• film'den akılda kalan görüntüler genelde kahverengiye dönük sarıyla bezenmiş halde benim için. kumlar, yanık yüzler, buğulu çöl sıcağı, tenler... kulaklarıma gelen sesler ise küçük cam şişeciklerin çınlamaları, bir kadının şarkısı, ralph fiennes'ın dile gelen bir kitap gibi sesi...

    konusu çok basite indirilebilir bir film english patient; bir adam ve kadının yasak aşkı ve başlamak üzere olan savaşın etkisinde gelişen olaylar. bunun nedeni de belki de özenle defalarca seyredilmeden ortaya çıkmayan görsel ve duygusal gizler olmalı. kaç kişi ilk sahnelerde, uçak enkazının etrafındaki bedevilerden birinin elindeki yüksüğü farketti acaba? almasy'nin katherine'e aldığı yüksük, o şiir gibi sahneyi hatırlıyor insan :

    almasy ve kucağında beyaz çarşafa sarılmış katherine. vücudundaki kırıklardan ve eziklerden ölmek üzere olan bir kadın. çarşaf, sarı ve toprak rengi sahnelerin içinde bembeyaz, rüzgarla ve müzikle dansediyor. yakındaki, o daha önce bulduklarında kendinden geçtikleri "yüzen adamlar" mağarasına taşıyor sevgilisini almasy. sonra kadının boynuna asılmış yüksüğü farkediyor : "yüksüğü takıyorsun", kadın : "tabi ki, seni seviyorum, seni hep sevdim". ve almasy'nin iç parçalayan ağlaması...

    bir şekilde bir araya gelen insanlar ve hepsinin ayrı hikayeleri... hana, sevdiği tüm adamları kaybetmiş bir kadın. sonunda aşkı kendisini taparcasına seven mayın temizleme subayı kip'te buluyor. hangi kadın o manastırdaki mumlar ve salıncak sahnesini yaşamak istemez ki? caravaggio, kendisini savaşın başlangıcında parmaklarının kesilmesine neden olan ihanetin sorumlularını öldürmeye adamış.

    film herşeyiyle karmaşık bir doku, anlatımı, müziği, karakterleri, olayları... hepsi benzer hüzünlü derinliği taşıyan, herbiri başlı başına güzel parçalar. ancak defalarca tadına varıyorsunuz bazı şeylerin, her seferinde yeni şeyler buluyorsunuz.

    aşkı en derininde hissetmek isteyen her kesin mutlaka seyretmesi gereken bir film english patient.
  • bu film yirmi yıldır beni derinden etkiliyor.

    bunun sebebi tamamlanmamışlıkta yatıyor sanırım. hikaye de söz konusu aşk gibi yarım kalıyor. göz göre göre yarım kalmış bir aşk var ve hiç haketmediği şekilde, imkansızlığın tam ortasında yarım kalıyor ve tamamlanamıyor.

    ingiliz hasta’ ya mı yansam yoksa katharine mi? karar veremeden bitiyor.
  • dokunmaya bile kıyamayacağınız bir bedeni, bıraktığınız yerde, bembeyaz çarşaflara sarılı bulmak, cansız bedenindeki hafifliğin sebebini anlayamamak, geç kalınmış ya da elinizden daha fazla bir şey gelmediği için kaybedilmiş her fırsatın, daha kısa haliyle "yapamadıklarınızın", "kaçırdıklarınızın" acısını derinden hissetmek, yıllara yayılmış bir tutkunun daha dokunamadan avuçlarınızdan kaybolmasına sadece seyirci kalabilmek, sararmış kağıtlara düşüen bazı notlar ve sözlerin aslında ölümden başka bir çare bırakmadığını anlamak ne demektir diye merak edenler için hazırlanmış bir "yaşamdan ve aşktan korkma kılavuzu" olarak niteleyebilirim söz konusu filmi.

    sahneler arası geçişlerde belki nefes almaya fırsatınız kalıyor, ama o boğazınıza düğümlenen ve nefessiz bırakan şeyin verdiği rahatsızlık hissini kaldırmanız pek mümkün olmuyor. duyguların resim çerçevelerine sığdırılmasının pek mümkün olmasını beklememek lazım aslında, ki zaten hem senarist, hem de yönetmen bunun farkında olarak el atmışlar filme.

    çerçevelerden taşan, üzerinize gelen bir yoğunlukla karşı karşıya izlemek durumundasınız filmin her geçen saniyesini. olayların, sessizliğin ve üç beş tavrın ortasında kaldığınızda, bir sonraki saniyenin, aslında bir önceki saniyeden çok farklı olmadığını, ama bir öncekini anlayabilmek için bir sonrakini çözmüş olmanın gerekliliğini, sonrakini çözebilmek için ise öncekini iyi algılayabilmiş olma zorunluluğunu görüyorsunuz. peki nasıl oluyor bu çözümleme ve empati? çok da zor değil aslında...

    en duygusuzundan, en öküzünden ve türüne tek örnek olacak kadar mekanik bir insanın bile, deştiğimizde dibinde asla dayanamadığı, kaldıramadığı ve hep üzerini kumla örttüğü bir yanı, anısı ya da düşüncesi çıkmaz mı? işte senaryo öyle güzel hazırlanmış ki, hangi noktadan gireceğini bilemediğiniz bir yerden dalıveriyor bilinç seviyesinin altına ve koca bir yara kabuğunu yerinden söktüğü gibi yere atıveriyor. acının verdiği yanma ile mi, yoksa kaçtığınız o duygu sağnağına tekrar yakalanmanın etkisi ile mi bilmiyorum kilitleniveriyorsunuz o anda. tezahuru herkeste farklıdır bunun eminim, ama klasikleri haklı çıkaracak kadar belirgin ve şablonvari bir görüntü hakim oluveriyor izleyenlerde. bir kaç iç çekme, nefessiz kalış, gözleri kaçırış, biraz inkar, öfke... ama eninde sonunda gelinen yer hep aynı; hüzün, biraz ıslaklık ve anlamsız cümlecikler.

    kaçmaya pek gerek yok. "i've always loved you"... bu nasıl bir aşk? bu nasıl bir bağlılık?

    hastalıklılık seviyesinin ötesinde bir tutkuyla iki insan nasıl bağlanabilir. ölüme meydan okumak bu kadar kolay olabilir mi? ya da yaşamın ucundaki son saatlerde insanın cesaretindeki bu tavana vuruş normal mi?

    yazmak bile anlamsız aslında. herkes kendine göre bir şeyler bulacak tabi ki. herkes kendi birikimleri ve yaşantı nitelikleri ölçütünde bağımsız duygulanımlara sevk olur, olacaktır. olmayana kafam girsin diyerek bunca cümlenin de içine edeyim ki, bu da benim savunmam olsun. duygusal yanımın su yüzüne çıkmasına izin vermemiş olayım. tüm freudyen arkadaşlara selamlarımla.
  • buram buram oryantalizm kokan bir film. sinemada binary oppositions (bkz: #16423358) bağlamında doğuyu ve doğuluyu ötekileştiren örneklerle doludur. bu konudaki çok sayıda örnekten aklımda kalan bir bölümünü arz edeyim:

    --- spoiler ---
    film bize batılı hemşireyi hayat kurtarırken, doğulu olanı ise parmak keserken gösteriyor. doğulu müslüman hemşire nazilerin bile bakmak istemediği parmak kesme işlemini bizzat uyguluyor. bunu yaparken de son derece gaddar ve itici bir görüntü sergiliyor. batılılar, doğunun anlamı ve şekli belirsiz, vahşi doğasına bir anlam ve şekil vermeye geliyorlar. ikili karşıtlıklara (binary oppositions) göre 'kötü' yani 'öteki' olan 'kadın', 'doğa' ve 'doğu' ilk sahneden itibaren iç içe şekilde karşımıza çıkıyor.

    filmdeki maske de açıkça doğuyu tehlikeli biçimde gizemli ve ikiyüzlü yani bir 'öteki' olarak sunmak için kullanılıyor. batılı kadın, bilmediği bir dilde olduğu için kulağına 'yabancı' gelen şarkıyı arapça sanıyor. halbuki bunun hangi dilde olduğu hakkında kafasında bir fikir yok ama sırf ona çok yabancı geldiği için ilk tahmini bir batılı için en yabancı olan doğu kökenli bir dil oluyor. şarkının macarca olması da bir başka oryantalizm örneği aslında. zira macaristan da tipik bir batılı için doğunun bir parçası ve pek çok yönüyle bir 'other'

    ikili karşıtlıkların 'kötü' kısmındaki doğulu adamın, doğa'nın parçası olduğu için kendisi gibi bu sistemin 'kötü'leri arasında yer alan maymunu andıran hareketlerde bulunması onu açıkça ötekileştiriyor. hatta bu adam yine 'kötü' tarafta görülen bir eşcinsele veya bir kadına atfedilen bazı hareketler sergiliyor. üstelik bunları yaparken sistemin 'iyi' kısmındaki kültürü ve medeniyeti temsil eden otomobilin üzerinde duruyor. bu da aradaki tezatı vurguluyor. hintli karakterin diğer doğulu karakterlere göre daha az ötekileştirilmesinin nedeni de elbette hindistan'ın uzun süre ingiliz sömürgesi olarak kalmış olması ve hintlilerin tamamının müslüman olmaması şeklinde açıklanabilir.
    --- spoiler ---

    bütünlük açısından sinema ve oryantalizm üzerine bir şeyler için (bkz: #16698233)
  • bu filmde en çok beni etkileyen şey ne adamın aşkıdır, ne kadının ikilemi. bu filmde beni bitiren sahne, arkadaşından para isteyen kadının samimiyeti, sanki sonsuza kadar yaşayacakmış gibi umut dolu, pazara gidiyor, kendine bir şeyler alacak ve parayı aldıktan 1 dakika sonra umutlarıyla beraber yok oluyor.

    evet belki basit. evet belki adamın aşkı kadar dramatik değil. ama savaşın en çıplak hali benim için.
  • yasak aşk paylaşılırken yaşanan duygusal karmaşayı en güzel diyalogla ifade eden film;

    kont almásy: "en mutlu olduğun an ne zamandı?"
    katharine clifton: "şimdi, şu an."
    kont almásy: "peki en mutsuz olduğun an?"
    katharine clifton: "şimdi, şu an."
  • herkesin bi dönem öyle bi aşkı/sevgilisi olması lazım. içi dolu dolu.
  • "every night cut off my heart every morning it's full again"

    butun film bir tek bu cumle icin yapilmis gibi.
  • yanmis durumda italyadaki muttefik kampina getirilen kont almasynin, kim oldugunu soran hemsireye tutankamon olmam ne yazar diye cevap verdigi dev film...
  • seinfeld'in 8. sezon 17. bölümünün adı. jerry babasının yanına gittiğinde spor salonunda babasının arkadaşıyla halter kaldırmaya çalışırken yaşlı adamın sakatlanmasına neden olur. kabusu bu yaşlı adamla bitmez, oğlu ve babası da jerry ile inatlaşarak kendi kendilerini sakatlamaktadırlar. george kafede otururken taş gibi bir hatun gelerek, bir an sevgilisine benzettiğini söyler. george bu kadar güzel bir hatunu elinde tutabilen ve kendine benzeyen bu adamı oldukça merak etmiştir. elaine ise çıktığı adamla gittikleri the english patient filminden nefret etmiştir. bunu çevresindeki kime söylese herkes ondan soğumaya başlar. kramer ise kübalı işçiler getirip puro işine girmeyi planlamaktadır.
hesabın var mı? giriş yap