• stoacılar epikür gibi mutluluğun insanın kendisine bağlı olduğunu, insanın kendi kendini mutlu edebileceğine inanırlar. ve tüm bunların kaynağının tanrıdan geldiğini, her şeyin tanrı temelli olduğuna inanırlar. stoacılar'ın en büyük savunusu, tek dünya devleti projesidir. onlara göre insanlar dünya vatandaşı olmalı herkes mutlu olmalı...
  • günümüzde güzel şeyler umun güzel şeyler olsun, aklınıza kötü şeyleri getirmeyin şeklinde bir toksik iyimserlik hakim. stoacılık, buna tamamıyla karşı çıkar.

    stoacılık, proaktif kötümserliği benimser ve en kötü senaryonun bile düşündüğümüz kadar kötü olmadığından hareketle anksiyetenin yerine cesareti; temennide bulunmak yerine kendi kontrolünde olanlara odaklanarak en kötü senaryoda bile yapabileceğinin en iyisini yapmayı; kontrolünde olmayan ve dolayısıyla değiştiremeyeceği unsurları ise olduğu gibi kabul etmeyi öğütler.

    zira stoacılık öğretisine göre bireyin mutluluğu dışarıda olup bitenle değil bireyin kendi düşünce ve davranışlarıyla ilgilidir. dış dünyadaki bir unsur bir bireyi mutsuz edecek olursa bunun sebebi o dış unsur değil bireyin o dış unsura atfettiği değerdir. birey de o değeri değiştirme gücüne sahiptir. dolayısıyla, beklentilerimiz mutluluğumuzu en çok etkileyen faktörlerin başında gelmektedir.

    beklentiler yükseldikçe, beklentinin gerçekleşme olasılığı azalacaktır. ancak daha da önemlisi mutsuz olma ihtimalinin yüksekliği bize kaygı olarak dönecektir. kaygı ise düşlenen sonuca yaklaştırmadığı gibi; ulaşılması en kolay olan sonuçları bile ziyadesiyle zor ve yıpratıcı hale getirir. kişinin sonuca eylemleriyle yönelerek harcayacağı enerjiyi; kendi zihninde verdiği amansız ve faydasız savaşa yöneltmesine sebep olur. seneca'nın ifadesiyle: "çoğu zaman hayal gücümüzde beliren kaygı, üzüntülerimizden daha çok zarar verir bize."

    evet, kaygıları bir kenara bırakmak güzel bir fikir. ama evrimsel sürecin hayatta kalma güdüsüyle beraber genlerimize kodladığı temel bir refleksi nasıl olur da baskılayabiliriz? bu noktada proaktif kötümserlik devreye giriyor, yani kaygıya sebep olan unsurla yüzleşmek. kaygı duygusunu ortadan kaldıramayız ama kaygıya sebep olan unsurun bir an için gerçek olduğunu varsayabiliriz. gözümüzde canlandırıyoruz o anı, tüm detaylarıyla görüyoruz zamanda yolculuk yaparcasına.

    en kötü olduğunu düşündüğümüz o sonucun bile sandığımız kadar kötü olmadığını; bu durumda bile kendi düşüncelerimiz üzerinde hakim olduğumuzu hatırlatıyoruz kendimize. daha önceden olmasından kaygı duyduğumuz ama olduktan sonra hafif üzüntünün ardından gelen o garip rahatlama hissinin nedenini daha iyi anlıyoruz böylece. istenmeyen sonucun ardından gelen üzüntü çoğu zaman birkaç saat veya birkaç gün içinde geçerken, o sonuca yönelimde bizi esir alan kaygı bazen aylarımızı hatta yıllarımızı mahvedebiliyor. bu yüzden, kaygı çoğu zaman korktuğumuz üzüntünün kendisinden çok daha korkunç. evet kaygılarımızı yok edemeyiz. fakat, kaygının bizi yönetmesi yerine bizim kaygıyı bizim yönetmemiz elimizde.

    gel gelelim proaktif kötümserliğin ikinci boyutuna. kaygılarla yüzleştikten sonra geriye eylemlerimizi en iyiye odaklamak kalıyor. ancak bunu yapmak için de en kötü durumlara baştan kendimizi hazırlamayı gerektiriyor. elbette, tüm planlar eksiktir ve hatalara açıktır. ancak planlama sürecinin kendisi, hele ki en olumsuz senaryoları ele alan şekliyle bizi farklı durumlara karşı mental olarak hazır tutar.

    ama en önemlisi de düşünce ve davranışlarımızın temeline her zaman tamamen elimizde olmayan sonuçlar yerine; elimizde olan süreçleri koyduğumuzda kendi mutluluğumuz üzerindeki egemenliği de ilan etmiş oluyoruz. marcus aurelius'un şu güzel sözüyle bitirmek en doğrusu: "zihnimiz amaçlarımıza uyum sağladıkça eylemlerimize ket vuran düşünceler dönüşür. eyleme ket vuran düşünce eylemin desteğine koşar. yolu kapatan engel, yolun bir parçası haline gelir."

    debe editi: (bkz: 15 haziran 2022'de kaybolan üniversite öğrencisi)
    (bkz: #138938920)
  • bir şeylere ulaşmak için çabaladın, çabaladıkça daha fazlasını elde ettin: daha fazla başarı, daha fazla para, daha fazla eğlence... daha fazlasını elde ettikçe; daha da fazlasını istedin. başlarda güzel gidiyordu heyecan duyuyordun çünkü. ve heyecanın ardından da tatmin duygusu. ama daha fazlasını elde ettikçe, heyecanın da köreldi, tatmin duygun da. çünkü alıştın.

    bir şeyleri elde etmek artık senin rutininin bir parçası haline geldi. bu sefer, bir şeylere ulaşamamak senin tatminsizlik ve kaygı kaynağına dönüştü. neden oldu tüm bunlar? çünkü sen kendi iç dünyandan kopup, dışarıda olup biten ve elinden kayıp gidebilecek şeylere öylesine sıkı sıkıya sarıldın ki; sana hizmet etmesi gereken şeylerin kölesi oldun nihayet. peki, nasıl alacaksın özgürlüğünü geri?

    "özgürlük, tutkuların peşinden giderek değil; tutkuları dizginleyerek elde edilir."
    epiktetos

    evet, kolay değil. hem de hiç kolay değil. ama bunun kolay bir yolu da yok. gerçek şu ki, tatminsizliğin en temel sebebi tatmin arayışının senin dizginlerini eline alması. sen dizginleri geri almazsan, hem tatmin hissine uzaklaşacaksın hem de esir kalmaya devam edeceksin. kendi ruhuna dönmelisin, kendi benliğine. başarının da eğlencenin de bir sonu yok. evet, başarı da eğlence de güzel şey. ama şu hayatta hiçbir şey benliğinden uzaklaşmayı gerektirecek kadar önemli ve gerekli değil. peki, o arzu gelince nasıl durduracaksın kendini?

    "hazzın düşüncesi aklını kuşatacak olursa, hazzın ne kadar süreciğini düşün önce. sonra da hazzın ardından gelecek pişmanlığın ne kadar süreceğini düşün."
    epiktetos

    ne yapacaksın o halde? sadeleştireceksin hayatını. şöyle bir duraklayıp gözlemleyeceksin kendini. sürekli bir tatmin elde etmek zorunda değilsin. sakince, oturup bir başına zaman geçirip hayatın üzerine düşünmenin değerini bileceksin. bu bir başına kalıp düşünme hali önemli çünkü insan yaşayarak parçalar toplar hayata dair. ancak, bu parçaları ancak kendiyle baş başa düşünürken bir araya getirir ve hayatı anlamlı hale getirir. hayatın içindeki anlamları ve güzellikleri gördükçe zaten daha fazlaya duyduğun bağımlılıktan kurtulacaksın. esasen, hayatında ihtiyaç ve zaruriyet gördüğün çoğu şey sen o anlamı gördüğün için öyle. yeri geldiğinde, hayatını yalınlaştırmaktan imtina etme. vazgeçilmez gördüğün şeylerden vazgeçmeyi öğrenmek sana huzur verecek:

    "pek çok şeyin ne kadar gereksiz olduğunu ancak onları hayatımızdan çıkardıktan sonra anlayabiliyoruz."
    lucius annaeus seneca

    ezcümle, mutluluğunu gelecekte sahip olmak istediklerine yahut sahip olduğun halde elinden kayıp gidecek şeylere bağlarsan; mutsuz olacaksın. oysa, sahip olduğun ve senden asla alınamayacak olan düşünce ve davranışlarına bağlarsan mutluluğunu dışarıda ne olursa olsun mutlu olacaksın.
  • kurucusu kıbrıslı zenon olsa da stoa denilince akla gelen isimler seneca , epiktetos ve
    marcus aurelius 'tur.
    hayatta başımıza gelen şeylere (bizim irademiz dışında gerçekleşen olaylara) engel olmamızın mümkün olmadığını, ancak olaylara bakış açımız üzerinde kontrolün bizim elimizde olduğunu savunan bir öğretidir. (bireyin mutluluğu veya mutsuzluğu kendi iradesine bağlıdır.)

    doğayla uyum içinde yaşanırsa insanın mutlu olabileceğinden dem vurur. çünkü onlara göre tanrı, bu dünyadan ayrı değildir, dünyanın ruhudur. bütün şeyler, doğa denen tek sistemin, ilahi gücün bir parçasıdır. bu yönüyle doğadaki her şeyin insanlarla bir bağlantılı amacı vardır. mesela bir kuş hatta bir tahtakurusu bile yararlıdır, çünkü bunlar insanların erken uyanmasını sağlarlar. *

    düşündükleri ve yaşamı ile tutarlı olan, ölümden korkmayan, dünyevi arzulardan uzak yaşayan, erdem ve bilgiyi bir sayan sokrates 'ten bu yönüyle oldukça etkilenmişlerdir.

    onlara göre erdem, insan yaşamındaki en önemli şeydir. güçlü bir iradeye sahip bir insan iyi veya kötü giden yaşamı üzerinde sorumlu tek kişidir. bir insan eğer erdemliyse zenginliğini kaybetse dahi bu durumdan şikayetçi olmaz, çünkü zengin veya fakir olması onun erdemli olup olmadığını ölçmez. hayatına zengin olmadan da devam edip doğayla uyum içinde mutlu yaşayabilir. ölüme mi mahkum edildi, ondan da kaçmaz, sokrates gibi ölümünü bekleyebilir. yeter ki erdemli olsun.

    duygulara pek önem vermezler. duygulardan arınmış bir şekilde yaşamak, insanı özgür kılacak bir gerçektir. zaten duygusuzluk, staoacı ahlakın ulaşmak istediği ana amaçtır. çünkü onlara göre kişi, ancak duygusuzluk durumunda gerçek mutluluğu tadar.

    herkesin eşit olduğu bir dünya vatandaşlığını savunurlar.
    "köleler diğer insanlarla eşittir; çünkü herkes tanrının oğludur." *

    temsilcilerinin kitaplarından okunmaya değer olanlar:
    seneca - hoşgörü ve ruh dinginliği üzerine (okundu)
    marcus aurelius - meditasyonlar ve kendime düşünceler (okunacak)

    * kaynak: bertrand russell - batı felsefesi tarihi
  • stoacılara göre, mutluluk dışsal olaylara karşı doğru zihinsel yaklaşımda bulunmakla ilişkilidir. doğru girişim niyetine sahip olmak yeterlidir. dışsal şartlar başarıyı engelleyebilir ama mutluluk içeriden gelir.

    eğer bir kişi kendi doğasına, hayattaki konumuna ve görevlerine uygun bir biçimde hareket eder ve seçimler yaparsa, mutluluğu başarabilir. zira bu aynı zamanda tanrının da planıdır. bu anlamıyla, doğa ve tanrı eşdeğerdir ve logos yani akıldır) eğer kişi doğru biçimde düşünürse, onun planını (nedenini ve aklını) tanıyacaktır.

    bunu ancak kişi kendisi için yapabilir, bir başkası onun için yapamaz. bu bakımdan stoacılar kendine güvene, kendine yetinmeye büyük önem vermişlerdir. kişinin mutluluğu ancak kendi eylemlerine ve sadece tek başına kendi düşüncelerine bağlıdır.

    bu nedenlerle stoa felsefesi yazgı ya büyük önem verir. tanrı her yerdedir ve herşeyin düzeninde yer alır. doğa ya da tanrı bu bakış açısıyla akılcı ve yardımcıdır. dolayısıyla, aklını kullanan kişi yazgısını tanrının planının bir parçası olarak kabul eder,bu planın kendisi için iyi olduğunun farkındadır.

    seneca, stoacı şair ve düşünür şöyle der:

    “dilediğin yere götür beni, baba,
    yüksek gökyüzünün yöneticisi, kuralla uyumlu kalmak nedir bilmez
    yazgı istekli olanı götürür, isteksizi de süründürür”

    peki eğer herşey baştan belirlenmişse, insan eylemlerinden nasıl sorumlu tutulabilir ?

    bir stoa düşünürü olan chrysippus buna şöyle yanıt verir:

    eğer birisi yokuşun başında duran silindiri iterse, silindir aşağı doğru yuvarlanacaktır. fakat yuvarlanma sebebi sadece aşağı itilmesinden kaynaklanmaz. bu izleyen nedendir (antecedent cause) aslında düşmeyi belirleyici neden silindirin kendi şekil yapısı, silindirik olma durumudur.

    aynı izleyen neden bir kübe uygulanmış olsaydı, yuvarlanma meydana gelmeyebilirdi. kübün köşeli doğası buna izin vermeyecekti. aynı şey insan için de geçerlidir. dışsal nedenler veya dış nedenler değişik yönlerde harekete geçirici olsalar bile, reaksiyon kişinin kendi doğasına bağlıdır

    stoacılar tanrının doğanın her yerine nüfuz etmiş olduğunu ve herşeyin bir plan ya da logos tarafından kontrol edildiğini düşünmüşlerdir. akılcı olmayan aşırılıklardan uzak durmak, duygusal aşırılıklardan uzak durmak, hayatın doğal akılcılığına güven ve kişinin kendi kendine yetebilme yönünde

    doğru eylemde bulunma istekliliği stoa düşünürünün temel dayanak noktalarıdır.
  • hep beraber zor günlerden geçtiğimiz zamanlarda bir nebze zihnimize katkı sunabileceğini düşündüğüm antik öğretidir.

    bütün güzel şeyler gibi berbat şeylerin de uçucu olduğu bu dünyaya, aklı esas alarak açıklama, anlam yükleme gayreti gösteren her düşünürün, düşüncenin kıymetli olduğu ön kabulüyle ve bu zor günlerde bize ışık tutmaları maksadıyla stoacı filozofların fikirlerini anladığımca açıklamaya gayret göstereceğim.

    direkt konuya girmezden evvel stoa felsefesinin hangi şartlarda vücuda geldiğini bilmenin fayda sağlayacağı kanısındayım. tabiî bunun için antik dünyaya uzun bir yolculuk yapmamız gerekir ki ben, sizleri bu yolculuğa çıkarmayacağım. yalnız şöyle bir seyreylemekte fayda var: stoa öğretisinin köklerinde sokrates'in yer aldığını bilmek bizler için önemli. hatırlayacağınız gibi sokrates, felsefeyi doğadan alıp insan doğasına yöneltmiştir. şöyle ki: sokrates öncesi filozoflar, ''arkhe (ilk madde, cevher, ilk sebep, öz…) nedir?'' sorusuna cevap aramaktaydılar.

    ilk cevap thales'ten gelmişti: su. ardından anaksimandros, anaksimenes ve sırasıyla diğer filozoflar bu soruyu kendi fikirleri nispetinde cevaplamışlardır. sokrates ise bu sorunun sorulması için çok erken olduğunu, insanın kendini tanımadan, bilmeden başka şeylere yönelmemesi gerektiğini belirterek adeta felsefenin yönünü değiştirmiştir. bundandır ki hemen bütün felsefe tarihi anlatıları ''sokrates öncesi ve sokrates sonrası'' olmak üzere tarihi ikiye bölmektedirler.

    gerek nietzsche gerek francis cornford, sokrates'i bu konuna muhkem bir şekilde eleştirmiştir ki sokrates bu konuda günümüzde hâlâ eleştiriler almaktadır. iyi mi etmiştir, kötü mü etmiştir bu bizim konumuz olmadığından buraları hızlıca geçelim.

    işte stoacılar, sokrates'in açtığı bu yolu takip ederek ''iyi yaşam nedir, nasıl yaşamalıyız, erdem nedir, mutluluk nedir, nasıl mutlu olunur…'' gibi doğrudan, insan ve doğasıyla alâkalı sorulara cevap arayan birkaç ekolden biridir.

    önder
    stoacılık, iö 3. yüzyılın ilk yarısında kıbrıslı (citiumlu) zenon tarafından kurulmuştur. zenon, bir gemi kazasında elinde olan tüm malı mülkü kaybedip memlekete dönünce tedaviyi felsefede arıyor. anlatılana göre ksenofon'dan sokrates'i okuyunca pek etkileniyor ve daha sonra kiniklere merak sarıyor. felsefenin kendisine iyi geldiğini gören zenon, bu öğretileri bir güzel harmanlayıp antik dönemde ''stoa'' adı verilen üstü açık kemerli yollarda öğrencilerini toplayarak dersler vermeye başlıyor.

    sokrates'in öğretisiyle yine onun düşüncelerinden etkilenmiş ve gayet etkili olmuş kiniklerin öğretilerini harmanlayıp bir orta yol bulan bu öğreti, pek meşhur olarak roma dünyasına kadar sıçrıyor ki zaten en önemli temsilcileri de bu dönemde yetişiyor. bizler için de bir köleden imparatora kadar geniş bir skalayı etkilemiş olan bu felsefenin içeriğine geçme zamanı gelmiştir. (bu öğretilerden erdem öğretisine diğer yazımda yer verdiğim için burada değinmeyeceğim.)

    stoacı filozoflar aslında felsefenin hemen her konusuyla; akılla, doğayla, ideal yönetimle uğraştılar ama ahlâka yoğunlaştılar. onlar mutluluğu, toplumsal düzende değil kişinin iç dünyasında aramaya çabaladılar. tabiî bunu kinikler kadar toplumdan kopuk bir hâlde yapmadılar. stoa felsefesinin temelleri bireyin kendine yetebilmesi, kendine hakimiyeti ve bu şekilde erdemli bir hayat sürmesi üzerine inşa edilmiştir. bu inşa faaliyeti o denli sağlam olmuştur ki döneminin en güçlü imparatoru olan aurelius, sahibi tarafından topal bırakılan bir köleyi (epiktetos) kendine önder olarak belirlemiş ve hemen tüm yazılarında ondan övgüyle bahsetmiştir.

    stoacılar, evreni tanrıyla iç içe açıklamışlardır. (bu görüşeleri, spinoza üzerinde bir hayli etkili olmuştur.) doğa ya da evren dediğimiz şeyin her yerinde, tanrısal akıl buluruz.

    bu akıl öylesine yücedir ki bir zerreden bir galaksiye kadar her yere yayılmıştır. aynı zamanda bu akıl, şaşmaz bir biçimde tüm olup biteni yönetmektedir. her şey mutlak bir biçimde önceden belirlenmiş olan bu akılsal yasalara göre işlemektedir. neyse ki biz insanoğlu, evrendeki bu neden-sonuç ilişkilerini kısıtlı akıllarımızla görebilecek kadar mahirizdir.

    --- formül ---

    şöyle güzel bir kaba bol miktarda kadercilik, iki yemek kaşığı panteizm, e biraz da materyalizm eklerseniz stoa öğretisine göz kırpabilirsiniz.
    --- formül ---

    peki bu mutlaklıkta bize düşen şey nedir? her şey belirlenmişse ve hiçbir şeyi değiştiremeyeceksek neden dünyaya gök taşı dahi düşse perdeyi kapatıp yatmayalım ki?

    aslında bunun cevabı bilindik ve basit. bu cevap, özgür irade problemini dinlediğimiz hemen her yerde karşımıza çıkıyor: insanın görevi kötü olanla mücadele etmek ve iyiye yönelmeye çabalamaktır; bu, tek başına zaten insanın kaderidir. dolayısıyla nasıl ki otomobilimizle giderken önümüze bir duvar çıktığında direksiyonu düz tutmak yerine yola doğru kırıyorsak bu varoluş mücadelesinde de etkin olmak bizatihi senin kaderindir, demeye getiriyor stoacılar. e tabiî entelektüel olarak sıradan insan olmaktan çıkıp biraz üstlere doğru yol almamızı istemiyor da değiller hani.

    ''insan, insanlığının da üzerine çıkmadıkça ne değersiz bir şey.'' [1]

    pekala eğer öyleyse insanın mücadelesinin sınırları nedir? neyle baş edebilir, neyle edemeyiz? bu soruların cevabı aslında stoa felsefenin en önemli öğretilerinden birine zemin hazırlıyor. şöyle diyor epiktetos:

    ''mutluluk ve özgürlük, bir tek ilkenin açık seçik anlaşılmasıyla başlar: bazı şeyleri kontrol edebiliriz, bazı şeyleri kontrol edemeyiz.'' [2]

    evet, bu kadar basit. kontrol edebildiğimiz şeyler içsel sebepler iken kontrol edemediğimiz şeyler dışsal sebeplerdir. buradaki dışsal ve içsel sebepleri iyi anlamamız, öğretiyi de iyi temellendirmemizi sağlayacaktır.

    dışsal sebepler deyince aklımıza evrenin fizikî kuralları, doğa olayları, bizim dışımızda gelişen çeşitli felâketler gibi örnekler gelmelidir. stoacılar, insanın bu gibi dışsal etkenlerle gerek fizikî gerek akılsal olarak mücadele etmesinin beyhude olmaktan öte akılsızca olduğunu vurgulamaktadırlar. hatta bunu hem dışımızdaki doğaya hem insanın kendi doğasına bir ihanet olarak görmektedirler.

    böyle bir mücadeleye girişen insan kendi doğasına ihanet etmektedir çünkü akla uygun davranmamaktadır. arzularına yenik düşerek insan doğasının temelinde yer alan, onu diğer varlıklardan ayırt eden en önemli kavrama yani aklına sırtını dönmektedir. bu ilkeyi biraz daha somut hâle getirebilmek adına küçük bir örnek vermek isterim:

    ---

    gayet sıradan bir günde işe gitmek için aracınıza binip yola koyuldunuz. dar ve köhne yollardan kurtulup tam kendimi otobana attım derken sizden iki kilometre ötede gerçekleşen elim bir trafik kazası sonucunda trafiğin tıkandığını fark ettiniz ve istemsizce ayağınızı frene atıp aracınızı durdunuz. ekipler olay yerindedir ve yapılması gereken her şey yapılmaktadır.

    ---

    bu durumda temelde iki şekilde davranabilirsiniz:
    sakince aracınızda oturup trafiğin açılmasını bekler, farklı şeylerle ilgilenirsiniz.
    önce içinizden söylenmeye başlar, ardından söylenmeleri okkalı sövgüye çevirir son olarak da aracınızdan inerek bu sövgülerinizi halka arz edersiniz.

    sizce bu durumda doğru olan nedir?

    aklıselim birçok insan birinci maddenin daha doğru olacağını söyleyecektir ki stoacılar elbette birinci seçeneği tercih edeceklerdir. bize burada gerekli olansa hangi seçeneği seçtiklerinden ziyade o seçeneğe hangi sebeplerle yöneldikleridir.

    stoacı filozoflar bizlere, birinci seçeneğin akla daha uygun olduğunu söyleyeceklerdir çünkü trafiğin tıkanması, tamamen bizden bağımsız bir sebep dolayısıyla meydana gelmiştir. bu durumun meydana gelmesinde bizim en ufak bir katkımız dahi yoktur. bunun yanında eğer metafizik bazı güçlerimiz yoksa var olan durumu değiştirmeye de gücümüz yetmeyecektir.

    ''insanları üzen hadiseler değildir, onlar hakkında sahip oldukları düşüncelerdir.'' [3]

    o hâlde bu duruma hiddetlenmenin akılla olan ilişkisi nedir? kendimizi parçalamamız neye yarayacaktır? her iki sorunun da cevabı ''koca bir hiç.'' olacaktır. benzer durumlarda akla uygun davranmak stoacılar için aynı zamanda insan doğasına da uygun davranmaktır.
    buradan şöyle bir sonuca varırlar: gücün dahilinde olmayan, kontrol edemediğin şeyler hakkında endişelenmek, üzülmek, hiddetlenmek akılsızlıktır. gerçekleştirmeye gücün yetiyorsa zaten istediğin zaman o şeyi gerçekleştirebileceksindir ya da istemediğin bir şeyse engel olabileceksindir. bunun için de huzursuzluğa kapılmaya lüzum yoktur.

    olayların birçoğu senin dışında gerçekleşmektedir, bunun farkına var. olayların gidişatıyla senin olaylara bakış açın arasında hiçbir bağ yoktur. olaylara bakış açın yalnızca senin duygularını etkileyebilir, başka hiçbir şeyi değil. o hâlde olaylar hakkındaki düşüncelerini değiştirirsen sen, sen değişirsen de hayatın değişir.

    gelin kendimize şöyle soralım: benim mutluluğum dışsal etkenlere bağlıysa mı benim için daha iyidir yoksa içsel etkenlere mi? soruyu örnekle genişletelim: örneğin çok lüks bir arabam, iyi bir şöhretim, iyi bir maddî durumum, iyi bir cinsel hayatımın olması gibi şeyler mi yoksa tüm bunlardan bağımsız tamamen içsel bir sebeple mi mutlu olmam daha tercih edilesidir?

    herhalde ikincisi daha tercih edilesidir zira diğerlerini en küçük bir talihsizlik sonucu kaybedebilirim. toplumsal normlara aykırı yaptığım herhangi bir davranış şöhretimi, kötü bir kaza sonucu arabamı, yanlış bir yatırım sonrası tüm paramı, bir sağlık problemi sonucu cinsel gücümü kaybedebilirim. bunlar çok kırılgan ve hassas sebeplerdir. mutluluğum da bunlara bağlı olduğu sürece aynı şeyler mutluluğum için de geçerli olacaktır.

    aynı zamanda stoacılara göre içsel huzura dayalı bir mutluluğu elde etmek, tüm bunları (para, şöhret, şan, makam) elde etmekten çok daha kolaydır. tek bir ilkeyi işe koşmak yeterlidir: arzularına, duygularına değil; aklına uygun davranmak, düşüncelerinin sana değil senin, düşüncelerine hükmetmen.

    ''düşünceleriniz ne ise hayatınız da odur, hayatınızın gidişini değiştirmek istiyorsanız düşüncelerinizi değiştirin.'' - marcus aurelius

    istemeyi kontrol etmek
    isteme kavramına felsefe tarihinde en fazla ket vurmaya çalışan filozof şüphesiz ki schopenhauer'dur. hatta başyapıtının adı ''isteme ve tasavvur olarak dünya''dır ki acılarımızın temelinde bu ''isteme'' kavramının olduğunu bu eserinde defaatle belirtir. schopenhauer'a göre arzularımız nihayetsizdir buna karşın dünyada bu arzularımızın çoğunu tatmin etme imkânından mahrumuzdur. böyle bir imkâna sahip olsak dahi (tüm arzularımızı tatmin edebilme) tatmin edilen her ihtiyacın yerine yenisi yerleşir. son kertede yerleşecek bir arzu kalmadıysa can sıkıntısı gibi bir dertle karşı karşıya kalırız ki bu, insanı her türlü kötülüğe sürükleyebilir.

    schopenhauer'un şu cümlesi aklıma kazılıdır:

    ''keza ne doymaz bir varlıktır insan! ulaştığı her tatmin yeni bir arzunun tohumudur, dolayısıyla onun ebediyen doyurulamaz arzularının sonu yoktur.'' [4]

    stoacılar da benzer bir düşüncenin üzerine kurarlar felsefelerini: sıradan bir insan, zamanının çoğunu arzu ettiği şeyleri düşünmekle ve onlara ulaşmasını sağlayacak türlü araçlarla geçirir. zamanla o araçların kölesi hâline gelir.

    bu köleliğin bir meyvesi olarak o şeye ulaştığında ise artık o her ne ise eski değerini yitirir ve hemen yerini başka bir şeye bırakır. insan, artık bütün çabasını yeni arzusuna yöneltecektir. bu da insanı içinden çıkılmaz bir döngüye sokacaktır. peki ne yapmalı?

    epiktetos şöyle söyler:

    ''eğer aradığınız şey özgürlük ise hiçbir şey arzu etmeyin ve başkalarına dayalı her şeyden uzak durun, yoksa her zaman yardım edilemez bir köle olarak kalırsınız.'' [5]

    peki hiçbir şey arzu etmemek gerçekten elimizde midir? insan salt akıldan oluşan bir varlık mıdır? elbette ki değildir. o hâlde arzu etmeyi tam anlamıyla bırakamıyorsam ne yapmam gerekir?

    sanırım, işe elimizdekilerle yetinmeyi bilmekle ve kendimize olan hâkimiyetimizi geliştirmekle başlayabiliriz ki ''kendine hâkimiyet'' kavramı stoa felsefesinde önemli bir yer tutar.

    eğer sürekli arzularsam mutluluğu ve huzuru dışarıda aramış olurum. oysa stoacıların her biri bizlere ''dışsal etkenlerden etkilenmemeyi, onlara karşı kayıtsız kalmayı öğren. mutluluk ve huzur dediğin şeyi beyhude yere dışarıda arayıp duruyorsun, onlar senin düşüncende var oluyor ve daima içinde bir yerlerde seni bekliyorlar.'' diye haykırırlar.

    ''bugün tüm dertlerimden kurtuldum, hatta her türlü belayı defettim. çünkü benim dışımda değil; içimde, kendi düşüncelerimdeydiler.'' [6]
    ''bizi rahatsız eden insanların eylemleri değildir, bizi rahatsız eden eylemlere dair yargılarımızdır.'' [7]

    dost da sensin düşman da
    stoacılar, insanın özüne o kadar önem vermişlerdir ki en derin acılar dahil her türlü illetin üstesinde akıl yoluyla gelebileceğini söylemişlerdir. o denli ileri gitmişlerdir ki epiktetos'un, söylevlerinde şöyle bir ifadeye rastlarız: ''ölmem gerekiyor. peki, inleyerek mi ölmeliyim? hapsedilmem gerekiyor. peki, mızmızlanmalı mıyım? sürgün edilmem gerekiyor. gülümseyerek, cesaretle ve huzur içinde ölmem engellenebilir mi?''

    bu ilkeyi anneniz, babanız, eşiniz, kardeşiniz öldüğünde de uygulayabileceğinizi söylerler. yani onları kaybettiğinizde neden huzur içinde olmayasınız ki? onlar, siz istediniz diye mi öldüler? buna cevabınız evet ise bir ömür bedbaht olabilirsiniz ancak yanıtınız hayır ise üzülmeniz beyhudedir.

    peki onların ölümünü engelleyebilir miydiniz? cevabınız yine hayır ise huzursuz olmanız akla uygun değildir. siz, yalnızca duygularınızın aklınızı yenmesine müsaade ettiğiniz için sefil, perişan bir hâldesinizdir. (aslında stoacılar her insanın (belki sokrates hariç) bu tür durumlarda kederleneceğinin farkındadırlar. ancak bunu en aza indirmek için öğretilerini tavizsiz bir biçimde ortaya koyarlar.)

    her insan uzun veya kısa bir piyeste yönetmen tarafından kendisine verilen rolü oynamak zorundadır. hayat, bundan ibarettir. bir aktör, rol arkadaşı sahne gereği öldüğünde ne kadar üzülüyorsa biz de bir sevdiğimizi kaybettiğimizde o kadar üzülmeliyiz.
    biz, bu dünyaya çıplak olarak gelir öyle de gideriz. şu senin annendir, şu babandır, şu kardeşindir, şu da memleketindir derler ve söylenenlere uyarız. aslında hangisi gerçekten bize aittir ki? bu düşünceden hareketle şöyle yazar epiktetos:

    ''herhangi bir şey konusunda 'onu kaybettim!' deme. 'onu iade ettim' de. çocuğun mu öldü? onu geri verdin. karın mı öldü? onu da geri verdin. tarlanı mı elinden aldılar? işte yeni bir iade! 'fakat onu elimden alan kötü bir adamdı' deme. onu sana veren elin, falanın ya da filanın aracılığıyla onu geri almasının ne önemi var? onu sende bıraktığı müddetçe sana ait değilmiş gibi istifade et ondan, tıpkı yolcuların hanlardan yararlanışı gibi.'' [8]

    bu kadercilik size çok fazla mı geldi? durun! henüz bitmedi. stoacılar öylesine kadercidirler ki evrenin sürekli bir döngüde olduğunu savunurlar. zaman, sürekli başa dönmektedir. yani aristoteles yeniden doğacak, ilk seferinde yaptığı gibi metafizik'i yeniden yazacak, kuşlar yine ötüşecek ve üzerine aynı bulutlar yine yağmur yağdıracaktı.

    her insan da bunun gibi tekrar tekrar yaşayacak, önceki duygu ve düşünceler ne idiyse aynen tadacaktır. bu durum bir yandan avuntu sağlarken bir yandan da duygularımızı kontrol etmenin önemini hatırlatıyordu bizlere. onları tekrar tekrar tadacaksak hiçbir şey hasıraltı edilemezdi.

    olaylara verdiğimiz karşılıklar adeta sonsuzca tekrarlanacağından bin düşünüp bin eylemeliyiz.

    stoacılığı pek güzel özetleyen bir karikatür için şöyle gidebilirsiniz

    amor fati (kaderini sev)
    bu kavramı, nietzsche'yi okuyanlar onun eserlerinde fazlasıyla görmüşlerdir. nietzsche de bu kavramı stoacılardan almış, yorumlamış ve felsefesine katmıştır. stoacıları için insan, her şeyi olduğu gibi kabul edebilmeli, bunu dileyerek yapmalı ve hayatın olağan akışını değiştirmek gibi boş hayallere kapılmamalıydı.

    her şeyi olduğu gibi kabul etmeli ve acıdan uzaklaşmaya çalışmamalıydı. tam tersine, onun üzerine gitmeli ve onunla yüzleşmeliydi. birçoğumuz pazılarımızı sıkıp arkadaşımıza ''hadi vur, vur!'' demişizdir. stoacılar da hayata karşı tam olarak bunu yapmayı salık vermişlerdir. salık vermekten ziyade direkt olarak uygulamışlardır.

    seneca'nın amor fati kavramını uygulayışı biraz uçlarda olsa da onunla ilgili bir anekdotu paylaşmak istiyorum:

    seneca, hayatı boyunca astım krizlerinden çok çekmiştir. öyle ki krizler sırasında neredeyse boğulmak ya da ölmek üzere olduğunu hissederdi. ancak o bu öğretiyle krizi fırsata çevirmişti. boğazı kapanır, ciğerleri hava için zorlanırken başına gelenleri sevgiyle kucaklamaya çalışmıştır. ''evet, bunu istiyorum hatta gerekirse bu yüzden ölmeyi seçiyorum.'' diyerek kaderini olumlamıştır. kriz geçtiğindeyse çok daha güçlü hissettiğini ve bir savaştan muzaffer bir komutan edasıyla çıktığını hissetmiştir.

    peki bu kavramın bir sınırı var mıdır? yani başımıza gelen her şeye akılcı bakabilir veya ona karşı olumsuz duygular geliştirmemizi engelleyebilir miyiz? stoacıların cevabı buna ''istisnasız evet.'' olacaktır.

    o hâlde çok şedit bir örnek vermekte sakınca yoktur. bir stoacıya sorsak ve desek ki:

    ''kardeşinin bir değirmene su almaya gittiğini düşün. o sırada sen de kardeşine eşlik ediyor ol. sırası gelen kardeşin kovayla birlikte değirmene su almaya yöneldiğinde, bir adamın ona çelme takıp yere düşürdüğünü ve sırasını aldığını farz et. senin bu durumda sinirlenmemen, hiddetlenmemen ahlâken doğru mudur?'' (bu soruyu siz de cevaplayın lütfen.)

    stoacı hiç tereddüt etmeden ''evet, doğrudur.'' diyecektir. ardından herhâlde biz de şu soruyu sorarız:

    ''nasıl yani? her şeye susacak ve orada kös kös oturacak mısın? ve bir de utanmadan bunun ahlâken doğru olduğunu mu savunacaksın!''
    stoacı, o sinir bozucu kayıtsızlığıyla bize şu cevabı verecektir:

    ''kös kös oturacağımı nereden çıkardın? sen bana sinirlenmememin, hiddetlenmememin doğru olup olmadığını sordun. ben de sana evet dedim. sinirlenmiyor olmam olaya karşı tepkisiz kalacağım anlamına gelmez. adamın adaletsiz davranışının önüne geçebilmek için kolluk kuvvetlerini devreye sokabilirim, ona alaşağı edebilirim, birçok farklı şey yapabilirim.

    tüm bunları yapabilmem için gereksiz bir öfkeye ne ihtiyacım var ki? tüm bunları, öfke olmadan icra edemez miyim? üstelik aptalca bir hiddetle belli davranışlar ortaya koymam benim zarara uğramama sebep olabilir.

    haksızlığın önüne geçebilmek için olaya elbette tepki koyarım ancak bu tepkime duygularımın karışmasına asla müsaade etmem. aklım her zaman dümendedir.''

    haklı mıdır? onu, sizin zihinlerinize bırakıyorum.

    ''olaylara öfkelenmenin bir anlamı yok çünkü onlar hiçbir şeyi umursamazlar.'' [9]

    peki acıdan kurtulmak mümkün müdür?
    yazının diğer bölümlerinde stoacıların acıdan kaçınmaktan ziyade onunla yüzleşmeyi salık verdiklerini ve hatta kendi hayatlarında uyguladıklarından bahsetmiştim. peki acıyla yüzleşirken uygulayabileceğimiz birkaç taktik var mıdır? elbette. stoacılar bize bunlar hakkında da birkaç öğüt vermekten geri durmazlar.

    ''geçmiş ve geleceğin her şeyi yutan sonsuz boşluğunu, dibi görünmez uçurumunu düşün. bunlar karşısında böbürlenen, yakınan, feryat eden, kendini boş yere perişan eden bir ahmak değil midir?'' [10]

    1. farkındalığını artır: prosche, yani farkındalığı geliştirmek bunlardan biridir. bilinçli farkındalığınızı ne kadar geliştirirseniz o kadar aklınızla hükmedersiniz. gözyaşlarımız nasıl görüşümüzü bulandırıyorsa anlamsız duygularımız da aklımızı öyle bulandırır. görüşünü netleştiren ve dünyayı olduğu gibi, hiç değiştirmeden, duygularını katmadan gören tam farkındalık hâliyle yaşayan biri der seneca, asla yaşamdan sıkılmaz.

    böyle bir insan olaylara gereken tepkiyi anında verebilir. fakat bu tepkiler duygulardan arınıktır. bir saldırıya uğramanız, paranızın çalınması, sevdiklerinizin ölümü tüm bunlar hayatın size çığlık atarcasına bildirdiği taleplerdir. bunlar milyonlarca insanın başına gelmiştir ve şimdi de sizi bulmuşlardır. anlamsız duygularla bunlara gereksiz tepkiler vermek yalnızca acınızı artırmanıza sebep olur. onlara akla uygun tepkiler vermek dışında yapacağınız her türlü eylem yalnızca kendinize, erdeminize, ruhunuza zarar vermenize sebep olacaktır.

    2. kötüyü düşün: insan, kendisini acıya boğabilecek vakaları önceden düşünmeli ve hatta pratik etmelidir. kendi ölümü, sevdiklerinin ölümü, mülklerini kaybetmesi gibi. seneca bu hususta pacuvius adında zengin bir adamdan söz eder: pacavius, kendisi için her gün eksiksiz bir cenaze töreni düzenlermiş. tören koca bir ziyafetle sona erermiş ve pacuvius, bedenini masadan yatağına tabut içinde taşıtırken konuklar ve uşakları hep bir ağızdan ''hayatını yaşadı, hayatını yaşadı!'' diye mırıldanırlarmış. aynı etkiyi der seneca, çok daha basit ve ucuza yaşamak isterseniz, öleceğiniz gerçeğini aklınızdan çıkarmayıp tüm dikkatinizi ona verebilirsiniz. bu pratikleri sevdikleriniz için de yapabilirsiniz. ya da sahip olduğunuz tüm malı mülkü kaybettiğinizi düşünerek bu tür olaylar gerçekleştiğinde kederinizi azaltabilirsiniz. bu arada, montaigne de uşağına uykusunun en derin yerinde kendisini uyandırması için emir vermiştir. böylece ölümdeki hiçlik bilincini daha fazla hissetmek, onu yakından tanımak istemiştir. montaigne'in hayatında stoa öğretileri bir hayli geniş bir yer tutar.

    3. önceyi düşün: diyelim ki değer verdiğiniz birini ya da bir eşyayı kaybettiniz. o kişiyi hiç tanımadığınız anları ya da o eşyaya hiç sahip olmadığınız günleri düşünebilirsiniz değil mi? zihninizi zamanla buna inandırabilirsiniz hatta. peki hiç sahip olmadığınız şeyi özlemeniz mümkün müdür? plutarkhos, iki yaşındaki kızını kaybettiğinde eşine yazdığı mektupta tam da bu düşünce deneyini salık veriyordu. eşine, kızları doğmadan önceki günleri düşünmesini, o günlerdeymiş gibi yaşamasını öğütlüyordu.

    4. ya olmasaydı: eğer bir şeyin değerini bilmiyorsan da onun değerini anlamak istiyorsan derhal onu kaybettiğini düşün. örneğin sağlığının olmadığını, sefillik içinde yaşadığını, bir giysin olmadığından soğukta titreyerek yürüdüğünü düşün. o zaman sağlığının, mülkünün ve montunun değerini çok daha iyi anlarsın.

    tüm bu öğütler ne kadar işe yarar bilemeyiz ancak en azından kederler içinde boğulmaktansa bizlere odaklanabileceğimiz bir şeyler sunarlar.
    yazıma burada son verirken kanaatimce aurelius'un son derece mühim, bireye ve bütüne fayda sağlayacak şu ifadesini zamanın sonsuzluğuna bir sadâ olarak bırakmak isterim:

    ''nasıl iyi bir insan olunacağı hakkında daha fazla konuşma, öyle biri ol!'' [11]

    işbu girdi'nin anlatımını şuradan izleyebilirsiniz.

    dileyenler bu yazıyı medium sayfamdan da okuyabilirler.

    şimdilik düşüncenin, fikrin, hürriyetin güzelliğiyle kalınız, başka yazılarda görüşmek dileği ve sevgi, hürmetle; esen kalınız.

    kaynaklar:
    [1] seneca, doğa araştırmaları, jaguar yayınları, s. 7
    [2] epiktetos, içsel huzur iyi yaşamın kapısını açar, beta kitap, s. 8
    [3] epiktetos, düşünceler ve sohbetler, kaknüs yayınları, s. 15
    [4] schopenhauer, a., hayatın anlamı, say yay., s. 68
    [5] epiktetos, içsel huzur iyi yaşamın kapısını açar, beta kitap, s. 24
    [6] aurelius, m., kendime düşünceler, iş bankası kültür yay., s. 93
    [7] aurelius, m., kendime düşünceler, iş bankası kültür yay., s. 119
    [8] epiktetos, düşünceler ve sohbetler, kaknüs yayınları, s. 18
    [9] aurelius, m., kendime düşünceler, iş bankası kültür yay., s. 70
    [10] aurelius, m., kendime düşünceler, iş bankası kültür yay., s. 49
    [11] aurelius, m., kendime düşünceler, iş bankası kültür yay., s. 106
  • bu felsefi görüşün iki temeli vardır.

    (bkz: erdem)
    (bkz: huzur)

    “biz yaşamayı beklerken hayat gelip geçiyor”
    (bkz: seneca)

    bu düşüncenin ana felsefesi; insanın kendi kendisinin efendisi olabileceğini savunmasıdır.
  • dünkü bir debe entrysinden esinlenerek, epikürcülükle kıyası ile başlayayım, sonra da dibine dalayım:

    -epikürcülere göre erdemler birer amaç değil araçtı. mesela adil olmamak, mutsuzluğa yolaçtığı için kötüydü. stoacılara göreyse erdem daha merkezi bir yerde: adalet kendi kendinin amacıdır.

    -epikürcüler acıdan arındırılmış bir huzuru arıyor, stoacılarsa acıyı hayatın bir sabiti kabul ediyorlar. epictetus'un dediği gibi, bazen kontrolümüz dışında bir sürü şey olacak, yağmur yağacak, seller olacak, arap kızı camdan bakacak. bu tip olaylara karşı pragmatik davranmamız lazım. sorunun çözümü varsa eyleme geçer, yoksa metin olup dayanır, dayanamazsak da işlerimizi yoluna koyup intihar ederiz.

    -dolayısıyla epikürcülerin mutluluğu, acıyı engellemeye bağlı. bunun için ölüm korkusuna ve bazı isteklere ("doğal ve gerekli olmayan" istekler) savaş açarlar. stoacılar ise mutluluğu, acıya rağmen tecrübe etmeyi öğrenirler. mutlu olamazlarsa da dünya'nın sonu değil, erdemli davranmaları daha mühim.

    -tek bir şey hatırlayacaksanız şu olsun: ikisi de basit, aşırılıktan uzak yaşamı salık veriyor ama stoacılar için erdem ve evrenin doğasına uyumlu olmak önemliyken, epikürcüler için acıyı azaltıp mutlu olmak esastır.

    (daha fazlası)

    not: beni gaza getiren yazıdaki marshmallow benzetmesi üstünden yapılan kıyası yanlış buluyorum. ikinci şekeri bekleyemeyen çocuk epikürcü değildir, bilakis epikürcü şekeri "lüks" olarak göreceği için -yani gereksiz yere bizde bağımlılık yaratacak ve yokluğunda acıya neden olacak bir şey- hiçbir şeker yemeyecektir.

    ***

    gelelim stoacılığa (orijinal makale):

    tek kelimeyle anlatmamı isterseniz metanet derdim. iki kelimem varsa mantık. üçüncü hakkımı panteizm veya kadercilikten yana kullanır, dördüncüde artık garip dolapların döndüğünü farkedip kimliğinizi göstermenizi rica ederdim.

    stoacılık, epikürcülük'ün ana rakibiydi ve zamanla greko-romen dünyasının en popüler felsefesi oldu. hrıstiyanlık yayıldığında bile eğitimli elitler kendilerini stoacı olarak görüyorları. uzun ömrünün ve geniş etkisinin bir kanıtı: en ünlü üç stoacı da (seneca, epictetus, marcus aurelius) bu felsefenin başlangıcından 300-400 sene sonra yaşadılar.

    tıpkı epicurean kelimesinde olduğu gibi, bugün ingilizce'de stoic kelimesinin anlamı kaymış vaziyette. "acı ve zevk karşısında duygusuz, kayıtsız kalmak" gibi bir manası var. halbuki stoacılık buna indirgenecek bir değil, sistematik bir felsefeydi, yani insanlığın tüm sorularına cevap arıyordu.

    bu cevaplara dalmadan önce, hepinizin aklını kurcalayan, sizi geceleri uyutmayan o sorudan başlayalım: kurucusu zenon ise, neden adına "zenonizm" veya "zenoacılık" değil de stoacılık deniyor? kim bu stoa?

    stoa, üstü kapalı yürüyüş yoludur. eskinin işportacı mekanları olarak düşünebilirsiniz; şehir meydanlarını ve pazar yerlerini (agora) çevreliyorlardı. zenon derslerini, atina'daki meydanın kuzey stoasında, halka açık bir şekilde verirmiş, adı oradan kalmış.

    bu zenon, sokrat'tan önce yaşamış olan ve ismini paradokslara veren değil, bu zenon kıbrıslı zenon (ona göre ayağınızı denk alın!). bir gemi kazası sonrası zoraki atina'ya geliyor. daha 20 yaşında ve hali vakti yerinde bir tüccar, aklında felsefe öğrenmek filan yok. ama bir kitapçıda okuduğu sokrat tasvirinden çok etkileniyor ve dükkan sahibine "burada sokrat gibi bir adam var mı" diye soruyor. dükkan sahibinin cevabı kesin: "saatlerdir buradasın be adam, bari bir şey satın al". tam o sırada dükkanın önünden geçen bir adamı görünce de "hah, aradığın adam bu işte, git ona bela ol" diyor.

    o adam crates idi, zamanının en meşhur kiniklerindendi. hatırladınız değil mi kinizmi? bunların hepsi paralel gelişen felsefeler, biri bitip de diğeri başlamıyor.

    zenon sonraki 20 seneyi crates'in ve başkalarının öğrencisi olarak geçiriyor. m.ö. 300 yıllarında da kendi derslerini vermeye başlıyor. meslektaşlarının çoğunun aksine, daha hayattayken epey saygı görmüş.

    zenon'un uzun ve başarılı yaşamının sonu da bir o kadar akılda kalıcı: bir gün okulundan çıkarken ayağı takılıp düşmüş ve ayak parmağını kırmış. sonra öfleye pöfleye yeri dövüp "tamam tamam, zaten kendi isteğimle geldim, ne diye böyle zorluyorsun" benzeri bir alıntı yapmış, ölüm ve yeraltı dünyası hakkındaki bir eserden. bu olayı bir işaret olarak kabul edip, hayatının muhasebesini yapıyor ve "iyi yaşadık, yapacağımızı da yaptık, hadi bana eyvallah" diyerek intihar ediyor.

    biraz da bu hikayenin bir sonucu olarak, stoacılıkta intihar bir tabu değildi. zenon gibi miyadını doldurduğunu düşünenler, veya metanetle karşılanamayacak kadar büyük ve çözümsüz acılar çekenler için, intihar normal bir seçimdi.

    ***

    stoacılar, felsefeyi üç alana ayırdılar:

    1) mantık: doğru düşünebilmek
    2) fizik: evrenin yapısı ve bizim metafizik dediğimiz şeyler
    3) etik: iyi yaşam nasıl olmalı

    bunların arasındaki ilişkiyi şöyle resmetmişler: felsefe bir bahçeyse, onu çevreleyen çit mantık, ortasında yeşeren ağaç fizik, ağacın meyvesi de ahlak. şimdi elinizi çenenize götürün ve hmm diyerek bu metaforu anlamışmış gibi yapın. ben hala o pozdayım.

    önemli olan, bu alanların birbirinin üzerine inşa edilmiş olması. sırayla gidelim...

    1. mantık

    zenon'dan önce, aristo'nun mantık anlayışının temel taşı syllogism idi, yani üçlü gruplar halinde yazılan çıkarımlar. eğer ilk iki öğe doğruysa, üçüncü öğe (çıkarım kısmı) %100 doğru olmak zorunda:

    tüm insanlar ölümlüdür
    sokrat bir insandır
    öyleyse sokrat da ölümlüdür. (o ölümlü sokrat bir türlü ölemedi, yüzyıllardır felsefe ve mantık öğrencilerine hep bu örnek veriliyor).

    burada gruplar ve grup üyelerini kullanarak tümdengelim yapıyoruz. stoacılar ise propositional logic denen mantığı geliştiriyorlar.

    eğer sokrat *nefes alıyorsa* hayattadır
    sokrat nefes alıyor
    öyleyse yaşıyor.
    (bunun tersi doğru değil, yani sokrat hayattaysa nefes almak zorunda değil.)

    tümdengelimin uygulaması gerçek hayatta epey sınırlı, "her" ve "hiçbir" ile başlayan fazla genelleme yok. ama propositional logic'te ele alınan eylemler ve durumlar daha gündelik.

    bu mantık bazı bağlaçlara dayanır. yukardaki örnekteki if-then bağlacına ek olarak ve, veya, değil içeren önermeleri de incelemişler, ki bunlar bugün programlamacılıkta kullanılan boolean operatörleri. bunlar bize basit geliyor olabilir ama 20.yy filozofları için, stoacıların en çok bu konudaki çalışmaları önemliydi.

    peki mantık konusu stoacılar için niye önemliydi?

    evrenin akıl ile anlaşılabileceğine inanıyorlardı.
    daha da önemlisi, evrenin bizzat düşünebilen bir akıl olduğuna inanıyorlardı.

    ***

    2. fizik ve evren

    bir stoacı için tanrı, uzay-zamanın içinde veya dışında bir karakter değil, onun ta kendisiydi. yani bizim aşina olduğumuz, insan-merkezci bir baba figürü yok.

    ona aynı zamanda akıl, kader ve logos da demişler. ismi ne olursa olsun, temeldeki düşünce şöyle özetlenebilir:

    *evren fizikseldir (mesela apayrı bir idealar dünyası yok)
    *evrenin kendi aklı vardır. (biz buna doğa kanunları diyebiliriz)
    *her şey, bu kanunlara göre olur ve önceden bellidir.
    *evrenin aklını, yani bu sebep-sonuç ilişkileri ağını, kendi aklımız ile anlayabiliriz.

    kısacası kadercilik + doğacı panteizm (naturalistic pantheism)

    kader kısmını biraz açayım:

    "yarın yağmur yağacağı yanlış mıdır, doğru mudur" diye sorsam, bir kısmınız tuzağa düşmeyip "henüz yanlış veya doğru değildir" diyecektir. stoacılar içinse, gelecek hakkındaki her iddianın doğrusu yanlışı daha bugünden bellidir. bunu da demin bahsettiğim propositional mantıkla açıklıyorlar:

    her önerme (proposition) doğrudur veya yanlıştır. eğer gelecek hakkındaki önermeler de doğru veya yanlışlarsa, bu doğru-yanlışların sebebi sonradan olacak şeyler olamaz, önceki olaylar olmalıdır. eğer bu bir önerme için geçerliyse, her önerme, yani her olay için geçerlidir. dolayısıyla olan her şey kaderdir. öptüm qed bye. -cicero

    ***

    o kadar kadercilerdi ki, sadece bu evreni değil, önceki ve sonraki evrenleri de işin içine katıyorlardı. yani tıpkı hinduizm'deki gibi, evrenin sürekli bir yokoluş ve yaratım döngüsünde olduğunu düşünüyorlardı.

    bu döngüde işin içine dört element filan giriyor ama kazara bir tane daha element katıp bruce willis'e telif ödememek için o kısımları atlıyorum, asıl önemli ayrıntı şu: diğer benzer inançlardan farklı olarak, her döngünün birbirinin aynısı olduğunu, çünkü evrenin düşüncelerinin ve düzeninin değişmediğini düşünüyorlardı.

    yani herakleitos yanlıştı, aynı ırmakta iki kere de yıkanılır, iki bin kere de yıkanılır. biz hayata tekrar geleceğiz ama bu bir tekamül fırsatı olmayacak, sadece aynı sahnelerin tekrarı olacak. bu satırları sonsuza kadar hep yazacağım, siz de hep okuyacaksınız, ve her seferinde beni kel, göbekli, gözlüklü bir kütüphane faresi olarak hayal edeceksiniz. zaman bir çemberdir.

    ***

    şimdi diyeceksiniz ki, "kader varsa felsefelerinin üçüncü kısmı olan etik, yani insanın davranışlarını değiştirmesi ve onlardan mesul olması, nasıl mümkün olabilir?"

    bunun bir basit cevabı var, tembellik argümanı adı altında incelenen:

    insanın felsefe ve etik öğrenmesi, kendini geliştirmeye çalışması da kaderidir. "kaderde yazılı" diye oturduğun yerde hastalığını atlatmıyorsun, doktora gidiyor, ilaç alıyorsun. bunların hepsi, bir sonuç için (iyileşmen) gerekli olan sebepler ve hepsi bu kader ağının parçaları.

    fakat stoacılar daha da derine inip, modern zamanlarda şu şekilde dillendirdiğimiz soruna bakmışlar: determinizm varsa özgür irade nasıl olur?

    bu konuya hakkını vermek için geçenlerde ayrıntılı bir yazı yazdım, okumayacak tembeller için birkaç maddelik özeti şöyle:

    a) "özgür irade" yanıltıcı ve aşırı basit bir terim. bu konuları farklı terimlerle konuşmak gerek (volution, agency, vs)

    b) stoacılar "kontrolümüzde" olan şeyler ile "sorumluluk sahibi" olduğumuz şeyleri ayırmışlar.

    c) bu ayrımı şöyle de yapabiliriz: önemi olan nedir? herhangi bir alternatif seçebilmek mi, yoksa davranışlarının sebeplerinin farkında olmak mı? stoacılar için sebepler ve farkındalık daha önemliydi.

    d) içsel sebepler ile dışsal sebepleri ayırıyorlar. bir insanın hayatına bir sebep etki eder, bazısı dışsaldır (doğa olayları), bazısı da içsel (karakter, genetik, hatıralar, mantık).

    e) bu farkı anlatan bir silindir analojisi var: eğer silindiri itersem, yuvarlanmaya başlar. onu iten benim (dışsal sebep) ama yuvarlanmaya devam etmesi, kendi yapısından ileri gelir (içsel sebep). bir küp olsaydı yuvarlanmayı bırakacaktı.

    f) içsel sebepler de önceki olayların birer sonucu, yani durduk yere yoktan varolmuyorlar. fakat kendi kendilerini değiştirebiliyorlar. örneğin, eğitimim sayesinde sonraki kararlarım değişiyor, hafızam değişiyor, bunlar daha sonraki eğitimimi belirliyor vs. (feedback loop)

    g) ve bu döngü biziz. yani içsel sebeplerin toplamı "biz" dediğimiz şeyiz zaten. kendi kendini sürekli ittiren ve değiştiren bir silindir gibiyiz.

    h) dahası, bu içsel sebeplerin farkındayız ve onu analiz edebiliyoruz (reflective thinking). bu farkındalık da bizi davranışlarımızdan sorumlu kılıyor.

    eğer emergence kavramını bilselerdi, son adımı şöyle atarlardı: evren temel seviyede (fizik) deterministik olabilir ama yukarı katmanlara çıkıldıkça (kimya, biyoloji, psikoloji, sosyoloji), o determinizm kayboluyor. her seviye, bir öncekinin üstüne kurulu olsa da, ona indirgenemeyecek bir takım bilgiler içeriyor. irade, bilinç gibi üst seviye sistemler, alt seviyedeki determinizmden muaflar.

    stoacılar bunu tam anlamasalar da biraz sezdikleri için içsel sebeplere ve kendimizi değiştirebilme yeteneğimize bu kadar önem verdiler. bu da ahlak felsefelerine temel oluşturdu...

    ***

    3. ahlak

    önceki kısımlar, bahçedeki ağacın meyvesine ulaşabilmek içindi. şimdi o meyveyi yiyelim: insan nasıl yaşamalı?

    insan, evrenin/doğanın kurallarını anlayıp ona uygun yaşamalı. akıntıya karşı kürek çekmek acıya neden olur ama aklımızı kullanıp, nehir yatağını keşfedersek (meali: evreni anlarsak), akıntıyla beraber rahat rahat yüzebiliriz. burada, temeldeki düzenin "iyi" olduğu varsayımı var, ona uyması gereken biziz.

    keşfedilecek şeyler arasında kendi aklımızın çalışma şekli de var. insanın düşünceleri üstüne düşünmesi bu yüzden önemli. bunun bugünkü yansıması bilişsel psikoloji alanı hakkında kendinizi eğitmek. zaten stoacılık sadece bir dizi inanç değil, bir yaşam biçimiydi. bir başka deyişle, sürekli kendini sorgulamak, sokratik diyaloglara girmek, kritik düşünce, bir nevi ibadet idi. marcus aurelius'un yazıları bolca pratik ve kişisel gelişim tavsiyesi içerir.

    ***

    akıl ve ahlak arasındaki bu içli dışlı ilişki, bizim zamanımıza daha uygun bir tavır. fakat bundan sonra yayılan hrıstiyanlığın, 1500 sene boyunca üç ters etkisi oluyor:

    a) akıl ile dünya'yı anlama fikrine bir sınır getiriliyor. "asıl gerçek" aklın dışında.

    b) kişisel gelişim yolu sorgulamadan geçmiyor. kendini suçlu hissetmekten (original sin) ve kendini bir baba figürüne teslim etmekten geçiyor.

    c) ahlak, akıl ile tamamen alakasız bir düzleme çıkarılıyor. bir tartışma konusu olmaktan çıkıp, uyulacak kurallar dizisine dönüşüyor (kilise'nin hegemonyasını sağlamak için)

    hrıstiyanlık yerine stoacılığın hakim olduğu bir avrupa nasıl olurdu acaba?

    bence islam ve hrıstiyanlığın içindeki mistik akımlar, stoacılara, deistlere ve benim gibilere, kendi dinlerinin anaakım yorumuna olduklarından daha yakınlar.

    ***

    devlet 2.0

    başladığımız yere, zenon'a dönelim. platon gibi onun da devlet adında bir eseri vardı, fakat günümüze bu esere yapılmış birkaç alıntı kalmış sadece. bu utopik düzende para yoktur, tapınaklar yoktur, mahkemeler yoktur, evlilik de yoktur. akılcı davranan ve basit yaşayan vatandaşlar vardır sadece.

    o zamanki bir yunan'ın, organizasyonel konuları aşırı basit düşünmesi doğal, zira birkaç bin kişilik şehirlerde yaşıyorlardı. atina'yı bile topyekün bir stadyuma doldurmak mümkün, hepi topu 40 bin kişi var, ki bunların da ezici çoğunluğu kadın, köle, çocuk vs (yani oy kullanamıyorlar).

    fakat bazı görüşleri hala taze: mesela epikürcülerin aksine, günlük hayatın içinde olmaya ve kamusal görevler almaya önem veriyorlar.

    aslında burası biraz yoruma kalmış: eğer çevrenizdeki tüm olayları, sizi duygusal olarak etkileyip etkilemedikleri üzerinden değerlendirirseniz, stoacılık da içe dönük bir felsefe haline gelir. hegel'in stoacılık eleştirisi bu yönde. ama ben, "etrafını gözle, anla, ve değiştirebileceğini değiştir, yanındakilere karşı görevlerini yerine getir" şeklinde okuyorum. dolayısıyla bir vatandaşlık bilinci hakim.

    daha ilginci, kozmopolitan bir düzene inanıyorlar. stoacı gelenekte, sosyal sınıf farkları pek önemsenmez. kadın-erkek, zengin-fakir, yerli-yabancı farketmez, aklını kullanan herkes bir stoacı olabilir. aurelius zengin bir roma mahallesinde yetişmişti, seneca ispanya'daki bir şövalyenin oğluydu, epictetus ise pamukkale'de bir köle olarak doğmuştu.

    "herkesin kabiliyeti eşittir" demiyorlar ama kapıları herkese açık. kiniklerde gördüğümüz diyojen ne demişti? "ben atina'lı değilim, ben dünya vatandaşıyım."

    bu evrenselliğin ve basitliğin, erken hrıstiyanlığı etkilemiş olması kaçınılmaz. zenon'un kendisi de isa gibi basit yaşamış. okulunda hep basit yemekler sunulmuş, kıyafetleri hep gösterişsiz olmuş. sonradan eksikliğini hissetmemek için, baştan lükse alışmıyorlar.

    özünde kölelere, ezilmişlere daha uygun bir felsefe olmasına rağmen, koskoca roma imparatorlarının bile görece eşitliği, basitliği, vakurluğu savunup, kendilerini geliştirmeye inanmaları, her düşündüğümde beni şaşırtır. (sürekli de düşünürüm böyle şeyleri, entellik kolay değil arkadaşlar)

    ***

    neo-stoacılık

    bu akım, 16.yy'da neo-stoacılık adı altında tekrar canlandırılıp, hrıstiyanlıkla birleştirilmeye çalışıldı. daha doğrusu, stoacılığı, hrıstiyan bir nüfusa anlayacakları dilden anlatmaya çalıştılar.

    tabii ki bu noktada physicalism ve panteizm vurgusu bitti, çünkü materyal evrenin parçası olmayan şeyler var (cennet ve aşkın bir tanrı). ama zaten mesele, stoacı metafizik değil, ahlak anlayışı ve günlük hayata uygulanabilecek pratiklerdi. tüm o erdem, metanet, aşırı zevklerden sakınma, acıya sebep olan tutkuları kontrol altına alma öğeleri korundu.

    neo-stoacılık, ortalama hrıstiyanı kalıcı biçimde değiştiremese de, spinoza, descartes, bacon gibi filozoflara etki etti.

    ***

    modern stoacılık ise, aynı şeyin 20.yy versiyonu: metafizik kısmını ve sonradan eklemlenen hrıstiyan yorumunu atıp, etik kısmına odaklanıyorlar. klasik yaklaşımla arasındaki farklara bakalım:

    a) eskiler herkesin stoacı olabileceğini savunurken, bu modernler bazı şartlar koşmuşlar: asgari bir materyal zenginlik gerekir ki, insan fiziken ve kafaca sağlıklı biçimde gelişmiş olsun, stresli ortamlarda büyümemiş olsun, vs.

    çünkü daha temeldeki ihtiyaçlar karşılanmazsa, o farkındalık ve öz-yargılama kapasitesi (reflective thinking) gelişemez. gelişse bile, pratikte kullanılamaz. maslov'un ihtiyaçlar piramidine analoji kurabilirsiniz.

    ***

    b) ikinci fark, epictetus'un "kontrolümüzde olan ve olmayan şeyler" ayrımı hakkında. bunu bir yalancı ikilem olarak görüyorlar ve bir devamlılık/spektrum olarak yeniden yorumluyorlar. yani çoğu şey üstünde ne tam, ne de sıfır kontrol sahibiyiz. dolayısıyla irade, ahlaki sorumluluk ve kötü olaylara karşı dayanma gücü gibi konular hep bir derece muhasebesi içerir.

    örneğin politika denince aklımıza ilk gelen şey, en tepedeki, yani bize en uzaktaki iktidar mücadeleleri. gündemimiz hep bunlar hakkında. bunlara etki edebiliyoruz tabii ki (seçimlerde oy atarak, gösteri yaparak) ama daha yerel seviyedeki politikaya (mahalle meclisi, belediye, işyerindeki haksızlıklar, vs) daha çok enerji harcamalıyız, çünkü onlar üstündeki kontrolümüz daha çok.

    (global seviyede kaderci bir felsefenin, insanın dikkatini doğru yere odaklayarak onu daha çok eyleme teşvik etmesi ilginç. bunu bir muhasebe ile yapması da. fakat, insanın birey olarak kontrol edebileceği şeyler ile organize olup kontrol edebileceği şeyler çok farklı. ve hayattaki bir çok şey, bir organizasyon meselesi. dolayısıya burada klasik veya modern stoacılığın eksik kaldığını düşünüyorum. kontrol kavramına odaklanmak, bu kadar karmaşık bir dünyada manasız. bu konuda incrementalism daha önemli bir yaklaşım, linkteki podcast bölümü de epey güzel.)

    ***

    c) diğer bir fark "doğaya/evrene uygun yaşamın iyi olduğu" varsayımıyla alakalı. eskiler -sadece stoacılar değil- teleolojik görüştelerdi, yani her şeyin bir amaç uğruna yaratıldığını düşünüyorlardı ("atlar biz binelim diye o şekilde yaratılmışlardır" gibi).

    halbuki 20.yy'daki bir insan için:

    -doğa kısmen rastgeledir ve aşırı derecede acı içerir
    -tasarımlar "akıllı" değildir ("at, optimum bir seyahat aracı değildir")
    -doğaya insan-merkezci bakılmaz ("atın varoluş amacının senle alakası yok")
    -şeylerin arkasında illa bir amaç aranmaz ("atın herhangi bir varoluş amacı da yok")

    bu nedenle, bu "doğaya uygun yaşama" meselesini şöyle yorumlamışlar: "evrenin gerçeklerini anlamak, teorilerimizi buna göre güncellemek ama illa da onlara uygun yaşamamak". yani bilim yoluyla mümkün olduğunca çok bilgi toplarız, sonra bunlar üzerinden ayrı bir ahlaki tartışma yaparız, ama varacağımız sonuç illa da "doğaya en yakın seçenek" olmaz.

    örneğin gay hakları konusu: "homoseksüellik üremeye yolaçmıyor, bu da evrime ve doğaya aykırı" diye onu yasaklamak yanlış. birincisi, bilim bunun diğer hayvanlarda da olduğunu ve biyolojik faktörlerden etkilendiğini gösteriyor. yani "doğaya aykırılık" konusu bulanık. ama asıl önemlisi, 20.yy'a liberalizm hakim. ve liberal etik açısından, homoseksüelliğin %0 oranda biyolojiye, %100 oranda seçime bağlı olması dahi bir şeyi değiştirmeyecekti, çünkü başkasına somut zarar vermeyen her davranış serbest olmalı.

    nasıl ki neo-stoacılık, hrıstiyanlık çerçevesi içinde yeşermişti, modern stoacılık da bilimsel metod ve liberalizm çerçeveleri içinde varoluyor.

    ***

    toparlarsak...

    thomas jefferson öldüğünde, başucunda seneca'nın eserleri duruyordu. bugün dahi, aurelius'un meditations'ını okumamış olan bir felsefe meraklısı yoktur. (basılması planlanan bir eserden ziyade bir günlük gibidir).

    epikürcülükle hem kardeş, hem de rakip bir felsefe bu. mantık, fizik ve ahlak alanlarını birbirine bağlıyor. bir yandan insana sorumluluk veriyor, bir yandan da seçim şansını elinden alıyor. inançlardan daha çok pratiklere odaklı. basit yaşamayı, erdemli olmayı ve dayanıklı kalmayı öğütlüyor.
  • üç çeşit mahkumiyet var hayatta.

    birincisi, geçmiş zamanda yapılan hatalardan kaynaklanan pişmanlıktır. şöyle yapsam sonucu böyle olurdu düşüncesi zihinde tekrara düştükçe keşkeler çoğalıverir. böylece, çözümü olmayan sorunları bularak kendini mutsuzluğa sürüklersin.

    ikinci mahkumiyet ise, şimdiki zamandadır: hazlar. tatmin, tatmin ve daha fazla tatmin. kaynakları farklılaşsa da özünde değişmiyor tatminin işleyişi. ulaşmak için çaba gösteriyorsun ve ulaştığın zaman ne yapacağını hiç bilememe halinden gelen bir boşluk hissi. bu yüzden, sonu olmayan bir tüketim döngüsünün içinde sıkışıp kalıyorsun. üstelik daha fazlasına alıştıkça, tat vermez oluyor elde ettiklerin. ve bir noktada haz kovalamacalarının ortasında hayat anlamsızlaşmaya başlıyor.

    üçüncü mahkumiyet ise, gelecekte saklı: hırslar ve hırsların sürüklediği kaygılarda. hazzın ertelenmiş hali var burada, hazzı erteleyebilecek iradeyi ortaya koyabildiğin için daha uzun ömürlü olsa da en nihayetinde ulaştıkça burada da tüketiyorsun. üretmeye çalışsan bile at gözlüğüyle odaklandıkça gelecekte birkaç şeye; elinden kayıp gidenleri fark edemiyorsun bile. seni diri tuttuğunu düşündüğün şey ise kaygının verdiği acı tattan ibaret kalıyor.

    dün bugün ve yarın arasındaki bu sıkışmanın çözümü nedir peki? yani nasıl olacak da pişmanlık, içgüdüsellik ve kaygı üçgeninin ağırlık merkezinde huzura ereceksin? lucius annaeus seneca der ki:

    "en büyük hatalarımızdandır ölümü gelecekte aramak. oysa ölüm geçmişte saklıdır, gelip geçen ve bir daha gelmeyecek olan zamanda."

    ölümün çoğu geride kaldı, kendi ellerinle zamana teslim ettin. ve bir zaman gelecek ölüme teslim edeceğin yeni bir gün veya gece kalmayacak. o halde, ölüme teslim ettiklerin (geçmiş) ve teslim edeceklerin (gelecek) üzerine debelenip pişmanlık ve kaygı denizinde boğulmaktan vazgeçmelisin.

    gelip geçici hazların kandırmacasına teslim olmayı bir kenara bırakıp ölümden en uzakta olanın (şimdinin) değerini bilmelisin.

    düşüncelerini ince ince işleyip kendini emeğinle var etmelisin. ne para, ne şan şöhret, ne takdir ne de başkaca bir menfaat beklemeden. yalnızca öyle olması gerektiği için... mutluluk çünkü varılan yer değil gidilen yoldadır.
  • (bkz: stoyacılık)
hesabın var mı? giriş yap