• judie foster ın oynadığı flight plan filminin konusu da bu filmden aparma olduğu belli. biri trende diğeri uçakta geçiyor. ayrıca camlara buğu yapıp ad yazma işlemi bile aynı.

    neyse, filmimiz ikinci dünya savaşı öncesi çekilmiş ve alman yayılmacılığı ile bu yayılmacılığa karşı ingiliz umursamazlığı eleştirilmiş. filmde ölen tek kişi elinde beyaz bir bayrakla dışarı çıkan barış yanlısı ingiliz. tehlikenin farkında olan kadın ve erkeğimiz sonuna kadar savaşıyor. farkında olmayan kriket meraklısı iki beyefendi ise en sonunda tehlikenin farkına varıyor ve savaşıyorlar. hitchcock, ikinci dünya savaşı öncesini, başlangıcını ve sonucunu doğru tahmin etmiş.
  • alfred hitchcock beyin pek şen (pekcan koşar vardı bir de değil mi), pek esrarengiz bir filmidir, ecnebi söyleyişiyle the lady vanishes (biz kendi aramızda "kaybolan kadın" diyoruz)..

    bir evropa treninde geçer film (bendeniz böyle trenli, ekispresli filmleri pek severim).. her çeşit insanın doluştuğu bu trenin yolcularından biri de, balkan illerinden evine dönmekte olan esas kızımız iris handerson'dur (margaret lockwood diyelim).. iris hanım, tren hareket ettikten sonra, tipik yolcu psikolojisiyle konuşacak adam arar ve aynı kompartımanı paylaştıkları eski muallime bayan froy ile kaynaşıp, tanıştığına memnun olur.. hatta beraber trenin yemek salonuna gidip bayan froy'un özel çayından içip, buğulanmış camlarda oyun bile oynarlar, o derece..

    ah tabii filmin girizgah sekansına bir geri dönüp bakmamız gerekir bu esnada.. efendim, tam trene binecekken bu hanım kızımız, kafasına saksıyı yer.. evet tesadüf bu ya, kafasına saksı düşer iris hanımın , -film icabı nitekim.. bu yüzden bayan froy'la çay içerlerken başı ağrımaya başlar kızımızın, tonton ve babacan teyzemiz de onu götürür ve yatırır..

    ah çok heyecanlıdır bundan sonrası yahu.. ne ise, kızımız uyanır yavaş yavaş, gözleri bayan froy'u arar; evet oradadır froy, ama sanki o değil gibidir, yok yok düpedüz o değildir.. kızımız, "bayan froy nerde" diye sorar bayan froy'a.. o da "iris, burdayım kuzum, n'oluyor alla'sen" der tabii.. kızımız şoke olur, karşısındaki bayan froy'a hiç benzemiyordur -hakikaten benzemiyordur ama-, yoksa saksıyı beynine yedikten sonra ebleh mi olmuştur?

    önce bu fikre inanır tabii; sonra "yok canım daha neler" ve "bu işin içinde bir bit yeniği var ve ben de onu bulmazsam en adiyim" der gibi bakar ve araştırmaya koyulur.. eh tabii önce gayet kolay görünür kendisine bu iş; lakin trendeki bütün yolcular şimdiki bayan froy'un önceki bayan froy olduğuna yemin billah ederler; ah kızımız çıldırır handiyse, kafayı yer inanır mısınız?..

    ne ise, sonra birdenbire, yemek salonundaki buğulu camda teyzemizin adını yazmış olduğu gelir aklına; yani ilk önce uyduruyor mudur tüm bunları onu bulup rahatlaması lazımdır tabii bizimkinin.. (bu esnada bir aşk da doğuyordur elbet, evvelce otelde tanışıp uyuz olduğu gilbert bey -michael redgrave- de kızımıza gönüllü olarak yardım ediyordur çünkü..)

    haldır haldır yemek salonuna koşar bizim kafadarlar; kızımız bir ümit cama saldırır; kısa bir an yazıyı görse de, o anda tren bir tünelden geçer, etraf kararır, tekrar aydınlandığında ise, malum, cam tam takır kuru bakırdır.. iris hanım fenalık geçirmek üzeredir, artık bu kadarı da fazladır..

    film siyah-beyazdır.. 1938, ingiltere yapımı olmasının yanısıra, o yılın film eleştirmenleri ödülünü de cebine atmıştır hani..
  • bu harika filmdeki kriket meraklısı charters ve caldicott beylerin -imdb basil radford ve naunton wayne tarafından canlandırıldıklarını söylemektedir- katkısı da pek bir eğlencelidir. kaçırmak istemedikleri manchester'daki test match uğruna susmayı yeğlemeleri, oyun sonucunu öğrenmek için gösterdikleri çabalar hem takdire şayandır, hem de fanatizmin ingiliz beyefendilerinde sapına kadar -ne demekse- bulunduğunu henüz 1938'de gözler önüne serer.
    hitchcock bey ise filmlerindeki geleneksel ortaya çıkıp kaybolma sahnesini bu kez oldukça sona bırakmıştır. bu durum yönetmeni purosuyla görme zevkini kaçırmamayı ilke edinmiş takıntılı izleyicide* huzur barındırmaz, en son sahnelere kadar tetikte izlemek gerekir ki keyif perspektifinden ele alınınca fevkalade sakıncalıdır.
    konuya nesnel yaklaşarak alfred hitchcock'un en sevdiğim ilk zaman filmi olduğunu da eklemek isterim; ve hatta ekledim.
    1979 yılında filmin elliott gould ve cybill shepherd'ın rol aldığı ikinci çevrimi yapılmış, otoritelerce hiç beğenilmemiştir. fakat bu satırların yazarı ikinci filmi izlemediği için yorum yapma hakkını kendisinde bulamamaktadır.
  • 1938 yapımı bir alfred hitchcock başyapıtı. ustanın o dönemler bir başyapıt ardından 3-4 sıradan film dönemleri olduğundan bu tür filmler daha bir değerli oluyor. malum biryerden sonra otomatiğe bağlayıp her çektiğini başyapıt mertebesine yükselteceğiz. film sıkıcı bir girişe sahip olsa da tren sahneleriyle beraber gizem ve entrikalar gündeme gelince tempoyu da yükseltiyor. hitchcock'un kriket hastası iki adamı aynı yatağa koyarak eşcinsel göndermesi yapmayı ihmal etmediği filmde ortaya çıkmak için filmin sonundaki istasyon sahnesini seçmesi ve kamerada göründüğü anda boynunu garip şekilde oynatması ilginç. sürükleyici ve bol gizemli bir tren yolculuğu eşliğinde margaret lockwood gibi siyah beyaz bir güzeli izlemek de filmin hediyesi.
  • hitchcock froy-freud fonetik benzerliğinden göndermesini yapmakla kalmaz, filmde freud'un ismi bir yanlış anlama sonucu olsa da geçer. bu göndermelerle seyirci de şüpheye düşer, gördüğünden emin olamaz. saat gibi işleyen tempoyla hitchcock gerilimi ilk önce 'nasıl'ın sonra 'neden'in üzerine kurar. yine sonraki filmlerinde de görebileceğimiz; olayla alakası olmayanların işin içine girmesi ve dahi homoerotik arkadaşlıklar gibi hitchcock öğeleri bu erken dönem filminde de görülebilir. ezcümle filmin senaryo ve kurgudaki başarısı yetmiş yıl önce çekilmesinden mütevellit 'ham' prodüksiyonunu gölgede bırakıyor bana kalırsa.
  • --- spoiler ---

    hitchcock filmi olunca kadının şizofren olduğuna inanmak daha kolaydı. yine kandırdı dürzü...

    --- spoiler ---
  • kendisinden 67 yıl sonra çevrilen flightplan'dan çok daha üstün bir sinema anlayışına sahip bir hitchcock klasiği. flightplan neredeyse dekorlar hariç sahne sahne bu filmden apartmadır ama ne yazık ki çeviren hitchcock değildir. hitchcock kendi filmi çok şey bilen adam'ı amerika'da ikinci kez çevirdiğinde de daha iyisini yapabilen bir yönetmendi.
  • 1938 yapımı bir alfred hitchcock başyapıtı, güzelim film..

    sonrasında 70'lerde ve ardından da 2013'te bir bbc tv yapımının da olduğu mükemmel eser.

    muazzam sahneler var ama en çok kriket için her şeye susan ikili, insanı epey güldürüyor. umurlarında değil ne olduğu ve sürekli iris'e kızıyorlar, "yine durduracak treni bu kız. geç kalacağız" diyerek.. mükemmel redgrave ailesinin babası michael redgrave bu filmde henüz 30 yaşında, belirtmekte fayda var diye düşünüyorum bunu. yıllar sonra kalplerimizi kazanacak olan vanessa redgrave ise bu film çevrilirken henüz 1 yaşında imiş. bu ayrıntı da şöylece bir kenarda dursun... gelelim filme; iris henderson rolündeki margaret lockwood ne de güzel bir kadınmış.. kadın halimle kendisine hayran kalmadan edemedim ama ben michael redgrave'de de aynı tatlılığı, sempatikliği gördüm. hiç tanımadığı bir kadın için kendisini helak eden iris'e yardım eden gilbert rolünde, ingiliz esprilerini patlatıp duruyor film boyunca redgrave (bkz: gülümseme sebebi). misal; filmin başlarında gilbert, iris'in banyosuna girdiğinde ıslıkla marş çalıyor. ondan önce ise, unutulan değerleri hatırlatmak adına çaldığı musikinin derinlerinde iken, alt katı yani iris'i rahatsız ettiğini unutuveriyor.

    belirtmekte fayda var; alfred hitchcock'un 1938'de çektiği bu güzelim politik ve aslında polisiye filmi, onun henüz kariyerinin başında çektiği filmlerden birisi. acemilikleri var pek çok sekans içerisinde, ki göze de batıyor her biri ama yine de insana bayıla bayıla izletiyor kendisini..aksi değil.

    kesinlikle anekdot olarak dökülmesi gereken bir diğer kısım ise; hitchcock'un bu klasiği 2. dünya savaşı daha patlak vermeden önce çekmiş olduğu.. düşünün, bildiğimiz almanya yok henüz. ama bu güzelim filmde bir nevi casusluk olayı anlatılıyor. bilen bilir, savaşın başladığı tarih olarak genellikle, almanya'nın polonya'yı işgal ettiği 1 eylül 1939 kabul görür.

    neyse bendeniz çok ama çok konuştum gibi..
    izleyin diyorum,
    başka da bir şey demiyorum..

    ekleme: filmde kriket maçlarına yetişebilmek için her türlü tehlikeli duruma kulaklarını kapatan, gözlerini yuman ikili, ingiltere hükümetinin bizzat kendisini temsil ediyor. hitchcock, almanya'nın başlayacağı bir savaş öncesinde ingiliz idaresinin tehlikeye, rahat yaşamları sekteye uğramasın diye yeterince ses çıkarmamasına çok kızıyor. 1 yıl sonra avrupa'dan amerika'ya göç etmesinin sebeplerinden biri de bu.. hitch savaş öngörülerini doğru tutturan bir yönetmen. henüz japonya 'ya atom bombaları atılmadan evvel çektiği notorious filminde de uranyum stoklarını filmin macguffin unsuru olarak kullanmıştı.

    yukarıdaki son eklemeler için `@parliament night blu ray` 'e çok teşekkürler.
  • kameranın karlı tepelerden şehre doğru indiği filmin açılış sahnesindeki maket biraz göze batmaktadır. özellikle tren istasyonundaki kıpırdamayan 3 adam (kibrit çöpünden olmaları muhtemel) ve sürücüsüz ilerleyen araba gerçeklik hissinden biraz uzaktır. iki yıl sonraki rebecca filminde ise hitchcock maket olayını bitirmiştir. ben şahsen o filmdeki manderlay'in maket olduğunu farkedememiştim.

    --- spoiler ---

    ikinci dünya savaşının arefe günlerinde çekilen bir film olarak, dönemin ingiltere hökümetinin almanya tehditine karşı yatıştırmacı politikalarına* ve pasifist tutumuna getirdiği eleştiri itibariyle taşı gediğine cük diye oturtmuştur. diyesim var ama, trendeki ölümüne çarpışma sahnesini fazla fantastik buldum. bilmediğin bir ülkede, bir vagona tıkış halde, elinde iki altıpatlarla neyin savaşını veriyorsun arkadaşım? adamın götünden kan alırlar kan!

    ayrıca son sahnedeki müstakbel damadı satış olayı da pek tasvip edilecek cinsten değil. yine genel gerilimi itibariyle izlenesi bir film. özellikle redgrave'in karşı yönden gelen iki trenin arasında kaldığı sahne nasıl kotarılmış meraklar içindeyim.

    bir de hitchcock'un cameo'su bir garip bu filmde. sonlara doğru kalabalıkta çok bariz belli ediyor kendini. purosu ağzında yürürken edebiyatçı deyimiyle omuz silkiyor ama pek bir garip, ağzı suratı da garip bir şekil alıyor. çarpılmış gibi. neyse.

    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    - l won't be a party to this sort of thing. l don't believe in fighting.

    - pacifist? won't work. christians tried it and got thrown to the lions.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap