• dört toplama kampından sağ çıkmayı başardıktan sonra, varoluşçu analizi kendince yorumlayarak bize logoterapi*yi kazandıran avusturyalı nörolog ve psikiyatrist. ayrıca hümanistik psikolojiye ilham kaynağı olan kişilerden biridir. diğer bir çok kuramcı gibi önceleri psikanalizle ilgilenmiş, ancak sonraları yine birçoğu gibi psikanalizle zıtlaşmış ve logoterapiyi geliştirmiştir. psikanalist olarak değil, logoterapist olarak anılmayı tercih etmiştir.

    logoterapi ismi, yunanca anlam anlamına gelen logos; ve yine yunanca iyileştirmek anlamındaki terapi sözcüklerinden gelmektedir. logoterapi, insanlara değer yargısı empoze etmekten en uzak duran terapi biçimidir, özellikle klinik psikolojiye alternatif bir bakış açısı ile bakanlar için fazlasıyla ilgi çekici olabileceğini düşündüğüm bir alandır. logoterapi diye bir terapi çeşidi var iken, hala psikanaliz gibi bir terapinin varlığını az da olsa sürdürmesi -bence- fazlaca ilginçtir.

    logoterapinin çok çeşitli alanlarda işe yaradığı görülüyor. ancak bu yöntem günümüzde -benim bakış açıma göre sıradan- ilişkisel, ailesel, parasal, işle ilgili bilumum gereksiz ve -yine bence- anlamsız dünyevi dertleri olan insanlardan ziyade; varoluşsal sorunları olan insanlara hitap ediyor. psikolojiye ve günümüz terapilerinin çoğuna her ne kadar soğuk bakıyor olsa bile, logoterapiyi okuyup anlayan çoğu insanın fikirlerinin değişeceğini düşünüyorum. illa logoterapiye gitmek değil, frankl'ın kitaplarını -okumak değil- yaşamak da etkili olacaktır.

    logoterapi -adından da anlaşılacağı gibi- kişinin yaşamda kendi anlamını bulmasını*, bunun da üç yol ile mümkün olabileceğini söyler:
    -bir eser yaratmak ya da bir iş yapmak
    -bir şey yaşamak, bir insanla etkileşmek, bir insanı yaşamak, sevgide anlam bulabilmek
    -acıya karşı bir tavır geliştirmek, çektiği acıdan kurtulması olanaksız birinin trajedisini zafere dönüştürmek, acıya neden olanı değil insanın acıya olan tavrını değiştirmek.

    kendi yaşamından yola çıkarak logoterapiyi kurmuş ve geliştirmiş olan frankl, aynı zamanda logoterapinin uygulamadaki canlı kanıtıdır. toplama kamplarındaki acılarının, kendi yarattığı eseri -kendi logoterapisi- ile üstesinden gelmiştir. insanları, "insan olarak" sevmiştir. ve bunlarla birlikte acıya bakış açısı değişmiştir.

    (edit)
    ayrıca, frankl'ın 1946'da yazdığı insanın anlam arayışı kitabı, benim sonsuz anlam arayışıma son vermese de biraz hafiflememe yardımcı olmuştur. üzerimdeki etkisini şöyle somutlaştırabilirim: baş ağrılarımın nedeninin beyin tümörü olduğunu sanırken, aslında ağrının gözlerimdeki sadece 0,25 derecelik bozulmadan kaynaklandığını ve tek ihtiyacım olanın incecik bir gözlük camı olduğunu farkettim. fakat "kitap hayatımı değiştirdi" diyemem, demem, komik olur. zira hiçbir insan hayatımın bir kitapla değişecek kadar basit olduğunu sanmıyorum, zaten frankl da hayatları değiştirmeyi amaçlamıyor. bir kitapla ufku üç katına çıkan insanın kitap önerisinin de ciddiye alınmaya değer olacağını sanmıyorum. böyle trajikomik söylemlerde bulunanlar yüzünden kendisi zaman zaman -malesef- kişisel gelişim türünde anılıyor. bence frankl'ı kişisel gelişim kategorisine sokmaya çalışmak, sigmund freud'u tanrı kabul edip başka kuramcı tanımamakla eşdeğerdir. frankl'ı ve logoterapiyi gerçekten anlamak için aşağıda yazacağım alıntıları okumak asla ve asla yetmeyecektir. lisans boyunca frankl ve logoterapi illa ki defalarca karşıma çıktı, fakat çerçeveden fazlasını bilmeme rağmen frank'ın kendi cümleleri kadar etkili olmamıştı. sadece bu kitaptan alıntılamak istediğimde bile hiçbir cümlesini seçip alamıyorum, her cümlesi başlı başına analize değer.

    (edit)
    frankl'ın 1946'da farketmiş olduğu bir başka konu ise, günümüz insanının sistemle ilgili tiksinç yakınmaları. her gün işe gidip gelip sonra da sistemin kölesi olduğunu iddia eden, sistemi suçlayan insan modeli; oldum olası iğrenirim bu insanlardan, açık ve net. benim de memnun olmadığım noktalar var, aşırı derecede çok hem de, fakat sistemi -tamamen- suçlayamam çünkü seçimlerim bana aittir. kimse başıma silah dayamadı işe ve okula gitmem için. into the wild'daki gibi arkama bakmadan gitme sorumluluğunu alamıyorum, ve bunu kabul ediyorum; alexander supertramp'te olup bende olmayan başedebilme mekanizmasının varlığını kabul ediyorum. seçimlerimiz ve bunların getirileri/götürüleri/bedelleri var, arkama bakmadan gitmenin bedeli maslow*'un piramidinden gidecek olursak en basitinden ilk önce belki açlık, susuzluk; belki de güvenlik problemi. kısacası bunu üstlenemiyorum. belli koşullar altında bile hala kendi seçimlerimizi yapıp sorumluluk alma özgürlüğümüzün olduğunu vurguluyor frankl. başka tarafa -misal sisteme- yönlendirilen sinir ve nefret, sadece insanı içten tüketmeye yarıyor; özgürlüğün sorumluluğunu almak ise insanı hafifletiyor.

    kitabın önsözünde kişilik kuramlarından biri olan "ayırt edici özellik yaklaşımından*" tanıdığımız gordon willard allport şöyle diyor:
    "yaşamak acı çekmektir; yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmaktadır. eğer yaşamda bir amaç varsa, acıda ve ölümde de bir amaç olmalıdır. ama hiç kimse bir başkasına bu amacın ne olduğunu söyleyemez. herkes bunu kendi başına bulmak ve bulduğu yanıtın öngördüğü sorumluğu üstlenmek zorundadır."

    ----------------------------------------------------

    kitabın* içeriğinden önce, hayatımla bütünleşen kısmı ise şöyle:

    eleştirmekten kendimi alamadığım insanlardan bıkmış bir şekilde kadıköy'de geziyordum. evde yapmak üzere filtre kahve almak için birkaç yere uğradım ancak doktor ısrarıyla kafeinsiz aradığım için bulamadım. sonunda boğa'daki starbucks'a girdim. starbucks insanı değilim, ancak eleştirilmeye değer bunca şey varken sadece starbucks'a para veren insanları eleştirenlerden hiç değilim. kahvemi aldım çantama koydum ve tam gidecekken, paket kahve alanlara orada içmek üzere bir bardak kahve hediye ettiklerini söylediler. ikramı kabul edip, bana benzemeyen insanların arasında, tek kişilik bir masa bulup oturdum, insanın anlam arayışı kitabımı çıkardım ve okumaya başladım. tam olarak bir sayfa okuduktan sonra olayın farkına vardım. "starbucks'ta oturmuş, frankl'ın auschwitz anılarını okuyordum." içimde id-ego-süperego çatışmaları yaşayarak, ego bile değil genellikle yürüyen id şeklindeki tavırlarımı bir an için bıraktım; sanırım daha önce bunu hiç yapmamıştım. masadan kalktım, dışarı çıktım, kahveyi döktüm, kağıt bardağı ise hala saklıyorum.

    o günden sonra o kitabı elime alamamıştım. o masadayken kaldığım sayfada takılı duruyordu. bir süre sonra, şehirler arası otobüste ben hariç herkes uyurken, gecenin karanlığında koltuğumdaki ışığı açıp kitaba kaldığım yerden devam etmeye başladım. bir ara muavin yanıma yaklaştı, -genellikle başıma gelen şekilde- ışığı kapatmamı isteyecek sanıp patlamaya hazır bir bomba gibi bekliyordum. elinde bir bardak kahve vardı ve bana uzattı; o kadar saattir aramızda tek bir diyalog olmamasına rağmen, bir süredir karanlıkta kitap okumaya çalıştığımı görmüş ve ihtiyacım olabileceğini düşünüp kahve yapmış*. bakakaldım, bir kez daha kendi iç çatışmalarım ve kahvem eşliğinde bu kitabı okuyordum.

    -------------------------------------------------

    (aşırı üşengeç bir bünye olarak, üşenmedim yazdım.)
    kitabın* birinci bölümü "toplama kampı deneyimleri"nden alıntılar:

    "bir zamanlar tutuklu olan bu insanlar sık sık şunu söyler: “yaşadıklarımız hakkında konuşmayı sevmiyoruz. onları yaşamış olanların hiç bir açıklamaya ihtiyacı yok. o olayları yaşamayanlar ise ne o zaman hissettiklerimizi ne de şimdi hissettiklerimizi anlayabilir.”"

    "duş için sıra beklerken, çıplaklığımızı iliklerimizde duyumsamıştık: artık çıplak vücutlarımızdan başka gerçekten hiçbir şeyimiz kalmamıştı; tüyümüz bile yoktu; sahip olduğumuz tek şey, kelimenin tam anlamıyla çıplak varoluşumuzdu.. ..aptalca çıplak yaşamımızdan başka kaybedecek hiçbir şeyimiz olmadığını biliyorduk."

    "aramızda tıp mesleğinden olanların ilk öğrendiği şey buydu: “kitaplar yalan söylüyor!”. insanın, şu kadar saat uyumaksızın yaşayamayacağı söylenirdi. kesinlikle yanlış! kesinlikle yapamayacağım şeyler olduğuna inanırdım: şunsuz uyuyamam ya da şununla veya bununla yaşayamam.. ..dostoyevski'nin sözlerinin doğru olup olmadığı sorulacak olursa, cevabımız, “evet, insan her şeye alışabilir, ama nasıl olduğunu bize sormayın,” olacaktır."

    "sanırım bir keresinde lessing* şöyle demişti: “aklınızı kaybetmenize neden olacak şeyler vardır, ya da kaybedecek aklınız yoktur.” anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki normal bir davranıştır. psikiyatrist olarak bizler bile, bir insanın, örneğin bir tımarhaneye kapatılmak gibi anormal bir duruma yönelik tepkilerinin, normalliğin derecesiyle orantıladığınız zaman anormal olmasını bekleriz. bir toplama kampına düşen bir insanın tepkisi de zihnin anormal bir durumuna karşılık gelir, ama nesnel olarak yargılandığı zaman normaldir."

    "ancak o zaman yanımda duran eli sopalı ss gardiyanını farkettim. bu tür durumlarda insanı en çok yaralayan şey (ki bu hem yetişkinler hem de çocuklar için geçerlidir) fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır."

    "korkutucu rüyalardan ya da hezeyanlardan mustarip insanlar için özellikle her zaman üzüntü duymam nedeniyle, zavallı adamı rüyasından uyandırmak istedim. ansızın, yapmak üzere olduğum şeyden ürküp, adamı sarsmaya hazır olan elimi geri çektim. o anda, ne kadar dehşet verici olursa olsun hiçbir rüyanın, bizi çevreleyen ve kendisini sarstığım takdirde adamın uyanacağı kampın gerçeklerinden daha kötü olmadığının, yoğun bir şekilde bilincine vardım."

    "bir keresinde cesur ve onurlu birisi olarak tanıdığım bir tutuklunun, ayakkabılarının giyilemeyecek kadar çekmesi nedeniyle sonunda karda yalınayak yürümek zorunda kaldığı için çocuk gibi ağladığını duydum."

    "insanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir.. ..sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok çok ötesine geçer. sevgi en derin anlamını, kişinin tinsel varlığında, iç benliğinde bulur. sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması, bir anlamda önemli olmaktan çıkıyor."

    "bir benzetme yapacak olursak, bir insanın acı çekmesi, boş bir odadaki gazın davranışına benzer. boş bir odaya belli miktarda gaz verildiği zaman, oda ne kadar büyük olursa olsun, gaz odanın tamamına yayılır. dolayısıyla insanın çektiği acının “büyüklüğü” kesinlikle görecelidir."

    "insan, böylesine korkunç, ruhsal ve fiziksel stres koşulları altında bile, ruhsal özgürlüğünü ve zihinsel bağımsızlığını az da olsa koruyabilmektedir. toplama kamplarında yaşayan bizler, o kamptan bu kampa koşan, ellerindeki son ekmek kırıntılarını vererek başkalarını teselli etmeye çalışan insanları anımsayabiliriz. sayıları az olabilir, ama bu bile, bir insandan bir şeyin dışında her şeyin alınabileceğini yeterince gösterir: insan özgürlüklerinin sonuncusu; yani, belli koşullar altında insanın kendi tutumunu belirlemesi, kendi yolunu seçmesi."

    "insan onurunu bir toplama kampında bile koruyabilir. dostoyevski bir keresinde şöyle demişti: “beni korkutan tek bir şey var: acılarıma değmemek.” kamptaki davranışları, acıları ve ölümleri, son içsel özgürlüğün kaybedilemeyeceği gerçeğine tanıklık eden şahitlerle tanıştıktan sonra, bu sözler sık sık aklıma geliyordu. bu insanların çektikleri acıya değdikleri söylenebilir; acıya katlanma yolları, gerçek bir içsel başarıydı. yaşamı anlamlı ve amaçlı kılan şey de, insanın elinden alınamayan işte bu ruhsal (tinsel) özgürlüktür."

    "ama anlamlı olan sadece yaratıcılık ve zevk değildir. eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. acı ve ölüm olmaksızın insan yaşamı tamamlanmış olmaz. br insanın kendi kaderini ve içerdiği olanca acıyı kabul ediş yolu, ona, en ağır koşullar altında bile, yaşamına daha derin bir anlam katma fırsatı verir. yaşam, yiğitçe, onurlu ve özgecil olabilir. ya da keskin kendini koruma davasında kişi, kendi insan onurunu unutup bir hayvan düzeyine inebilir. burada, insanın, zor bir durumun sunduğu ahlaki değerlere ulaşma fırsatlarından yararlanma ya da vazgeçme arasındaki seçimi yatmaktadır. bu da, o insanın acılarına değip değmediğini belirler."

    "zaman içinde hissedilen en keskin şey, tutukluluk süresinin sınırsızlığıydı; mekan içinde ise cezaevinin daracık sınırlarıydı."

    "gönülsüz ve sıradan olanlarımız için ise bismarck'ın şu sözleri geçerli olabilir: “yaşam, bir dişçiye gitmeye benzer. her an daha kötüsünün henüz yaşanmadığına inanırsınız, oysa zaten yaşanmış bitmiştir.” bunu değiştirecek olursak, toplama kampındakilerin çoğunun, yaşamın gerçek fırsatlarının geçmişte kaldığına inandığını söyleyebiliriz. oysa gerçekte kampta bir fırsat da, meydan okuma da vardı. kişi, bu deneyimleri, yaşamı içsel bir zafere çeviren bir başarıya dönüştürebilir ya da tutukluların çoğunun yaptığı gibi, bunu görmezlikten gelip yaşamı bitkisel bir düzeyde sürdürebilir."

    "spinoza'nın etika'da dediği gibi: “acı duygusu, buna ilişkin net ve kesin bir tablo oluşturduğumuz an, acı olmaktan çıkar.”"

    "gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için, kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir."

    "bir insan, acı çekmenin kaderi olduğunu gördüğü zaman, acısını kendi görevi olarak kabul etmek zorunda kalacaktır. bu onun tek ve eşsiz görevidir. acı çekerken bile evrende eşsiz ve yalnız olduğu gerçeğini kabullenmek zorunda kalacaktır. biz tutuklular için bu düşünceler gerçeklikten uzak spekülasyonlar değildi. bunlar, bize yararı olabilecek tek düşüncelerdi. bunlar, hayatta kalma şansımız asla yokmuş gibi göründüğü zamanlarda bile bizi umutsuzluktan korumuştur."

    "ama gözyaşlarından utanmamız gerekmiyordu, çünkü gözyaşları bir insanın, cesaretlerin en büyüğüne, acı çekme cesaretine sahip olduğuna tanıklık ediyordu."

    "artık geçmişte kalmasına karşın, sadece yaşadıklarımız değil, yaptığımız hiçbir şey sahip olduğumuz düşüncelerin, çektiğimiz onca acının hiçbirisi kaybedilmiş değildi; geçmişi biz yaratmıştık. geçmişte yapmış ya da olmuş olmak, varolmanın bir başka, belki de en emin şekliydi."

    "bütün bunlardan, bu dünyada iki insan ırkı olduğunu, ama sadece iki ırk olduğunu -soylu insan “ırkı” ve soysuz insan “ırkı”- öğrenebiliriz. her ikisi de her yerde bulunur. toplumun her kesimine sızar. hiçbir grup sadece soylu ve soysuz insanlardan oluşmaz. bu anlamda hiçbir grup “arı ırk” değildir."

    "özgürlüğüne kavuşan bir tutuklunun daha fazla ruhsal bakıma ihtiyaç duymadığını düşünmek hata olacaktır.. ..artık özgür oldukları için, özgürlüklerini saygısızca ve acımasızca kullanabileceklerini düşündüler. onlar için değişen tek şey, eskisi gibi baskı altında olmak yerine şimdi artık baskıcı olmalarıydı. kasıtlı güç ve adaletsizliğin nesneleri değil, tahrikçileri olmuşlardı.. ..ruhsal baskının birdenbire kalkmasından kaynaklanan ahlaki bozulmanın yanı sıra, özgür bırakılan tutuklunun kişiliğine zarar verebilecek iki temel deneyim daha vardı: eski yaşamına döndüğü zaman yaşadığı içerleme ve hayal kırıklığı."
    (alfred adler ve erich fromm kendi kuramlarında bu ahlaki bozulmadan bahseder.)

    "evine dönen tutuklu için, yaşanan onca şeyden çıkarılan onurlu deneyim, çekilen onca acıdan sonra tanrı'dan başka hiçbir şeyden korkması gerekmediği yolundaki harika duyguydu."

    ---------------------------------------------

    kitabın* ikinci bölümü "genel ilkeleriyle logoterapi*"den alıntılara gelirsek:

    "her çatışma zorunluluk gereği nevrotik değildir; bir ölçüde çatışma normal ve sağlıklıdır. benzer bir şekilde acı çekmek her zaman patolojik bir olgu değildir; acı, nevrotik bir semptom olmaktan çok, özellikle varoluşsal engellenmeden kaynaklanıyorsa, insanca bir başarı da olabilir. insanın kendi varoluşuna anlam bulma arayışının, hatta buna yönelik kuşkusunun, her durumda bir hastalıktan kaynaklandığını ya da böyle bir hastalığa yol açtığını kesinlikle reddediyorum.. ..bir insanın, yaşamın yaşamaya değer oluşuna ilişkin kaygısı, hatta umutsuzluğu, varoluşsal bir bunaltıdır. ama kesinlikle bir ruh hastalığı değildir. böyle bir şeyi ruh hastalığı terimiyle yorumlayan bir doktor, hastasının varoluşsal umutsuzluğunu, uyuşturucu ilaçlar yığınının altına gömebilir. bunun yerine onun görevi, varoluşsal gelişim ve gelişme krizi boyunca hastaya yol göstermektir."
    (bildiğimiz klinik psikoloji ve psikiyatriye ne kadar da ters bir bakış açısı değil mi? eleştirel psikoloji ve antipsikiyatri ilgimin yanı sıra, kesinlikle logoterapi benim için tercih edilesi bir alternatif olmuştur.)

    "kuşkusuz insanın anlam arayışı içsel denge yerine içsel gerilim yaratabilir. ne var ki, ruh sağlığının vazgeçilmez ön koşulu da işte bu gerilimdir. şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki dünyada, kişinin en kötü şartlarda bile yaşamını sürdürmesine, yaşamında bir anlam olduğu bilgisi kadar etkili bir şekilde yardımcı olan başka hiçbir şey yoktur.. ..insanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil. daha çok, uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir. ihtiyaç duyduğu şey, her ne pahasına olursa olsun gerilimi boşaltmak değil, onun tarafından yerine getirilmeyi bekleyen potansiyel bir anlamın çağrısıdır."

    "varoluşsal boşluk, yirminci yüzyılın yaygın bir olgusudur.. ..hiçbir içgüdü ona ne yapacağını söylemez. hiçbir gelenek ona ne yapması gerektiğini söylemez; bazen neyi arzuladığını bile bilmez. bunun yerine ya diğer insanların yaptığı şeyleri arzular (uydumculuk) ya da diğer insanların kendisinden yapmasını istedikleri şeyleri yapar (totalitercilik)."
    (erich fromm da benzer konulara mekanik uyumluluk adı altında değiniyor.)

    "kişinin soyut bir “yaşamın anlamı” arayışına girmemesi gerekir. herkesin yaşamında özel bir mesleği ya da uğruna çaba harcanacak bir misyonu, yerine getirilmeyi bekleyen somut bir görevi vardır. ne onun yeri değiştirilebilir ne de yaşam tekrarlanabilir. bu nedenle herkesin işi, bunu yürütmeye yönelik özel fırsatları kadar eşsizdir."

    "ikinci defa yaşıyormuşcasına ve ilk kez şimdi yapmak üzere olduğunuz gibi hatalı hareket etmişcesine yaşayın.. ..bu algı kişiyi, yaşamın belirli (sınırlı) oluşuyla olduğu kadar, hem kendi yaşamıyla hem de kendisiyle ne yapacağının belirleyiciliğiyle karşı karşıya getirir."

    "anlam bulmak için acı çekmek kesinlikle gerekli değildir. ben sadece, acıya rağmen anlamın olası olduğunu -elbette acını kaçınılmaz olması koşuluyla- vurgulamak istiyorum.. ..gereksiz yere acı çekmek kahramanca değil, mazoşistçe bir tutumdur."

    "georgia üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan edith weisskoph-joelsen (1958), logoterapinin, "acı çeken ve bundan kurtulması olanaksız olan insana, bu acıyı alçaltıcı bulduğu için mutsuz olmakla kalmayıp, mutsuzluğundan ötürü bir de utanmak yerine, çektiği acıyla gurur duyması ve bunu onur verici bir şey olarak değerlendirmesi için pek fırsat tanımayan günümüz amerikan kültüründeki bazı sağlıksız eğilimlerin dengelenmesine yardım edebileceğini dile getirir.. ..yaşamın anlamı koşulsuzdur, çünkü kaçınılmaz acının potansiyel anlamını bile kapsar."

    "bir süre sonra, yakın gelecekte ölecekmişim duygusuna kapıldığımı anımsıyorum. ne var ki bu kritik durumda tasam, yoldaşlarımın çoğundan farklıydı. onların sorusu şöyleydi: “bu kampta hayatta kalacak mıyız? kalmayacaksak, bütün bu acıların hiçbir anlamı yok.” benim sorumsa şuydu: “bütün bu acıların, çevremizdeki bunca ölümün bir anlamı var mı? çünkü eğer yoksa hayatta kalmanın kesinlikle hiçbir anlamı yok! çünkü anlamı böyle bir rastlantıya bağlı olan bir yaşam, nihai anlamda yaşanmaya değmez."

    "insandan istenen şey, bazı varoluşçu felsefecilerin savunduğu gibi yaşamın anlamsızlığına katlanmak değil, yaşamın koşulsuz anlamlılığını ussal terimlerle kavrama yetkisinden yoksun oluşuna dayanmaktır. logos (anlam), mantıktan (logic) daha derindir."

    "bu nedenle varoluşumuzun geçici olması, bunu kesinlikle anlamsız kılmaz, ama sorumluluklarımızı oluşturur; çünkü her şey, bizim, öz itibarıyla geçici olan olasılıkları gerçekleştirmemize bağlıdır."

    "ne var ki özgürlük son söz değildir. özgürlük sadece öykünün bir bölümü ve gerçeğin yarısıdır. özgürlük olumlu yanı sorumluluk olan olgunun tamamının negatif yanından başka bir şey değildir. aslına bakılacak olursa, sorumluluk terimiyle yaşanmadığı sürece, özgürlük yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır."

    "insan sıradan bir şey, bir nesne değildir; nesneler birbirini belirler ama insan nihai anlamda kendini belirleyen varlıktır. mevcut yetilerinin ve çevrenin sınırları dahilinde, olduğu kişi neyse, onu kendinden yaratmıştır.. ..her şey bir yana, insan, auschwitz'in gaz odalarını icat eden varlıktır; ama dudaklarında duayla ya da shema yisrael ile gaz odalarına dimdik yürüyen varlık da insandır."

    "ama mutluluk aranmaz; ortaya çıkması gerekir. insanın, “mutlu olmak” için bir nedeni olmalıdır. bu neden bulunduktan sonra mutluluk otomatik olarak gelir. gördüğümüz gibi insan, mutluluk arayışında değildir; belli bir durumda yapısal ve uykuda olan potansiyel anlamı gerçekleştirmek yoluyla mutlu olmak için neden aramaktadır."

    "yaşamın nihai anlamı da, eğer böyle bir şey varsa, en sonunda, ölümün eşiğinde ortaya çıkmıyor mu?"

    "bir insanın suçunu tam olarak açıklamak, suçunu ortadan kaldırmaya ve kişiyi özgür ve sorumlu bir insan olarak değil, onarılması gereken bir makine olarak görmeye eşdeğer olacaktır. suçluların kendileri bile bu tutumdan tiksinmekte ve yaptıklarından sorumlu tutulmayı tercih etmektedir."

    "çünkü bir fırsatı kullandığımız ve potansiyel bir anlamı gerçekleştirdiğimiz zaman, sonsuza dek yapmış oluruz, geri dönüşü olmaz. bu anlamı bulup geçmişte tutarak, onu orada emin bir şekilde saklarız. geçmişteki hiçbir şey tekrar erişilmeyecek şekilde kaybedilmez, tersine, her şey geri dönülmez bir şekilde saklanır.. ..bundan dolayı yaşlı insanlara acımak için ortada hiçbir neden olmadığı anlaşılabilir."

    "sigmund freud bir keresinde “birbirinden son derece farklı bir dizi insanı aynı şekilde açlığa terk edin. kaçınılmaz açlık dürtüsünün artışıyla birlikte, bütün bireysel farklılıklar bulanıklaşacak ve bunun yerine doyurulmamış bir güdünün tekbiçimli dışavurumu görülecektir,” demişti. şükürler olsun ki sigmund freud toplama kamplarını içeriden tanımaktan kurtuldu. onun hastaları, auschwitz'deki kuru tahtaların üzerine değil, viktoryen kültürün pelüş tarzı sedirlerine uzanıyordu. toplama kamplarında “bireysel farklar bulanıklaşmıyordu,” tam tersine daha da farklılaşıyordu; orada insanların, hem domuzların hem de azizlerin maskeleri iniyordu."

    ve kitabın son cümleleri:
    "auschwitz'den bu yana insanın ne yapabileceğini biliyoruz. hiroşima'dan bu yana da neyin tehlikede olduğunu biliyoruz."
  • "yaşamın anlamı üç farklı yoldan keşfedilebilir:
    1. bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak
    2. bir şey yaşayarak(iyilik doğruluk güzellik gibi, doğayı ve kültürü yaşamak gibi) ya da bir insanla etkileşerek
    3. kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek"

    (insanın anlam arayışı)
  • insanın anlam arayışı kitabında şöyle der, serbest bırakılan bir tutuklunun ruhsal durumunu tasvir ederken:
    "özgürlük. bu sözcüğü kendi kendimize tekrarladık, ama anlamını kavrayamıyorduk. bu sözcüğü yıllar boyunca o kadar çok kullanmış, buna ilişkin öyle çok hayal kurmuştuk ki, anlamını yitirmişti. gerçekliği bilincimize işlemiyordu; özgür olduğumuz gerçeğini kavrayamıyorduk."

    öyle çok istemiş, öyle çok beklemiş, öyle çok hayalini kurmuşuzdur ki artık sahip olduğumuzda, sahip olduğumuz an'a dair olan hayallerimizdeki gibi coşku duymayız bazen. artık gerçekten de sahip olmanın, beklenen'in gelmesinin, bir anlamı kalmamıştır tıpkı onun dediği gibi..
  • 1997 yilinda 97 ya$inda vefat eden, noroloji ve psikoloji profesoru. 2. dunya sava$i sirasinda kapatildigi 4 toplama kampindan sag cikmi$tir. insanin anlam arayisi, duyulmayan anlam cigligi adli kitaplarin yazari ve logoterapinin kurucusudur...
  • teoride çığırlar açmış olmasa da pratikte freud'a "hadi lan ordan" diyebilmiş bir terapiyi geliştiren adamdır. logoterapi, psikanalizden çok farklı bir yöntem izleyerek, insanın "allah'ım ben nerden düştüm bu dünyaya "dan öte; "ben bu hayatta ne yapabilirim, ne ederim de hayırlı bir insan olurum?" demesini ve buna göre harekete geçmesini amaçlar. man's search for meaning kesinlikle bir kişisel gelişim kitabı değildir ama okuyup kişisel olarak geliştim diyenlere de negzel denebilir.kitap yarı otobiyografiktir*; kalan yarısı da logoterapinin ana hatlarını ve metodolojisini aktarma amacındadır.
    frankl'ın mizah duygusunun gelişimiyle ilgili yazdıkları da pek güzeldir:

    "mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hiledir."

    serbest çağrışımla gelen (bkz: kurt vonnegut)
  • "ruhsal sıkıntıların kaynağında, anlamsız insanlarla anlamlı ilişkiler yaşama isteği ve çabası yatar" diyen logoterapinin kurucusu.
  • 1997 yılında 92 yaşında vefat eden logoterapist, varoluşçu analist. kekemeliğe çözümü, çok yüzeysel bir şekilde anlatırsak şu şekildedir; kekeliyorsanız, kekelemeye çalışın ve artık kekelemediğinizi görün. kesinlikle çalışıyor bazı kekemelerde. bir probleminiz varsa üstüne gidin diyor sevgili frankl. hay sen çok yaşa.*

    freud diyor ki; "insanların temel ihtiyaçlarını karşılamalarını kısıtlarsanız hayvanlaşır ve ahlak mahlak tanımaz birbirlerini öttürürler." **

    frankl da tam bu noktada devreye giriyor: hayır freud! yanlışsın hafı$ diyor. asıl insanın, insan olmaklığı tam da bu gibi durumlarda belli olur. insanlar bu gibi durumlarda; çalmadan, çırpmadan yaşayarak kemalatlarına ererler ve kamil olurlar diyor. niyeyse tasavvuf'a kaymış frankl. aslında bunların hepsi kuran'da yazıyor. burada frankl biraz elitist yaklaşmış olaya. nereden mi anlıyoruz bunu? başlıca kavramları olan; insanlık, kemalatına ermek** etc. şeyler romantik yaklaşımlar-dır. günümüze bakıyoruz ki hiç öyle nazi kamplarına gerek yok. insanların birbirlerine karşı bastırılmış nefretleri, kampları gül bahçesine çeviriyor. ebenin amı ali sami denilebilir ama performansa dayalı incelediğimizde zamanının ötesinde, iş bu entry'yi kapı gibi karşınıza koyacağım.

    sonuç olarak, frankl çok iyi niyetli bir adam, allah ondan razı olsun. çalışmalarına dil uzatmak haddimiz değil. yaptığı; insanların, gündelik hayatlarında olan ve kullanageldikleri şeyleri dizgeleştirip bize sunmak, e zaten bilim de böyle bir şey.

    edit: imlâ
  • ''yakınlarda, kadının biri sabahın üçünde bana telefon etti ve intihar etmeye kesin kararlı olduğunu ama bu konu hakkında neler diyeceğimi de merak ettiğini söyledi. ona bu kararın aleyhindeki ve hayatta kalmanın lehindeki tüm delilleri sıralayarak cevap verdim. onunla yarım saat, en sonunda canına kıymayacağına ve hastaneye beni görmeye geleceğine dair söz verinceye kadar konuştum. hastaneye geldiğinde ona sıraladığım delillerin hiç birinin onu etkilemediği ortaya çıktı. onu intihar etmemeye ikna eden, gece yarısı uykumda rahatsız edildiğim için sinirlenmek yerine onu sabırla dinlemem ve onunla yarım saat konuşmammış. böyle bir olayın geçekleşebildiği dünyayı kadın, yaşamaya değer bir dünya olarak görmüş.''

    anlam istenci
  • 'hayatın bir anlamı varsa acı çekmenin de bir anlamı vardır' aforizmasının sahibi.
  • nihai olarak ölüm, anlamsızlık, izolasyon, özgürlük konularıyla ilgilenen varoluşçu terapinin, irwin yalom ile beraber bel kemiklerinden olan adam.

    sanıyorum uzun bir zaman dilimi, toplama kamplarında kalmış olması dolayısıyla, insanın anlam arayışı kitabından bir pasajda şöyle yazar: ''logoterapide adlandırıldığı üzere, üçlü denen şey bir insanın özünde bulunan şu unsurlardan oluşur: acı, suçluluk ve ölüm. bu bölümde, gerçekte, ''tüm bunlara rağmen yaşama nasıl evet diyoruz?'' sorusu yer almaktadır. bu soruyu başka bir şekilde soracak olursak, tüm bu trajik yönlerine rağmen yaşam potansiyel olarak anlamlı olmaya devam edebilir mi? sorusu vardır.''

    frankl anlam isteminin, diğer ihtiyaçlara indirgenemeyecek kadar özgün bir ihtiyaç olduğundan bir şekilde bütün insanlarda bulunduğundan bahseder. duyulmayan anlam çığlığı kitabında ise anlamsızlık duygusu, varoluşsal boşluk (vakum) kavramlarından bahsederken kitle nevrozu olarak adlandıracak kadar artmakta ve yaygınlaşmaktadır der. frankl 21. yüzyılın gelişmiş teknolojisi ve beynimizi koca bir avm'ye çeviren, yıkıcı kapitalizmini görseydi belki de başka bir makalesinde artmaktadır yerine ''hakim olmuş'' tanımını kullanırdı.

    seksin insansızlaşması gibi, ismi bile aforizma değeri taşıyacak cinsten olan makalesindeyse, sadece sevgide gizli olan bir cinselliğin gerçekten ödüllendirici ve doyurucu olduğundan bahseder. tabi cinsellik noktasında freud'un yapısal kuramından olan idin kalıtımsal ve jung'un gölge arketipinin ise arkeiksel doğasını hatırlamamak elde değil. bu konuda var olan kuramsal ayrılmalar psikolojinin renkli tarafı olsa gerek.

    bu noktada entrymi frankl'ın oldukça etkilendiği belli olan camus'den bir soruyla bitirmeliyim:
    ''gerçekten ciddi olan tek bir sorun vardır... yaşam, yaşamaya değer mi? değmez mi? ''
hesabın var mı? giriş yap