• ester'in aklı, anna'nın bedeni simgelediği film.
    bütün bariz benzetmelerin yanısıra harika ironik detaylar barındırır.

    mesela anna'nın sekse olan düşkünlüğü açık bir şekilde işlendiği halde, seçimlerinden zevk almadığnı, bunu zevk almak için yapmadığını gözlemliyoruz.
    fakat sonrasında frijit, seksten tiksindiğini ima eden bir kadın olup, aynı anda mantığı temsil eden ester'in hastalığının da euphoria olduğunu öğreniyoruz. euphoria insanların kontrol dışı haz, mutluluk hissetmesiyle oluşuyır. (hatta bazı insanların cinsel haz alırken euphoria tecrübe ettiğini de okumuştum). sonuç olarak bedeni simgeleyen kadının çabalayarak alamadığı zevk ve mantığıyla yaşayan kadının tamamiyle beyninde yaşadığı euphoia bu karakterleri zıt yönlerden delliğe doğru sürüklüyor. aradaki nefretin nedeni de bu aslında. birbirlerinde sahip olamadıklarını görüp, kontrol edemedikleri kıskançlığın son raddeye gelmesiyle hastalığa dönüşmesi. okuduğum bazı forumlarda da rastladığım(ingmar bergman filmlerinde de sık sık acaba dedirten) "acaba ensest bir ilişki mi var?" sorusunun cevabı da aslında yine burdadır. ekranda ester'in anna'ya aşıkmışçasına yaklaşımı, kıskanması kesin bir sevgili uslubuyle ele alındğı halde, işin aslı esterin asla tamamiyle ulaşamadığı akıl-beden bütünlüğüne olan haseti, hastalığıdır.

    anna* ise, ester'in* ölmesini diler. çünkü ester ayaklı bir mantık abidesidir, çok iyi eğitim almış zeki bir kadındır. onun temsil ettiği şeyleri görmek anna'yı eksik hissettirir. haz alamamasının nedenini bilinçaltında buna bağlar. ester ise anna'nın vücuduyla bu kadar barışık olmasına, ondaki cinsel kimliğin güçlülüğüne tahammül edemez, ki ne zaman kızkardeşi odadan çıksa, onun birisiye sevişeceğini bilip yataklara düşer.

    fimin en güzel detayı da son sahnededir.
    bilinmeyen ülkede, bilinmeyen bir dilde gelişen olaylar neticsesinde yeğenine verdiği sözü tutan ester (tercümandır kendisi, yeğeni johan'a tatilde öğrendiği birkaç kelimenin anlamını yazmaya söz vermiştir), "yabancı dilde kelimeler" diye bir başlık altına sadece "ruh" kelimesini yazar. anlarız ki tek başına beden yada akıl... aslında birbirlerinden çok, ruha muhtaçtır. ruh ise ester ve anna'ya uzak bile değildir; yabancıdır.

    dilin ismi verilmeden "yabancı dilde kelimeler" olarak yazılması ise muhteşem bir detaydır. nacizane fikrimce...
  • çocuk otelin uzun uzadıya koridorlarında bir gölge oyununda gibi dolanır. derken orada rubens'in bir tablosuyla karşılaşır. resimde rubens'in tombul ve şehvani bedenli kadınlarından aşk talep eden figürün yer aldığı bir tabloyu izler. annesi de aşk dilenmektedir. yıkanıp süslendikten sonra kendini dışarı atar ve önüne gelen ilk adamla, bir garsonla yatar. ester'in canını yakmak istemektedir aslında. zira ester saplantılı biçimde anna'yı kimseyle paylaşmak istemez, onu sorgular. kendi başına hasta olarak yataktayken mastürbasyon yapan ester, arzularını bastıran aklın denetiminde bir hayat yaşarken, anna geçici heyecanlar ve bedensel zevkler peşinde dolaşır. çocuğunu bir başına otelde bırakıp uzunca bir süre gezer tozar.

    filmin en etkili ve absürd sahnesi kuşkusuz bir tankın akşam vakti sokakta dolaşması ve hemen otelin önüne gelip dikilmesidir. pencereden sokağı izleyen ester, tankın fallik bir imge olarak varlığına tanıklık eder. yalnız ve soğuk biçimde kendi içine çekilmiş ve geçmişte incinmiş ester'in cinsel bastırılmışlığına karşın kışkırtıcı bir imgedir tank. ve de yaşlı bir eşek... evet, filmde iki kez sokağa bakan ester'in gördüğü kırık dökük eşyalarla yüklü bir arabayı çeken yaşlı eşektir. bu kırık dökük eşyalar adeta onun geçmişindeki onarılması güç yaşantıları andırır, yaşlı eşekse bu döküntülerle ilerlemeye çalışan yorgun ve inatçı kimliğini... anna'yı çıplak olarak yatakta izlerken ya da aynada onun süslenmesini izlerken kendi benliğinin diğer yüzüne bakınır gibi, eksik olan yanına bakınır gibidir. hayranlıkla, gizli bir arzuyla... bergman'ın kadın karakterlerinde hep bu ensest ve lezbiyen arzuların varlığına tanıklık ediyoruz. bazen biri daha kadınsı ve kırılgan iken bir diğeri daha sert, katı ve erkeksileşir bu kadınların. bundan ötürü kimlik olarak yer değiştirir. ester sanki pşisik olarak erkeksileşmiştir. anna ise sanki kocasını aldatırcasına ester'i aldatır. hemen yan odada bir adamla sevişmekten utanmaz. çocuğunun bunu görebileceğini düşünmeksizin bu intikam oyununu oynar. oysa çocuk olup bitenleri fark etmiş ve ester'e neden annesinin yan odada bir başka adamla seviştiğini sormaktadır. yanıt vermesi güçtür ve ester yeğenini sevmek, ona dokunmak istediğinde çocuk hep geri kaçmaktadır. annesinden başkasına kendini sevdirmez nedense...

    sessizlik gelip bilinmeyen bir ülkedeki bir otelin ortasındaki boşluğu doldurur. sesleri daha bir fark edilir kılar. siyah beyaz filmin daha başlangıç bölümünden itibaren bergman muhteşem bir sinematografi ortaya koyar. her bir kare muhteşemdir. cüceler oldukça ilginç bir ayrıntıdır bu filmde... iki kızkardeşin sağlıksız, iletişimsiz, sessiz ilişkisinin orta yerinde hayatın gülünçleyici yanını açığa vuran, tüm bu kasvet içinde alaysı bir kahkaha olarak yerleşen yedi cüceler kendilerini farkeden çocuğa bir kız elbisesi giydirerek onu pamuk prenses yaparlar sanki... kimlik giyinme, yerine geçme, alay ve kahkaha...

    bergman'ın dehası her bir görüntünün incelikli ve eşsiz bir fotoğraf olarak yapılmasının yanısıra ilişkiler, kişilikler ve şeyler arasındaki bağıntıları açığa çıkarma maharetidir. film boyunca begrman, sinemanın anlam üretiminin doruklarında dolaşmaktadır.
  • ingmar bergman'ın "through a glass, darkly" ve "winter lights" isimli eserleriyle bir üçleme oluşturan başyapıtı. filmin konusunu özetleyelim:
    iki kızkardeş birbirini sevmemektedirler. küçük olanın çocuğuyla beraber gittikleri bir tatilden dönüşte, dilini bilmedikleri bir ülkenin otelinde 1 geceliğine konaklarlar. bu arada büyük olan ölümcül bir hastalıktan muzdariptir. olaylar gelişmez, zira hepsi bundan ibarettir.

    filmin ismini atmosferinden almış diyebiliriz, zira neredeyse hiçbir sahnede bozulmayan, aktörlerin en fazla fısıldayarak konuşmak suretiyle bozmaktan çekindikleri bir sessizlik hakimdir filme. bu sessizlik öyle bir atmosfer yaratır ki, filmi izlerken gürültü yapmamak için nefesinizi tuttuğunuz anlar olur. özellikle çocuğun otelde dolandığı sahnelerde bergman seyirciyi* resmen alıp çocukluğuna götürür, kendinizi koridorlarda elindeki oyuncak tabancasıyla dolaşan çocuğun yerinde bulur, o heyecanı paylaşırsınız.

    hayatım boyunca izlediğim en güzel filmlerden birisidir, belki birincisidir. düşününce bile insanın içini heyecanla dolduran filmlerdendir. yavaşlığı ve sessizliğiyle kimilerine iç sıkıntısı verme ihtimalini gözardı etmemek gerekir ama.
  • filmde akıl-beden ikiliği dışında iletişimsizlik, yalnızlaşma ve nihayetinde yabancılaşma üzerine de gidiliyor denebilir. tren camındaki ne anlama geldiği bilinmeyen yazılar, tam olarak nerede olduğu bilinmeyen timoka şehri, hangi dilde konuştuğu bilinmeyen otel görevlisi, anna'nın seviştiği garson gibi unsurlar gittikçe kendimize kapanışımızın ve diğer şeylerden ayrı oluşumuzun yabancılaşmayı doğurduğu bir ortamı resmediyor.

    iki kardeş de, farklı nedenlerle de olsa, aynı durumdalar. genel bir anlat(a)mama ve anlaşıl(a)mama sorunu var. sadece otel görevlisi gibi, başka bir dilde konuşan biriyle olan iletişim sorunu değil bu. aynı dili konuşmalarına rağmen iki kardeş arasında da görülüyor. akıl ve bedeni simgeleyen (bir bütüne ait) iki parça olarak değil, iki birey olarak da çatışma içindeler. bence filmin bu kadar etkileyici olmasını da bu çatışmanın tamamen yabancı bir yerin ve dilin olduğu bir atmosferde yansıtılması sağlıyor. anna, otel odasında garsonla seviştikten sonra birbirlerini anlamamalarının ne kadar iyi olduğuna dair bir cümle kuruyor. çünkü asıl can alıcı "yabancılık", dil bilmemek değil; ester kadar dile hakimken bile anlatamamak veya anlaşılamamak.

    bergman'ın, bu iletişimsizliğin çözüldüğü tek nokta olarak bach'ı seçmesi çok çok güzel. sadece bach olduğu için bile beğenirdim o sahneyi; ama bergman o kadar güzel bağlamış ki gerçekten çok etkileyici. iletişimsizlik üzerine kurulmuş "sessizlik", anna, ester ve otel görevlisinin sessizce bach dinlemesiyle bozuluyor. sanki müzik ve bach evrenselliğini gösteriyor.
  • ester' i gördüğüm anda kafamda şeytanın orospusu'nu canlandıran koridor sessizliği. sessizliğine yaraşır şekilde siyah-beyaz olması filmin etkisini daha da arttırıyor. renkli bir sessizlik düşünemiyorum.

    beden, aklın karşısında direnir. aklın olmadığı zamanlarda dingin beyaz, aklın gölgesinin dahi var olduğu zamanlarda ise olanca karanlık. anna' nın dilini bilmediği biriyle sevişmesi, karanlığın önceden çökmesi ester' in o odaya geleceğinin bir işaretiydi. nitekim gelmiştir de. akıl gelir, sessizlik bozulur. beden çığlık atmaya başlar. anna' nın fısıltılı sesinin bu tonu filmde en çok konuşanın o olmasına rağmen ürkütücüdür.

    karyolanın demirleri üzerinden adeta yırtıcı bir hayvanmışçasına ester' e yüksek sesiyle saldırması bedenin hayvani isteklerine inanılmaz bir göndermedir. sessizliğin yırtıldığı anın akıl- beden çatışması olması kaçınılmazdı.

    sessiz gelen misafir, sessiz giden yolcu olmuştur. * trende, anna' nın yüzüne çarpan yağmur neyi temizlemeye çalışır? gibi soruların kafanızda yer almasına neden olur.

    tren yolculuğunun gürültüsüne inat sessiz bir film işte.
  • sözlük olmasa ester'le anna'nın kardeş olduklarını çıkaramadığım film.
  • ayrıca nuri bilge ceylan'ın bir röportajında "sinemaya gözlerini açan film" olarak andığı bir film. izledikten sonra bilge ceylan'ın filmden ne kadar etkilendiğini görmemek mümkün değil..
  • yeterli butun bogucu atmosfer ogelerine sahip bir filmdir. dilini bilmedikleri bir yerde birbirini sevmeyen iki kiz kardes. birisi egosunu ararken birisi cinsel gudulerini doyurma yolunda araniyor. bir suru karakter ve hepsinin kendi icinde sorunlari catismalari mevcut. film sizi rahatsiz ediyor ama gayet basarili bir film.
    --- spoiler ---
    buyuk kiz kardes hayatinin belki en onemli dakikalarini yasadiktan sonra koridordan bi avuc cucenin gecmesi bile rahatsiz edici bir ironiye sahipti kanimca.
    --- spoiler ---
  • ingmar bergman’ın en sevdiği iki kadın oyuncusunu (bkz: ingrid thulin), (bkz: gunnel lindblom) abla kardeş rolünde oynattığı nefis film. ingrid thulin’in canlandırdığı ester’in uyumadan önceki mastürbasyon sahnesi, çok hızlı olup bitmesi dışında öylesine gerçekçiydi ki, röntgenci gibi hissetmeme yol açtı. oldukça ciddi alkol problemi olan ester’in, uyandığında hipogliseminin bütün belirtilerini göstermesi de aç karnına içkinin dibine vurulan gecelerin soğuk terle uyandıran sabahlarını anımsattı.

    tystnaden, ingmar bergman’ı sevenlerin de sevmeyenlerin de niye öyle hissettiğini anlamamı sağladı.
  • sessizlik'in ötesinde seçici bir ses kullanımı olan filmdir, mrna beyin tanımıyla "algıda seçicilik". öyle ki otel odasına dışarının hiçbir sesi girmemektedir, yalnızca tankların ve uçakların sesi girer. pencere açıldığında da sokağın tüm sesini değil karakterlerin dikkatlerini yoğunlaştırdıkları nesnelerin ve olayların seslerini duymaktayız. bütün film boyunca nelerin seslerin verildiğine ve neden bunların verildiğine dikkat etmekten, kafa yormaktan beynim patladı. gecenin birinde beni bu esere maruz bırakan mrna'dan allah razı olsun. lakin belirtmem gerekir ki izlediğim en zihin açıcı eserlerden biriydi.
hesabın var mı? giriş yap