• “insanlardan nefret ederiz ve gene de onlarla birlikte olmak isteriz, çünkü yalnız insanlarla ve onların arasında bir şansımız vardır, yaşamı sürdürmek ve çıldırmamak için.”
    (bkz: eski ustalar)
  • bernhard'ı okumak bizim için bir zorunluluktur diye düşünüyordum eski ustalar'ı ilk okuduğum günü hatırlayarak. her gün ellerine kitap almayan binlerce ve milyonlarca insandan hiç bahsetmiyorum bile ve diğerleri, o birşeyler okuduğunu sananlar, o her gün birkaç gazete ve her ay birkaç kitap alanlar bile bernhard okumadıkları için bir gün ölecekler diyordum kendi kendime, ama bernhard okuyanlar da ölecekler ve daha çok acı çekecekler, buna şüphe yok diye düşünüyordum. eski ustalar'dan bahsederken, heidegger'den ve stifter'den ne kadar tiksindiğini ve bir daha asla o eski ustalar denenleri okumayacağını söylerken kendisinin de bir gün eski bir usta olarak anılacağı gerçeğini bildiğini düşündüm, bernhard da o sürekli pohpohlanan ve bir bilge edasıyla kalkan, oturan ve insanlara nutuk çekenlerden biri olarak hatırlanmak zorunda olduğunu biliyordu ve sırf bu yüzden ayna karşısına her geçtiğinde usturayı tenine daha yakın tuttu. bütün bunları aklımda tutuyor ve yine de onun bir deha ve sinirli ve sevecen ve tahammül eden ve bir anda vazgeçen zavallı bir adam olduğunu söylüyorum. thomas bernhard bir dehadır ve o bir zavallıdır. o hep nefret ettiği avusturya'dan ve avusturyalılardan başka bir şey değildir. ciğerlerinden ve şu insan hastalığı denen şeyden muzdarip olduğu için hep kuzey avusturya'ya gitmek ve orada o kuzey avusturyalılar denen cahillerden tiksindiği için ve bir yandan da viyana'ya olan bağlılığı yüzünden sürekli geri dönmek onun karakterinin bir parçası olmuştu. tıpkı dedesinin, o yaşam boyu talihsiz ve mutsuz olan ama bir anarşist olmaktan asla vazgeçmeyen adamın da olduğu gibi. çünkü bernhard sürekli huysuzlanır ve sürekli şikayet eder ve bunları büyük ölçüde dedesinden miras almıştır. onun sürekli şikayet edip huysuzlanmasına rağmen yine de gerisin geri insanlara dönmesi ve o yüzlerine sürekli gülüp hep dostum olarak hitap ettiği insanları gerçekte hiç sevmemesine rağmen onların davetine uyup gün boyu yaban ördeği'nde berbat ve gerçekten tiksinti verici bir rol oynamış bir adamı sırf onlar istedi diye beklemek zorunda oluşu, onlardan nefret ettiğini bilmesine rağmen onlarla birlikte olduğu gerçeği bizim bernhard okumamız için yeter sebeptir diye düşünüyordum raftaki kitaplarına bir kez daha göz gezdirir ve yeni kitabının ne zaman çevrileceğini merak ederken. bernhard okumamış kişi eksiktir, bu değişmez bir gerçektir. bernhard, müziğin onun için vazgeçilmez oluşu gibi bizim için vazgeçilmez ve onsuz yapılamaz bir kişiliktir. hep söylendiği gibi başka türlüsü düşünülemeyecek şekilde. tıpkı müziğin ve hasta ciğerlerin onun bünyesinin değişmez unsurları oluşu gibi bernhard da bizim için vazgeçilmez bir unsurdur. onu sevsek de sevmesek de bu böyle. onu sevmesek de devlet dairelerinde onun doğru söylediğini görmek ve gerisin geri yalnız kalabileceğimiz ve okuyabileceğimiz bir yerlere dönmek onun hakkını teslim etmektir diye düşünüyordum. yalnız kaldığımız zamanlarda ise nefret etttiğimiz ve bir yandan da bernhard'a uyarak daha da nefret ettiğimiz insanları aslında ne kadar çok sevdiğimiz gerçeği ise onu kesinlikle yanlışlamaz diyordum kendi kendime, bu onu başlı başına okunması gerekli bir yazar yapar diye düşünüyordum, oturup onun odun kesmek'ini veya bitik adam'ını karıştırırken. sonra onun tek bir paragraftan oluşan ve hepsi bir diğerinin aynı olan sıradışı kitaplarını dönüp, tekrar ve tekrar okudum. tekrar ve tekrar ve tekrar, hepsi bu.
  • sıkı bir insansevmez.
    gayrı meşru bir ilişkinin çocuğudur.
    çöküntü adlı romanında insanlığı "ölümlü topluluk", hayatı "ölüm okulu" şeklinde tanımlar. normalliği değil anormalliği kutsar. hastalıklı olmayan tek bir satırı yoktur.
    ayrıca inanılmaz fotojenik olması es geçilemez bence.
  • yok etme adlı eserinde "aydın geçinen insanlar içerisinde en aşağılık olanlar hakimler ve öğretmenlerdir. hergün binlerce insanın hayatını mahvederler bir de bunun için para alırlar" diyen huysuz ve aksi avusturyalı misantroph.
  • yazarken yalnız kalmayı insanın kendi onurunu koruması olarak düşünen yazar.
  • bernhard'ın öfkesi dindi mi?

    zaman, bernhard'ı haklı çıkarmış görünüyor: onun neredeyse bir takıntı hâlinde sorunsallaştırdığı, usanmadan yazdığı konular bugün yıkıcı ve boğucu bir derinliğe ulaştı. kitschleşme, zevksizlik, vasatlık, popülizm, halk dalkavukluğu; devlete, hükümetlere sapıkça zincirlenmiş basın, sülükleşmiş bürokrasi, kurumsallaşmış bayağılık…

    pek çok şey gibi vasata, bayağılığa, insan sömürüsüne karşı duyduğu öfkeyi de büyükbabasından devralmıştı. bernhard'ın hamisi, örnek aldığı yegâne insan, annesinin babası johannes freumbichler'di. arzuladığı başarıyı bir türlü yakalayamamış, hep hakkının yendiğini düşünmüş ve bu yüzden bedbaht olmuş bir şair-yazar ve filozof. öldüğünde torununa giysileriyle birlikte daktilosunu bırakmıştı. bir de yatışmaz öfkesiyle kibrini. bernhard dedesinin kişiliğini bir maya gibi tüm yapıtlarında yaşattı. ezelî kaybeden freumbichler, "yazamamak" kavramına dönüşerek torunun yapıtlarına bir ana motif olarak sızdı.

    ve iki düşman: hastalık, nasyonal sosyalizm

    bernhard, yaşamı boyunca iki "düşman" ya da "hastalık"la savaştı, kendisinin akciğer rahatsızlığı ve ülkesi avusturya'daki nazi kalıntısı yönetimlerin dar kafalılığı, zihinsel-kültürel bayağılığı. çocukluk yıllarında yakalandığı bu iki düşman, ömür boyu peşini bırakmadı. o da öfkeyle ve inatla direndi onlara. tek silahı, yazmaktı. ölmemek ve tiksintiden boğulmamak için yazıyordu. “sanatın tümü de zaten yaşamda kalma sanatından başka bir şey değildir.” demişti.*

    yazınsal eylemle ilk temasını, daha çok gençken yattığı sanatoryumdaki hasta yatağında, pencereden karşıdaki dağlara baka baka kurmuştu.

    "belki de on sekiz yaşında hastaneye yatırılıp orada yağlarla ovuluşumdur beni yazar yapan. sonra yayladaki bir sanatoryumda aylarca yattım. karşımda hep aynı dağ duruyordu. hareket edemiyordum. bu can sıkıntısı ve karşımdaki dağla yapayalnız, aylarca ve aylarca kalışım – işte insan bu durumda ya çıldırır ya da yazmaya başlar." *

    aslında yazar olmayı düşündüğü yoktu, bakkal dükkânı işletmek istiyordu.
    bernhard'ın yazınsal yaşamı şiirle başladı, ardından müzik üzerine incelemeler ve oyunlar yazdı, sonra birbiri ardına romanlar...yapıtlarında kurduğu dil ve dünyayı-insanı kavrayış/anlatış biçimiyle dünya yazınında taklit edilmesi olanaksız bir yol açtı, bir thomas bernhard yazını kurdu. bu yazınsal birikimin ateşleyicisi, onun her an öleceği korkusu (ölememek için yazdığını söylüyordu) kadar bitmez tükenmez öfkesiydi kuşkusuz.
    ıı. dünya savaşı sonrası avusturya'ya egemen olan “sahte şehirli ayaktakımı tabanlı” nasyonal sosyalistler, kent yaşamını, kültür-sanat ortamını tümüyle kitsch'leştirmiş, ülke vasatlığa ve bayağılığa teslim olmuştu. tüm bunlar bernhard'da kente ve ülkesine karşı nefret uyandırmaya yetip artıyordu. “bir şeye daha yoğun baktığınızda” demişti kurt hofmann'a verdiği uzun söyleşide, (thomas bernhard'la konuşmalar) “daha ileriye uzaklaşıyorsunuz, mantıksal olarak. daha çok görmek, daha uzaklara kaçmak demektir. (…) bir şey açıklık kazandıkça iğrençleşiyor.”

    belki de bu yüzden şiirlerinde pek sevmediği halde hep doğayı, ormanları, kuşları konu edindi. düşünsel anlamda uzak durduğu gibi, fiziksel olarak da fırsat buldukça kaçtı ülkeden; portekiz'e, italya'ya ispanya'ya gidip oralarda yazmayı denedi. “dörtnala giden veremiyle ve bugün her şeyi çirkinleştiren sapık ve döküntü haliyle her gün daha sabahtan kâbusum olan ve her doğan gün siyasi suçlar halinde koca bir gülünçlük ve adilik dizisi doğuran bu devletle” işi olamazdı.

    avusturya'ya nefretini röportaj ve yazılarında söylemekle yetinmedi. roman kahramanları da durmadan bernhard'ın öfkesini dillendirdi. ailesi ve ülkesiyle sonu gelmez bir hesaplaşmaya girişen yok etme romanının kahramanı franz josef murau,
    “…onlarca yıldır hain ve bozulmuş budala hükümetler tarafından tanınmayacak hâle gelinceye kadar rezil edilmiş halk…” diye söz eder avusturya'dan.

    “bugünkü avusturya'da nereye gidersek gidelim yalanın içine dalıyoruz, bugünkü avusturya'da nereye bakarsak bakalım yalnız yapaylık görüyoruz, bugünkü avusturya'da kiminle konuşursanız konuşun bir yalancıyla konuşursunuz.”

    bunları, anne babasıyla ağabeyinin defnedildiği açık mezarın başında söyler murau. öğrencisi, ezeli dinleyicisi gambetti'ye.

    “hainlik parola, alçaklık dürtü, sahtekârlık anahtarı bugünkü avusturya'nın (…) uyandığımız her sabah bugünkü avusturya için utanmalıyız.”

    eski ustalar'da bu kez reger devralır öfke nöbetini:

    “bugünkü her şey hainlik ve kötülük dolu. yalan ve ihanet, dedi reger, bu kadar utanmaz ve düzenbaz olmamıştı insanlık hiçbir zaman.”

    “avusturyalılar yüzyıllardır yalanla evli, her türlü yalanla, dedi reger. en derin ve en önce de devlet yalanıyla.”

    “böylesine güzel bir ülke, dedi reger ve böylesine düşük ahlaklı bir bataklık, dedi.böylesine güzel bir ülke ve böylesine tamamen şiddet dolu ve hain ve kendini yok eden bir toplum. en korkuncu da insanın burada tepetaklak edilmiş bir seyirci olarak bu felakete bakması ve buna karşı elinden hiçbir şeyin gelmemesi, dedi reger.”

    bunları dillendirmek, düşman edinmek demekti ve bernhard'ın düşmanları çoktu. “yıkıcı, korkunç bir herif” demişlerdi onun için. avusturya ve alman gazetelerinin hedefindeydi. mahkemeye düştü, oyunları sahneden kaldırıldı. o vazgeçmedi, insanlarla zaten çok alışverişi yoktu. hem akciğer hastalığından dolayı hem de dedikodu ve saldırılardan korunmak için uzak köylerde, kasabalarda satın alıp yeniden inşa ettiği (tıpkı romanlarının estetiği gibi) evlerde yaşadı ve yazdı. bernhard yazınının büyüsü, öfkesini bir estetiğe dönüştürebilmesinden geliyordu. almanca yazı dili içerisinde kurduğu dil ve yeni biçem, bir müzik aleti gibi ona sonsuz bir söylem zenginliği bahşediyordu. adeta kendi icat ettiği çalgı aletiyle kesintisiz müzik yapıyor; dünyaya kulaklarını tıkayıp en iyi bildiği şarkıları çalıp söylüyordu. o, aynı zamanda mozartium bitirmiş bir müzisyendi ve dilini müzikten bulup çıkarmıştı. kurt hofmann röportajında şöyle demişti: “ben müzikal bir insanım. düzyazı yazmanın müzikaliteyle her zaman bir ilişkisi vardır.” bernhard romanlarındaki uzun monologları; “dedim”, “dedi” yinelemelerini okurken, gerçek anlamda bir müzik parçasının içinden geçeriz ve müzik kesilmedikçe kitabı bırakamayız. her şey o müziğin içinde olup biter. öfke patlamaları, parlayıp sönmeler, başlayamamalar, başarısızlıklar… müzik sustuğunda, bir kez daha dinlemek isteriz, başa sararak.

    ayrıca bernhard ölüme ve insanı çürüten topluma sanatla karşı koyar. neredeyse tüm roman kahramanları birer zihin insanı ve sanatçıdır. ressam, müzisyen, yazar… bir şey yazmak, bir yapıt ortaya koymak istiyorlardır ve önlerine hep bir engel çıkıyordur. “yazamamak” onun kahramanlarının ortak özelliği, saplantısıdır. kireç ocağı'nın anlatıcı kahramanı, sırf zihinsel çalışmasını tamamlayabilmek için inşa ettiği evde işitme üzerine yazacağı yapıtla ilgili deneyler yapar fakat bir türlü yazmaya başlayamaz. bir yapıt uğruna heba edilmiş yaşama tanık oluruz romanda. bir başka yapıtı ucuzayiyenler'de ise anlatıcı kahraman, fizyonomi üzerine bir yapıt tasarlar ve o da tüm uğraşına karşın düşüncelerini kâğıda dökemez. bitik adamın anlatıcı kahramanı, dâhi piyanist glenn gould hakkında bir çalışma yapıyordur. çıkardığı sayısız notu yazıya dönüştüremez. “bir yazıya başlamak en zor şeydir ve ben hep aylarca hatta yıllarca böyle bir yazı düşüncesiyle, ona başlayamadan dolaşır dururum.”
    beton'un kahramanı rudolf ise felix mendelssohn bartholdy üzerine bir yapıt yazmak ister ancak bir türlü başlayamaz.

    “cümleler kafamızdayken, diye düşündüm, onları kâğıda geçirmemizin garantisi henüz yoktur. cümleler bizi ürkütür. (…) yeterince erken başlamadığımız için ya da yeterince erken başladığımız için.”

    hep bir dış etken vardır yazmayı olanaksız kılan (kent, iklim, evin durumu, rahatsız eden birileri) fakat asıl engel, her zaman zihindedir. kalem ve kâğıt bir türlü zihnin emrine girmez. o ilk cümle hiç gelmez. bazen de yazdıkları, yazanı çıldırtacak kadar bayağıdır ve çöp sepetini boylar.

    *bernhard'ın cehennemi

    bu değişmez temayı, bu yazamama saplantısını ne ile açıklayacağız? dedesinden tevarüs ettiği takıntıyı aklımızda tutarak. kuşkusuz pek çok neden vardır. ilk başta bernhard'ın sanat estetiği.

    dünyayı bir tasarım olarak algılayan bernhard, mükemmelin imkânsızlığını biliyordu. “…çünkü bana iyiler arasında olmak yetmiyordu, en iyi olmak ya da kimse olmamak istiyordum.” *
    varlık ve şeyler ancak duyumsanabilir, anlatılamazdı. anlatılsa da bu ancak müzikle olasıydı. belki de yapıt denen şey gereksizdi, aslolan bir zihin insanı olarak yaşamaktı. sık sık yaşam sanatçısı'ndan söz ediyordu bernhard. “sanatçı olmak istedi, yaşam sanatçısı olmak ona yetmedi.” *
    roman kahramanları, sanatla nefes alıp veriyorlardı; bir sanatçı gibi yaşıyor, dünyayı öyle duyumsuyorlardı ama iş yazmaya ya da bir müziğe geldiğinde bunu yapamıyorlardı. belki de gerçek sanat, ona ulaşma yolunda kat edilen çabanın kendisiydi. ya da insan, büsbütün uğraştığı sanatın kendisine dönüşmeliydi. (bitik adam'ın anlatıcısı, bir piyano çalıcısı değil, piyanonun kendisi olmak ister.)

    thomas bernhard'ın cehennemi işte burasıdır. yaşamı bir sanat yapıtına dönüştürmek isteyedururken tüm bayağılıkları kurumsallaştırmış katolik-nasyonal sosyalist hükümetlerin ve onların gönüllü kölesi olmuş toplumun çürümüşlüğüne tanık olmak… her şey sahte diye isyan eder bernhard'ın roman kahramanları: “bu ülke kendi içinde boğulacak. burada bir şey yapılamaz.” bu, sisifosvari bir yaşamı getirecektir ister istemez. hatta camus'nün dediği gibi aslında sisifos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir. tek başına tanrıları yadsıdığı ve giriştiği beyhude eylemin hazzını duyma katına yükseldiği için. “tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.” bernhard da öyle yapıyordu:

    “sabah erkenden kalkınca dünyayı düzeltmeyi deniyorum. kendimi ve dünyayı...” (der spiegel röportajı- 1980)

    bernhard, bu sisifosça yaşamda işini kolaylaştıran bir kalkan icat etmişti. her şeye ve herkese karşı kibir! bu kalkan sayesinde saldırılara aldırmıyor, tanık olduğu iğrençliklere sırtını dönüyor, çevresindeki bayağılıkları aşağılayabiliyordu. yok etme'nin murau'su şöyle der bir yerde:

    “kibrimiz olmasaydı mahvolurduk. (…) kibirlilik, bize karşı çıkan çevreyle başa çıkmak için en iyi araçtır, onlar bu kibirden korkar ve ona saygı duyar.”

    almanlardan tiksinti duyuyorum.” diyordu bernhard; yazarları, oyuncuları küçümsüyor (odun kesmek'te viyana kültür-sanat çevresini kırıp geçirmişti), kültür bürokrasisini köpeklikle suçluyor, sanatçıları devletten beslenen sülükler olarak görüyordu. tiyatro müdürünü, kültür bakanını yerin dibine batırıyordu.

    “kimseye tahammülüm yok. kimseyi ikna etmek istemiyorum. birinin bayrağı altında yürümek istemiyorum.” (günaydın salzburg, söyleşi, 1976)

    öyle ki sonunda hepten gözden çıkarıyordu ülkesini:

    “…aslında bu gülünç ülke ve bu gülünç devlet hakkında konuşmaya bile değmez. (…) onu düşünmek, zaman kaybından başka bir şey değildir.”

    bernhard, asıl büyük yapıtlarını 1970'lerden sonra yazdı. o yeniliğe yenilikler katarak… yapıtları karşı duruşun ve soylu öfkenin (kin değil, öfke) nasıl sanata dönüştürüleceğinin örneğiydi. bu, kuşkusuz zorlu bir yoldur, hem büyük bir ustalık hem de cesaret ve biraz da “dokunulmazlık” gerektirir. ne ki sanat ve yazın tam da bunun için vardır; vasatın ve bayağılığın hükümranlığını yıkacak yolları bulmak için.

    sonuç olarak bernhard'ın öfkesi; iyilikle kötülüğün, yüksek kültürle vasatlığın, estetik olanla “kitsch"in savaşımı sürdükçe dinmez. bakarsınız uzak bir coğrafyada, örneğin el salvadorlu bir yazarın, horacio castellanos moya'nın, kaleminde tiksinti suretinde diriliverir. sonra başka bir zaman, bayağılığın kurumsallaştığı başka bir yerde.
    dünya ağrısı ile yaralanmış o seçkin okuruna sanatsal bir yaşam kaynağı olur. bernhard okumak, bir yandan da birey özgürlüğüne, yüksek sanata ve estetiğe taraf olmaktır. bir kez daha onun sonsuz müziğine dönelim ve insanın haysiyetini savunalım.
  • bu adamın avusturya ve viyana hakkında söylediklerinin muadilini, hadi onda birini diyelim bir yazarımız türkiye hakkında söylese herhalde iki güne kalmaz birilerinin gaza getirdiği bir çocuk kafasına sıkardı. afarozlardan afaroz beğenirdi kendine.

    adam avusturya yı ve avusturyalıları ve avusturyalı siyasetçileri itin götüne sokup sokup çıkarmakta tereddüt etmemiştir. avusturya onun kitaplarını değil, o kitaplarını avusturya ya yasaklamıştır. yine de hala daha avusturya onun adına ödüller vermekte, bin türlü şekilde bernhard ı takdir edip yüceltmektedir.

    bir de perihan mağden e filan sivri dilli diyorlar. pehhh. onun sivri dili bernhard yanında fruko gazoz kalır.

    diğer taraftan zavallı orhancığımın kırk yılın başında ettiği bir laf yüzünden halen süren davasına bakıyorum da, zor iş türkiye de yazar olmak diyerek mesajımı da gözünüze sokuyorum.
  • 12 şubat 1989 sabahı saat yedide nicolaas thomas bernhard vefat etti.

    bernhard'ın ölüm haberi, defin işleminden sonra yayımlandı. 16 şubat'ta bernhard'ın naaşı, hayatının insanı olarak tanımladığı hedwig stavianicek'in yanında gömülmek istediği viyana'daki grinzing mezarlığı'na defnedildi. definde yalnızca üç tanıdık, definle ilgilenen kişiler ve kendini tanıtmamış olan birkaç kişi vardı. her şey eserlerindeki defin işlemleri gibi gerçekleşmişti.

    üvey kardeşi, dahiliyeci dr. peter fabjan, bernhard'ın son on on iki yılında tedavisi mümkün olmayan hastalığından haberdar olduğunu söylemişti. bu ölümcül hastalığın sebebi, 1949'da solunum yollarını üşütmesinden ileri gelen ağır akciğer kanseriydi. eserlerinde kendisinin de kaldığı salzburg devlet hastanesi'ni, grossgmain'deki senatoryum'da ve grafenhof'taki akciğer hastalıkları hastanesi'nden bahseder. ayrıca onun, akciğer hastalıkları hastanesinde kalmasına yol açan ölümcül hastalığını, devletin devam eden ve artan şiddetli yaraları olarak tanımlar. bu devleti de eserlerinde " pis kokan ölümcül bir lağım", "avrupa'nın genelevi" olarak tanımlar.

    bu acı veren ve şifası olmayan hastalıklara son yıllarda, yine tedavisi olmayan kalp rahatsızlığı eklenir.

    vefatından sonra avusturya'yı eserlerinden mahrum bırakmak ister. vasiyetinde bunu "vefat sonrası edebî göç" olarak da belirtmiştir. bunun tarihî anlamı, avusturya'nın hitler almanya'sının ırkçı ve siyasi zulmüne dahil olan mart 1938'e dair yapılan 1988 anma yılında saklıdır.

    vefatından iki gün önce edebî mirasının söz konusu olduğu vasiyetname şöyledir:

    " hem yaşadığım zaman zarfında bendeniz tarafından yayımlananlar hem de vefatımdan sonra benden artakalanlar, avusturya devletinin telif hakları sınırlarının el verdiği süre zarfında hangi biçimde olursa olsun ancak ve ancak benim tarafımdan düzenlendiği şekliyle sahnelenecek, basılacak ya da icra edilecektir.

    avusturya devletiyle herhangi bir bağımın olmasını istemediğimi kat'i biçimde belirtiyorum ve bununla birlikte eserlerime yapılabilecek her türlü müdahaleye ve avusturya devletinin kişiliğime ve çalışmalarıma herhangi bir şekilde yaklaşımına itiraz ediyorum. vefatımdan sonra mevcut edebî metruklarımdan -ki bunlara mektuplarım ve çalışma kağıtlarım dahildir- tek bir kelime dahi artık yayımlanmayacaktır. "

    dünyaya "yalnız" düşen bernhard, asıl ölüm gününün, yaşamında büyük önemi olan dedesi johannes freumbichler'in öldüğü gün olduğunu belirtmiş, bu günü ilkvaroluşunun sonu olarak nitelemişti.

    berhard'ın ölümü, nasyonal-sosyalist anlayışın üzerinden takvimsel olarak yıllar geçmesine rağmen bu anlayışın insanların zihninin en derinlerinde bir yerde olduğunu sıklıkla dile getiren bir vicdanını kaybetmesi demekti.

    görsel

    (bkz: hans höller)
  • 1931 yılında herta bernhard ve alois zuckerstätter’in gayrimeşru çocuğu olarak dünyaya geldi. avusturyalı olan herta bernhard, dönemin koşullarında kendi ülkesinde gayrimeşru bir çocuğu dünyaya getirmesi mümkün olmadığı için hollanda’ya taşınmış ve kendisi gibi kadınların olduğu bir sığınma evinde bernhard’ı dünyaya getirmiştir. böylelikle thomas bernhard’ın göçebe hayatı henüz doğmadan başlamıştır. babasının hiç istemediği annesinin ise bir bela olarak gördüğü bernhard, hayatı boyunca yakasını bırakmayacak aidiyet sorunuyla küçük yaşlarda başbaşa kalmıştır. annesinin başka biriyle evlenip hayatına devam etmesi bernhard ile bağlarını iyiden iyiye kopartmış ve bu durum yazarın annesine duyduğu öfkeyi daha da artırmıştır. babasıyla hiç görüşmeyen bernhard, geri kalan hayatını anne tarafından büyükbabasıyla salzburg’da geçirmiştir. büyükbabası johannes freumbichler gençliğinden beri büyük bir yazar olmak istemiş ve sanatla yakından ilgilenmiştir. bernhard’ın edebiyat yolunu büyükbabası açmıştır.

    dönemin siyasi olaylarına şiddetle karşı çıkan ve anarşist fikirlere sahip olan dedesinin etkileri thomas bernhard’ın üzerinde açıkça görülmektedir. anneannesi anna bernhard ve büyükbabası daima yanında olmuşlardır ve özellikle dedesi thomas bernhard’ın sanata ve edebiyata ilgili bir çocuk olması için elinden geleni yapmıştır. ilkokul yıllarını büyük ebeveynleri ile mutlu bir şekilde geçiren thomas bernhard, dedesinin daha iyi bir eğitim almasını istemesi üzerine salzburg’daki bir yatılı okula kayıt olmuştur ve bernhard için çok daha zorlu bir süreç başlamıştır. aykırı ve asi bir çocuk olan bernhard, katolik yurt müdürüyle de nasyonal sosyalist yurt müdürüyle de daima karşı karşıya gelmiştir. ve hem hayatının hem de eserlerinin odak noktası olan avusturyalılık, katoliklik ve (bkz: nasyonal sosyalizm) hayatı boyunca nefret ettiği kavramlar olacaktır.

    aykırı tavırları ve fikirleri bernhard’ı kabul görmeyen bir çocuk yapmıştır fakat o da aksini istememekteydi. okul eğitimini hiçbir zaman yararlı görmeyen bernhard, kendisini körelttiğini düşündüğü kurumdan ayrıldığında kimliği şekillenmeye başlamıştı: “okulda gerek öğretmenlerle gerekse diğer öğrencilerle ilişki kurmak bana her zaman oldukça zor gelirdi. kendimle diğer insanlar arasında hissettiğim o daimi gerilim başkalarıyla arama mesafe koymanın yanı sıra, neredeyse hiç değişmeyen bir düşmanlık ve haset yaratıyordu. zamanla, çıkışı olmayan bir izolasyona girmiştim; rahat olduğum evde bile, akra-balarımla zorlukla kurduğum ilişkileri güç bela yürütebiliyordum.” demektedir.

    bernhard’ın ailesine duyduğu öfke hiçbir zaman yatışmamıştır. okulda meydana getirdiği davranışlar ve ikili ilişkilerde yaşadığı sorunlar yazarın güvensizlik probleminin bir ürünüdür. okul hayatına başladıktan sonra arkadaşlarının ailelerini gördüğünde, ailesizlik durumu onu iyiden iyiye üzmüş ve nefretini körüklemiştir: “sanıyorum ki okula gittiğimde aslında herkesin bir babası olduğunu fark ettim, değil mi? bu noktaya kadar bunu bilmiyordum.” demektedir.

    thomas bernhard’ın sorgulanması ve çözülmesi gereken birçok sorunu vardı: “dünyaya getirilir ama yetiştirilmeyiz. bizi dünyaya getirenler, yarattıkları yeni insanı yok etmek için gereken her türlü beceriksizliği ve ahlaksızlığı yaparlar. doğuştan gelen her türlü potansiyelini daha hayatının ilk 3 yılında mahvetmeyi başarırlar. üstelik bu başarıyla mümkün olan en büyük suçu işlediklerinin farkında değildirler. hiç düşünmeden ve sorumsuzca dünyaya getirdiklerinden başka onun hakkında hiçbir şey bilmezler.”

    bernhard’ın eserlerindeki karakterler hayatı sorgulayan, yaşama umudu kalmamış, etraflarında gelişmekte olan dünyaya ayak uyduramayan, aykırı ve toplumdışı kişilerdir. yazarın eserleri bir kurmaca üzerine kurulu olsa da, her karakter bernhard’dan bir parça taşımaktadır ve bu karakterleri aktarırken en sık başvurduğu kanal abartıdır. bernhard’ın bütün karakterleri ve eserleri büyük bir abartının ürünüdür. sade ve yalın hiçbir olgu görmek mümkün değildir. abartılı bir üslupla şekillendirdiği karakterlerini, günlük hayatın içinde görmek neredeyse imkânsızdır ve aynı abartılı tavır yaşanan durumlar için de geçerlidir.

    bernhard her ne kadar fark edilme kaygısı gütmese de abartarak olağanüstü kimlikler kazandırdığı karakterleri bu şekilde dikkat çekmiş ve toplumdışı olan benliklerinin fark edilmesi sağlanmıştır. bir röportajda: “bir şeyi anlaşılır kılmak için abartmak zorundayız. şeyleri yalnızca abartma somutlaştırır.”

    zihin dünyası sürekli çalışan ve hayatının hiçbir evresinde durgunluk yaşamayan bernhard, bu süreci abartı yoluyla aktarabilmektedir ve bu şekilde biraz olsun zihin yorgunluğunu atabilmektedir. bir kaos ortamının içinde dünyaya gelen ve hayatın her türlü hezimetine uğrayan bernhard için olağanüstü derecede abartılmadığı sürece her şey normaldir: “bu abartma fanatizmini abartma sanatına dönüştürmek bazen benim tek olanağım oluyor. sırf içinde bulunduğum ruh halinin zavallılığından düşünce taşkınlığından kurtulmak için.”

    babasının doğmadan terk ettiği annesinin ise yeterince sevgi göstermediği bernhard, bu etkileri üzerinden atamamıştır: “çocukluk çağı travmalarının en erken biçimi, yaşamın ilk birkaç yılında bakım veren kişilerle yaşanan ilişkisel olumsuzlukların yol açtığı güvensiz bağlanma ve duygusal ihmal yaşantılarıdır."

    çocukluk travmaları yaşayan her bireyin kaçış noktası farklı olduğu gibi bazı bireyler bu travmalara takılı da kalabilmektedir. bernhard geçmişte takılı kalmak yerine kaçış noktası olarak edebiyatı seçmiştir. arkadaş çevresi olmadığı için bernhard’ın konuşma arkadaşları kaleme aldığı eserleri olmuştur.

    (bkz: sigmund freud) (bkz: psikanalize giriş) kitabında edebiyatın fantezi dünyası ile gerçekliği ilişkilendirmekte ve hakikatte sahip olunamayana rüyalar aracılığıyla ulaşıldığını ve bu durumun edebi eserler için de benzer şekilde tezahür ettiğini ifade etmektedir. freud'un bu ifadesi, bernhard’ın eserleri ile arasındaki bağı açıklar niteliktedir.
  • thomas mann'dan nefret eder.

    "açın gazeteleri, hemen hemen hepsi thomas mann’dan bahsediyorlar. şu anda otuz yıldır ölü adam ve tekrar tekrar ondan bahsediyorlar, sonsuza dek, dayanılmaz. küçük burjuva bir yazar olmasına rağmen, solgun, sönük ve sadece küçük burjuvalar için yazan biri. tasvir ettiği muhit ancak küçük burjuvaların ilgisini çeker. keman çalan profesör, lübeckli bir aile, aman ne şirin. kendisi tutucu ve tipik bir alman küçük burjuvadır. karısı da aç gözlüydü. işte bu benim için tipik bir alman yazar birleşimidir. mann ya da zuckmayer olsun, bu karakterler her aptal heykel, sergi ya da köprü açılışında hep devlet başkanının yanındadırlar. yazarların ait oldukları yer orası mıdır? bu adamlar her zaman devletle ve iktidardakilerle anlaşmalar yaparlar, sonunda da hep dirseklerinin üzerinde kalırlar. "
hesabın var mı? giriş yap