karmaşık denklemleri.

    iskender’in kılıcı duracak avukat rehberinin yanında.

    bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana

    kontrplak bir gitarda, doğru basılmış bir

    “fa diyez”in mutluluğunu.

    makyajın ilk “a” sına kadar bilmen yetecek.

    temizlik kokacak en pahalı parfümün

    “bilmiyorum” diyebileceksin bilmediğinde

    ve çok normal olacak onu da bilmeyişin.

    tek dereden su getirmen yetecek,

    bir “istemiyorum” diyebilmeye.

    ne durduğu farketmeyecek abanın altında.

    saatin, sadece saati gösterecek;

    telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın.

    küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan.

    basit yaşayacaksın, basit.

    sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi

    basit...

    düş hekimi yalçın ergir
  • düşünün bir kez. diyelim ki milyarlarca yıl önce yaşamış bir bakterisin ve diyelim neden yaşadığın üzerine düşünebiliyorsun.
    sadece ama sadece iki hafta yaşadın ve öldün. bir açıdan bakınca ömrün evrenin ömrü ile kıyaslandığında anlamsız derecede küçüktü. bir an vardın ve sonra yok oldun. var olduğunda da dünya aynıydı giderken de. anlamı neydi ki bunun?

    ama aslında sen o gün önemini kavramasan da bir siyanobakteri (cyano bacteria) idin.
    ebeveyninin her saniye gerçekleştirdiği bölünme ile ortaya çıktın ve çoğalma neticesinde oluşan herhangi bir farklılık seni kardeşlerinden ve ebeveyninden farklı yaptı. senin tuhaf bir özelliğin vardı. doğal olarak gerçekleştirdiğin şeylerin farklı sonuçları oldu. çünkü sen bir şeyleri biraz daha farklı yapıyordun.
    hayatta kalmak için yaptığın şey bir çeşit nefes almaktı. ortamdaki karbondioksiti güneşin enerjisini ödünç olarak oksijene çeviriyordun. kendin için gerçekleştirdiğin bu basit nefes alma çabası gelecekte sonsuz çeşitlilikte yaşam imkanı oluşturdu.
    senin torunların gelecekte kloroplasta dönüşecekti. ve nice çeşit canlıya nefes olacaktı.

    bugün biz insanlar için de anlamsız görünen hayat (ki gerçekten öyledir) gelecekte başka bir hayata hizmet ediyor olabilir. onun oluşmasına imkan veriyor olabilir.

    bizim anlayışımızdan farklı ve büyük bir anlam vardır. bu anlam yüce, gizemli veya ilahi değildir.
    sadece her şey, her şey ile bağlantılıdır ve sonuçları da birbirini etkiliyordur.
    yaşam ve evren bir ekosistemdir. içindekilerden ve onların bağlantılarından, ilişkilerinden fazlası değildir. bir amaca dönük olma gayesi olmasa da öyleymiş gibi görünür. çünkü bağlantılar sayesinde kendi içinde örgütlenebilir, dönüşebilir. bu şekilde kendi kendinin çarkını döndürür.
    bu da çarkın içindeki küçücük bir taşın bile bir şeylere yaradığını gösterir. çünkü bir şeye fayda göstermeyenler muhtemelen soylarını bitirdiler.
    yalnızca bir şeylere tesadüfi olarak fayda getiren şeyler ayakta kaldı.
    bugün sistemin kendisinin bu kadar şahane görünmesinin sebebi de budur. şahane değilse de o hale gelmiştir.
    şahane değildir çünkü sadece şartların sonucu ortaya çıkmış bir çark ve devran vardır. şahanedir çünkü bunu kendi kendine ve kendisi sayesinde yapabilmiştir.

    ilk gün (mecazi anlamda) olmayan gayelilik bugün artık çarkını döndürmek adlı büyük bir amaca dönüşmüştür. sen ise sadece bir taşsın. faydan olursa adını kazır ve anılırsın. tıpkı siyanobakteri için bir and yazdığım gibi.
    bir başka şartlar altında oluşmuş bir evrende varolsa idim belki de siyanür sentezleyen bir canlıya teşekkür edecektim. bugün siyanür solumamı sağlamama katkıda bulunduğu için. her şey yine şahane olacaktı.
    çünkü şahane tanımım sonuca bakmamla ortaya çıkıyordu.
  • arsiz birsey yasamak.
    nefes almak da degilmis, coktandir sahidim.
    nefes alip, verebilecek yer bulabilmekmis ozgurlugu.
    bazen susmakmis yasamak, bazen avaz avaz bagirmak.
    genzimden kopan kahkahammis.
    karli, islak buz gibi bir istanbul aksaminda, yuzume tokat gibi carpan ruzgara ragmen, tebessummus yasamak...
    yasayinca anladim.
    yasayinca anlasilir birseymis yasamak...
  • japonya’daki yedinci yilimin dolmasina dort ay kaldi. geldigim noktaya bakiyorum. haftanin alti gunu ise gidip yedinci gunu de kendisi gibi doktora yapip tezini yazmaya calisan is arkadasiyla, aikawa, bulusup birlikte tez yazan birine donustum. aikawa da su an uzaktan surdurdugu doktorasinda tez asamasinda ve bazen ogle arasinda tez yaziyor. hatta yorgunluktan ogle arasinda kestirdigi de oluyor. gecen haftalarda konusma arasinda bana “sen evde calisabiliyor musun? ben odaklanmakta cok zorlaniyorum.” dediginde “ben de cok zorlaniyorum. dikkatim cok dagiliyor. kendimi zorlasam da yapamiyorum.” diye karsilik verdim. "haftasonu bulusup birlikte tezlerimiz uzerinde calismak ister misin?” diye sorunca hemen kabul ettim. gecen hafta (21/11/28) ilk kez bulustuk. pazar gunu ogleden sonra istasyon yakinlarinda bir kafeye gittik. ofiste calismayi da onerdim. ona ikisinin de uygun oldugunu soyledi; ama haftanin yedi gunu ofise gitmek istemedigimi fark edip bir kafeye gitmenin daha iyi olacagini soyledim. yaklasik 4 saat boyunca tezlerimize calistik. arada sohbet ettik. tez yazmak dunyadaki en eglenceli is sayilmazdi; ama birlikte olmak ve yeni is arkadasimi birazcik da olsa tanimak beni mutlu etti. verimli gecen bir gun oldu. kafeden kalkip da vedalastiktan sonra eve gitmeden once lavaboya ugramaya karar verdim. sehir, pazar aksami olmasina ve pandemi devam etmesine karsin mahser yeri gibi kalabalikti. buna cok sasirdim; ama buna sasirmam, benim yasamimi pandemi oncesinde de karantinadaymisim gibi yasamamdan mi kaynakliydi, yoksa kalabalik o gune ozel bir durum muydu emin olamiyorum. sonucta ben de disaridaydim ve tum o insanlarin disarida olmak icin kendilerince bir nedeni vardi. her neyse. lavaboda uzunca bir sira beklemem gerekti kisacasi.

    sira bir bir azalirken bekleyen sonunda yalnizca ben kaldim. beklerken ne yapacagimi bilemez halde, calan muzige kulak verdim. sonra biraz daha zaman gecti. 90’larda bir abd lisesinde giyilebilecek turde ergen ceketim, sirt cantam ve boynuma doladigim kocaman atkimla, lavaboda kabinlerin bosalmasini beklerken calan muzikte dans etmeye coktan baslamis oldugumu fark ettim birden. dans etmeye baslamam oylesine kendiliginden olmustu ki farkina bile varmamistim. buna hem sasirdim hem de daha da neselendim. “ben hep cocugum!” dedim kendime kikir kikir gulerken ve bir yandan da aynada yenime karsi dans ederken.

    ardindan, cikip park ettigim yerden bisikletimi almaya yollandim. icimden bisiklete binmek degil de muzik dinleyerek eve yurumek geciyordu. muzik dinleyerek yurumeyi uzun zamandir pek az yapabildigim icin cok ozlemistim. ben de kulakliklarimi taktim ve bisikletimi ittirerek eve yurumeye koyuldum. saat 20:00’ye geliyordu. bir pazar gunu is arkadasimla bulusup tezlerimize calismistik. onceki gun ise baska is arkadaslarimla ofise gidip fazla mesai yapmistik. haftanin yedi gunu calisiyordum. ne eskisi gibi resim yapabiliyordum ne de diledigimce kitap, makale okuyabiliyor ya da fizikle ilgili dersler takip edebiliyordum. hatta kosularim da aksamisti son zamanlarda. tum bunlari dusununce biraz uzuldum. yetiskin yasaminin kacinilmaz bir sonucuydu belki; ama iyi hissediyordum. neseliydim. kulaklarimda muzikle bir yandan bisikletimi ittirirken bir yandan da nasil hissettigimi ve su an yasamimda oldugum yeri dusunmeyi surdurdum. hayallerimi animsamaya calistim.

    bazen kafami kaldirip cevreme bakiyor ve “japonya’dayim. cevremdeki herkes japon. ben buraya nasil geldim ve burada nasil kaldim bunca yil? herhalde cildirmis olmaliyim.” diye buyuk bir saskinlik yasiyorum. insanlarin bana gozlerini dikip bakmalarina alisamadim hala. “neden bakiyorlar ki?” dusunuyorum. (kivir kivir saclarim da yasamimi pek kolaylastirmiyor.) tipik japon gorunumlu olmayan insanlari gorunce “aa yabanci...” diye tepki veriyorum. arada japon olmadigimi unutacak kadar asimile oldum. son zamanlarda is yogunlugundan dolayi haftada alti gun ise gitmem gerekiyor; ama o kadar dert etmiyorum. dun yururken “japonlarin cok calismaktan nasil olebildiklerini anliyorum artik.” diye gecirdim icimden bir yandan gulerken. “turkiye’de olsam benzeri olur muydu?” diye dusundum. “belki de bu yogunluk yetiskin olmakla ilgili bir seydir?” diye sordum ardindan ve yetiskin yasamini sevmedigimi soyledim kendime yine. yazamadigim yazilari, cizemedigim resimleri, kosamadigim yollari, siklikla konusamadigim arkadaslarimi dusunmeye basladim. “hayatta kalabilmek icin calismam gerek.” dedim ic cekerek. sabah 9:00’dan aksam 18:00’e kadar. kosullarim fena sayilmaz. “ama” dedim kendime, “daha avantajli kosullarda dogmus ve cok daha fazla kaynagi olan baskalarina zamanimizi, deneyimlerimizi, bilgilerimizi vermemiz karsiliginda bize gelecekte kullanabilmemiz icin verdikleri ve her yerde gecerligi olan bir esya, para, karsiliginda bizim yapmamizi zorunlu kildigi tum o seyler gercekten gerekli mi? gerekliyse eger, kimin icin gerekli?”

    aklimda tum bu sorulari yanitlamak ve icinde bulundugumuz duzene saydirmak gelmedi icimden bu sefer. baska bir sey dusundum: buyumek. ben 7 yasimdayken dunyaya gelen kardesimi, dogdugu gun kucagima verip—cunku onu kucagima almayi cok istemistim—bana “sen artik buyudun. sen artik cocuk degilsin. kardesin senin sorumlulugunda.” dedikleri gun buyudum ben; ama simdi fark ediyorum ki hep cocuk kaldim; ama yasamim 7 yasimdan beri sorumluluk alarak geciyor. bu sorumluluklarin bolumu bana verildi; bir bolumunu ise ben kendim ustlendim. ustlendigim baslica sorumluluk, kendimi surdurme sorumlulugudur.

    bazen bana oyle geliyor ki yasami tersten yasiyorum ben. cocuk ve ergen zamanlarimda bana ozgurluk alani acilmasi ve denememe izin verilmesi gerekiyordu. bu ozgurluk alani bana kismen verildi; kismense beklentilerle cevrildim ve hareket alanim kisitlandi. sozumun dinlenmesi, ciddiye alinmam ve yaptiklarima karisilmasina engel olmam icin eriskin olmadan yetiskin sorumluluklari almam gerektigini hizlica fark ettim. kendim olabilme alani acmam icin oncelikle cok calismam gerekiyordu; cunku belirli kaynaklara ve sozumun dinlenecegi, toplumsal gecerliligi olan belirli bir konuma ancak cok calisarak erisebilirdim. yasami kendi icimden geldigi gibi yasayabilmem icin materyallerden vazgecmem gerekiyordu. kaynaklarimi neye harcayacagimla ilgili bir meseleydi bu. “bagimsizligin mi, yoksa luksler ve rahatlik mi?” diye sordum kendime. esyaya duskunlugum hicbir zaman olmadigindan, “bagimsizligim!” dedim hic tereddut etmeden. kendim olabilmek icin bagimsizlik kazanmama gerek vardi. yani kendime bakabilmeliydim ki ailemin hukmu benim uzerimde gecmesin. ailemden maddi olarak bagimsiz olabilmem icin cok calismam, toplumsal normlarin kisitlayiciligindan uzaklasmak icinse mucadele etmem gerekiyordu. tum bunlar hic kolay olmadi; ama bir seyi istedigimde ona tirnaklarimi geciriyorum ben. dun yururken kendime soyle bir baktim ve “kendine bakabiliyorsun. calisan ve ureten bir insansin sen. seninle gurur duyuyorum!” dedim. her seyi tam yapamiyorum. illaki bir seyler aksiyor. duzenli kossam tezime calisamiyor, tezime calissam duzenli kosamiyorum. onceliklerim donem donem degisiyor. her gun yemegimi kendim hazirlamak konusunda hala israrci oldugumdan buna da azimsanmayacak bir zaman harciyorum; ama duzenli yasamaya, yukumluluklerimi zamaninda ve eksiksiz tamamlamaya calisiyorum. tam zamanli calisirken her seyi yapmanin mumkun olmadigini kabullendim. cocukluk ve ogrencilik zamanimdaki gibi tasasiz genis zamanlari cok ozluyordum; ama oylesine tasasiz ve genis zamanlarin bir daha olamayacagini, yasamimin boyle gidecegini de kabullendim. bunu da o kadar dert etmiyorum. yetiskin yasamina alismam cok uzun zamanimi aldi; ama alistim. yetiskin olmak ile buyumenin ayni sey olmadigini da anladim.

    kendimi cok yorgun hissettigim zamanlar hissettigim oluyor; ama tukenmis ve isteksiz hissetmiyorum. depresyondan kaynakli tukenmislik, bitkinlik ve isteksizlik hislerinin yogunluktan kaynakli yorgunluktan ne denli farkli oldugunu anlayabiliyorum. yasamaya isteksizlik ve yasamaya cabalamanin insani bitkin hissettirmesiyle akarak yasamanin verdigi yorgunluk birbirinden oylesine ayriymis ki bunun ayirdina yeni yeni varabiliyorum.

    ittire kaktira yasamak ile akarak yasamak ayri seylermis.

    gecen yil yazin yasadigim cokusu dusunuyorum hala arada. yasamak izdirap cekmek demekti benim icin. kimse yokken yaptigim tek sey, aglamakti. kendimi oldurmenin kiyisina kadar gittim. “insan bir esigi asinca geri donusu olmuyormus.” diye dusunecek kadar yaklastim. yerdeniz’de cevik atmaca’nin golgesiyle karsilasmasi gibiydi ve o golgeyle omrunce yasamak zorunda kalacagini anladigi anda neler hissettigini cok daha iyi anliyorum artik. olmeyi dusunmedigim, yok olmayi istemedigim tek bir saatim bile yoktu.

    “iyi hissetmek icin dans etmeliyim. ben bu sarkiyi cok severdim. bu sarkida dans edersem eskisi gibi hissederim belki.” diye gecenin karanliginda kendimi attigim parkta icimde bir huzursuzlukla dans etmek ile hangi sarki oldugunu bile bilmedigim bir sarkida kendiligimden ve gulumseyerek dans etmeye baslayip aynada kendimi gorunce iyice neselenip kendimi izleyerek daha cok dans etmek bambaska hissettiriyormus.

    tum o karanlik gecmis degil. bazen bazi anlarim oluyor. icime bir karanlik basiyor. gogsum alabildigine sikisiyor ve hungur hungur agliyorum. oylesine derin bir karanlikti ki oraya hic isik sizmiyor. orada ses yok, muzik yok, olumlu duygular yok, kimse yok. cok derin bir keder var. ben bile kendime ulasamiyorum. denizin en dibinde olmak, nefes alamamak ama bogulamamak gibi hissettiriyor. cocukken bogulma tehlikesi atlattigim icin belki de, en cok iliskilendirdigim his, bogulma hissi; ama geciyor sonra. bu anlarin tum saatlerime yayildigi ve olmeyi istedigim bir donemden, yasamayi istedigim ve nedensizce iyi hissettigim bir donemde oldugumu biliyorum artik.

    cok, ama cok derin, kopkoyu zift gibi bir karanliktan eristim ben aydinliga.

    gonlumde bir bahcem var benim; ama yillar icinde solmustu her sey. kuruyup kalmis, yapraklanmayan ve tomurcuklanmayan o topraklar, isigin yoksunluguna karsin cok ince bir filiz verdi. o karanligin icinde ben, kirilmis tum dallarima karsin bir filiz verdim. o filiz ki gunesi cekti yuregime. o filizi cok ama cok sevdim ben! “yasa!” dedim ona, “yasa cocugum!” cunku cocuklar yasamalilar.

    yasama sarildim sonra.

    o sirada muzik calmasa bile ben, zihnimde hep calan muzikle, dans edecegim. mutlu olmak cok buyuk olaya, siradisi bir deneyime ya da esyalara gerek oldugunu sanmiyorum. kaldirim taslari arasindan fiskiran karahindibalar ve cimenler misali aralara serpistirilmis mutlu anlar var ya da ben, aralardaki o anlari mutlu goruyorum. benim yasayip biriktirdiklerim, onlar. aralara bakarak yuruyunce onlarcasina rastlayabiliyorum. demet demet mutlu anlar. harika bir muzisyenin ondan rica etmem uzerine benim için gitarinda dogaclama caldigi essiz sarkilar ve perdeli gitarlarla ve perdesizler arasindaki farklara ilişkin verdiği bilgiler, hic unutamayacagim gunbatimlari, is arkadasimla ogle arasinda parkta yemek yerken ettigimiz sohbetler, arkadaslarimla ciktigimiz kosular, ders arasindaki 10 dakikada yapilan sevgi dolu bir konusma, dunyanin bir ucundaki bir dost ile ayda bir yapilan sohbetler...

    demet demet mutlulugum var; cunku benim iyi hissetmek için sayisiz nedenim var.

    ve ben cozuldum. artik ne doktorayi bitirip bitirmemem o kadar onemli ne toplumsal normlara uymam ne de dunyanin neresinde yasadigim. her sey olur; her sey mumkun. bir seyler sorun degil. ben artik diledigimce cocugum. ben bagimli bir yetiskin degil, buyuyup bagimsizligini kazanmis ozerk bir cocugum. kendimi oldugum gibi kabullenmeye ve sevmeye basladim sonunda. cok uzun zamanimi aldi; ama yapabiliyorum bunu artik. beni oldugum gibi kabul eden, cok seven ve yaptiklarimi yadirgamak bir tarafa, beni destekleyip benim adima sevinen cok insan oldugunu gordum. yakin arkadaslarimin neden yakin arkadasim olduklarini yeniden anladim.

    neseyle soyleyecegim hep: “merhaba, ben tamarix! 5 yasindayim!”

    ah tamarix, ah guzel cocugum... yillar once japonya’ya ilk geldigimde zihnimdeki o gri ve gurutultucu yetiskin kalabaliginin icinde o incecik sesinle “beni duy.” demistin bana. biraz mahsun bakisli olsan da rengarenk bir cocuktun. ben kendime hor davranarak sana hor davranmisim aslinda. kendimden vazgececektim ben. karar vermistim; ama sen “benden vazgecme!” diye haykirdin ve ben seni görmezden gelemedim. bir cocuk gormezden nasil gelinebilir? bir cocuktan nasil vazgecilebilir? kendimi incitmek seni incitmek anlamina gelecekti; yapamadim. bir cocuga kiyamadim. ona sikica sarildim ve saclarini oksadim ve onu gerektiği gibi cok sevmeye basladim.

    *****
    -gozlerini kapattiginda ne goruyorsun tamarix?
    +gunesi. artik gozlerimi kapattigimda da gunesi goruyorum ve yeni surgunlerini ona uzatmis, yapraklari ve cicek tomurcuklariyla buyumekte bir agac.

    karanligi bilince insan, aydinlikta gozleri daha fazla kamasiyor. yasami bir cocuk gibi neseyle, hevesle ve canlilikla yasamak cok guzel.
  • cok sarsici bir konusmanin ardindan yaziyorum bunlari ve bir arkadasima nasil hissettigimi anlattiktan sonra bana kurdugu bir cumleyle baslamak istiyorum: “whatever is bound to happen will happen even if i worry about.” (ne kadar kaygilansam da, bir seyin olacagi varsa olacaktir.) bunlari, okuyanlara hitaben yazdigim dusunulebilir; ama kendime yaziyorum. zihnime kazimak icin.
    *****

    oyun oynamisliginiz varsa, bilirsiniz. bazi oyunlarin icinde cesitli diyaloglar olur. diyaloglar icinde size secenekler sunulur ve sizin bu seceneklerden birini secmeniz istenir. oyun sizin secimlerinize gore ilerler ya da tum secimleriniz oyunun tum gidisini degistirmese ya da sonucu farklilastirmasa bile akisi etkiler. o sureci nasil yasadiginiz ya da o akisi nasil gecirdiginiz, o secimlerden hangisinde bulundugunuza baglidir. “bu durumda ne soylemeliyim? hangisini secmek daha iyi olur? sonucunda ne cikar?” diye dusunurdum hep, boyle secimlerle karsilastigimda. “bu durumda bunlardan hangisini soylemek istiyorum? icimden ne geliyor?” demem gerekirken ben “dogru oldugunu dusundugumu” ya da bana en az zarari verecek olani secmeye calisiyordum. (ben oyundaki diyaloglar uzerinden orneklendiriyorum; ama siz yasam olarak dusunun bunu.) dusunmeden hareket etmemek gerekiyor bazen; ama bazen de o kadar fazla dusununce insan, yasayamaz hale geliyor.

    yasamayi dusunmek, ama yasamamak. “secim yapmazsam eger yasamam ve incinmem de.”

    “isteklerim mi, yoksa incinmekten kacinmak mi? dogru olan mi? ben ne istiyorum? incinecegimi nereden biliyorum? dogru var mi ya da yanlis?”

    ben hep kendime karsi durust oldugumu ya da kendi isteklerime gore yasamaya calistigimi dusunuyordum. ben isteklerime gore degil, kaygilarimin beni yonlendirdigi bicimde yasamaya calistigimi fark ettim. kaygiyla yaptigim secimlerin ya da kaygi nedeniyle yapmaktan kacindigim secimlerin sonuca nasil etki ettigini ya da sonucu degistirip degistirmedigini bilmiyorum; ama akisimi izdirapli yasamama yol actigini rahatlikla soyleyebilirim. ben incinmekten oylesine korkuyordum ki yasamaktan geri duruyordum. bunu itiraf edebiliyorum artik.

    benim icin cok, ama cok sarsici bir farkindalik bu.

    bazen, biz ne kadar kaygilansak da bir seyin olacagi varsa olacaktir ve bizim bu konuda yapabilecegimiz bir sey yoktur. o zaman bunca kaygilanmak neden? keske yapmasi da soylemesi kadar kolay olsa, degil mi?

    akisa, akmaya, yasamaya direniyormusum ben bunca zamandir. bazen daha iyi bir secim yoktur. bazen yalnizca, bir secim vardir ve biz, yaptigimiz bu secime gore yasariz. secimimiz sonucu degistirmez belki; ama nasil yasadigimiza etki eder.

    “ben ne istiyorum? kaygilarim bana ne soyluyor? kaygilarimi goz onunde bulundurdugumda ne yapmaya meylediyorum? kaygilarim olmasa nasil davranirim?”

    yanlis ogrendigim dusuncelerim, icsellestirdigim carpik bilislerim var. denetleyemedigim duzeyde yuksek bir kaygim var. her sey uzerine fazlaca kaygilaniyorum. nedenlerini aciklamakla ugrasmayacagim burada. bunu degistirmek icin neler yapabilecegimi dusunuyorum yalnizca.

    “akisa direnme tamarix. yasamda her seyi denetleyemezsin. bir sans vermeden bir seyi sevip sevmeyecegini bilemezsin. bazen bir sey, denesen de gerceklesmez; ama denemezsen hic gerceklesmez. hata yap, her zaman zeki olma, basarisiz ol; ama dene ve gor. olmazsa olmamis olur. sonlu bir varlik olarak bulundugun su evrende, her seye iliskin gereksizce kaygilaniyorsun. uzulecegin konularda secici ol; yasayacaklarinda degil.”

    bana “dusunme” ya da “cok dusunme” demek, bir cicege “acma” ya da “cok acma” demekle ayni sey; ama neyi nasil dusunecegimi degistirebilirim. dusunmek, yasamamaya neden oluyorsa orada ciddi bir sorun var demektir ve ben bu sorunu cozmek istiyorum.

    o carpik dusunceler zihnimde ayaklaniyorlar ara sira ve icimden yok olmak geliyor oyle zamanlarda; ama bu sefer farkli. ben, bu sefer, kendimi yok etmek istegi duymuyorum. ben artik yasamayi istiyorum. uzun zamandir icimde olan karanlik, goruyorum ki, dagiliyor. yari olu halimden canliliga geciyorum. yapraklarini dusurmus bir bitkinin su alinca ve gunes gorunce canlanmasi gibi, canlaniyorum. benim yalnizca, icinden ciktigim bu uzun ve yipratici surecten kendimi yeniden insa etmem ve yasamimi yeniden kurgulamam gerekiyor. benim yeniden bir seyler istemeye baslamisken bunlarin ne oldugunu anlamam ve onlari gerceklestirmeye yonelmem gerekiyor.

    su an tam olarak nasil oldugumu ya da neye donustugumu tam kestiremiyorum; ama nasil olmak istedigimi biliyorum. mutlu bir insan olmak istiyorum. mutlu derken, temelde iyi hisseden bir insandan soz ediyorum. ben fark ettim ki mutsuz olmaya yer ariyormusum. ortada bir durum oldugunda bunun hem iyi hem de kotu taraflari oluyor; ama ben hep kotuye odaklaniyordum. bu durumdan hic hoslanmiyorum.boyle olmasini istemiyorum. iyi hissederek yasamanin ne demek oldugunu gec de olsa ogrendim ve bunu cok sevdim. iyi hissederek yasamak istiyorum. kacmak istemiyorum. incinmekten korktugum icin kactigimda yasadigim mutsuzlugu mesrulastirmak icin gerekceler uretip bunlarla bir omur gecirmek istemiyorum. yasamak istiyorum. icimden geldigince. mutlu bir insan olmak istiyorum. bunu nasil yapacagimi bilmiyorum; ama bunu istedigimi biliyorum. bir anomaliysem ve oyle kalacaksam bile mutlu bir anomali olmak istiyorum.

    boyle konusuyorum, bunlari yaziyorum; ama nasil ve ne kadar uygulayabilecegimi bilmiyorum. hemen olmaz belki; ama denersem, yeterince caba harcarsam bir seylerin degisecegini biliyorum. bir seyler istiyorum; yani istemeye basladim. yasamimla ne yapacagimi biliyorum; onu yasayacagim. yasamimda ne yapacagimi ise henuz bilmiyorum. yasamimi nasil yasayacagimi ise biliyorum. icimden geldigi gibi. kendime siklikla kimseye hicbir hesap vermek ve insanlarin ne dusuneceklerini umursamak zorunda olmadigimi animsatiyorum; bu onemli.

    kendim sunlari soyluyorum: istedigini yap, tamarix. icinden geceni yap. incinip incinmeyecegini bilemezsin. incinebilirsin; ama sonuc, sandigin gibi olumsuz olmayabilir. sonuc olumsuz olsa da “denedim” dersin, “yasadim ve gordum.”

    “yasadim.”

    yasamadan bilemezsin. yasamazsan kesinlikle bilemezsin. o zaman yasa gitsin. yasa, tamarix. zamanin hala varken, yasa; icinden geldigince.
  • acayip siktiriboktan ve bir o kadar da klişe bir tespiti tekrarlamaya geldiğim başlık:

    yaşamak çok yorucu bir iş.

    herhangi sıradan bir günümü düşünüyorum; o kadar çok eforum var ki bazen ben neyin mücadelesi içindeyim, ne saçma, diye düşünüp kendimi öldürmenin aslında çok daha mantıklı olduğu sonucuna ulaşıyorum. öyle intihar eğilimim falan da yok yanlış anlaşılmasın, hatta keyfim gayet yerinde, her şey iyi güzel de, bu ne yani. hani diyorum, ben tam bir askeri disiplinle yaşıyorum da ondan mı böyle hissediyorum, yok valla cevap bu değil, konunun benim hayat tarzımla hiç ilgisi yok. yaşamak ben salsam da yorucu, yaysam da yorucu, koşsam kudursam da yorucu. çok yoruldum. öf. yoruldum diyorum ama, elime gıcık olduğum birilerini verseniz dövebilecek enerjim pekala var mesela. garip bir yorgunluk bu. ruhsal yorgunluk dedikleri böyle bir bok oluyor herhalde. ruh diye bir şey de yok bu arada, söylemiş miydim daha önce?

    var oluş gerçekten aşırı anlamsız. ve çok yorucu.
  • altı yaşındayken, karanlıktan korkuyor, insanlardan korkmuyorsun. otuzaltı yaşına geldiğinde ise, insanlardan korkuyor, karanlıktan korkmuyorsun.işte yaşamak tam olarak bu.
  • çok canım sıkılıyor, rakının dibine vuralım istersen.

    karanlık maddeyi arayan fizikçilere naçizane önerim, gelip benim içimde aramaları. normal bir insanın birkaç çirkin bina, çöp karıştıran kediler ve yürüyen insanlar göreceği manzarada ben anlamsızlık, yok olmaya mahkumluk, kıyamet alametleri ve gökdelen büyüklüğünde soru işaretleri görüyorum.

    ilk ve en önemli soru hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı elbette. bir kez yaşamaya başlayınca başkalarının cehennemi* olmayı kabullenmek de gerekiyor üstelik. peki insan neden kendi cehennemlerini düşünürken, kendisinin de bir başkasının ya da başkalarının cehennemi olduğunu aklına getirmez? hakikaten kızgın ızgaraya ne gerek var? ya da "başkası" olmadan "ben" olabilir mi? bunlar, biz sıradan fanileri aşan sorular. ama bildiğim, aristoteles'in beni tanısa "doğru düşünce"nin kurallarını yeni baştan yazacağı. (buraya sartre'nin baygın bakışları gelecek.)

    dünyanın bensiz daha güzel bi' yer olacağından hiç kuşkum yok. bu benim için suyun kaldırma kuvveti gibi, yer çekimi kanunu gibi tartışılması, sorgulanması anlamsız bir veri zaten. ama insanlar... sanki hiç sıkılmıyor gibi yaşıyorlar. yiyorlar, içiyorlar, sevişiyorlar. üstelik bu amaçsız devinimi sonsuza dek sürdürebilmek için ruhlarını satmaya hazırlar. hayır bunu onursuz bulduğumdan değil, ruhumun pazarlığa açık olmaması şeytanın ruhum için beş para vermeyeceğini bilmemden kaynaklanıyor.

    eğer tanrı varsa, ki ben olmadığına inanıyorum, meşhur öküz boynuzlarıyla birlikte çayırlarda koşup inekleri kovalarken dünyanın neden benim omuzlarımın üzerinde döndüğünün hesabını vermeli. beni dünya denen bu yerde yaşamaya zorladığı için özür dilemeli. evet.

    sık sık dünya dışı yaşam bulunur mu acaba diye meraktan ertelediğim intihar planımı düşünüyorum. ebedi mutsuzlar kervanının en bahtsız bedevilerinden biriyim ve çok canım sıkılıyor, kutup ayısı vuralım istersen.

    cidden çok canım sıkılıyor,
    kendimizi vuralım istersen.
  • "yalar yarasını içte bir geyik
    hepsi bu kadardır: adı yaşamak"

    (bkz: gelse de trenden) *
hesabın var mı? giriş yap