• bu dönemin, hiçbir karşılık beklemeden ve sonsuz bir hevesle çabalayan, isimleri çok az duyulmuş gizli kahramanları vardı aslında.

    tommaso parentucelli isimli bir rahip bunlardan biriydi. el yazması kitaplar satın alıyor ve bunları kopyalıyordu. üstelik geliri kısıtlıydı ve bunu yaparken de ciddi anlamda borçlanıyordu. ilerleyen yıllarda papa seçildi ve v. nicolaus ismini aldı ancak karakteri hiç değişmedi. bir müstensih ekibi kurdu. bu ekip ise, insanlığa fayda sağlayacağı kanaatine vardıkları kitapları kopyaladıktan sonra çoğaltıyordu. öldüğünde miras olarak, 9000 ciltten oluşan, herkese açık devasa bir arşiv bıraktı. bu mirasın ünlü parçalarından biri ise kuşkusuz niccolo perotti'ye latince çevirisi için 500 gulden verdiği pollybius'tu.
    (bkz: https://archive.org/…s/bub_gb_ssig9-rahzuc/mode/2up)

    venedik'te yaşayan aldo mannucci isimli, kendine ait basımevi olan yayımcı da bunlardan biriydi. onun sayesinde önemli ve faydalı olarak nitelendirilebilecek yunan yazarların eserleri ilk defa grek dilinde basıldı. ki bu eserler sayesinde bologna'da, ferrara'da, parugia'da, pavia'da ve zamanla avrupa'nın diğer şehirlerindeki üniversitelerde ücret karşılığında yunanca dersler veren yetkinlikte insanlar iş bulmaya başladılar. özellikle bologna şehri, sadece yunanca ile sınırlı kalmayıp; belagat, felsefe, astronomi gibi derslerin de verildiği şehir üniversitesine devlet gelirinin yarısını ayırıyordu.

    andrea bongajo, avrupa'da avicenna olarak bilinen, ibn-i sina'nın yapıtlarını okuyabilmek, felsefesini anlamak ve elbette onun eserlerinin tercümesini yapabilmek için hiç üşenmeyip şam'a gitti. uzaktan başka bir dili öğrenmek, özellikle o dönemlerde çok zordu ve dile maruz kalmak şimdikinden daha önemliydi. şam'da yaşamaya başladı, onun eserlerini okudu, arapça ile yatıp kalktı ve nihayetinde ülkesine döndü. venedik hükümeti onun bu çabalarını karşılıksız bırakmadı ve ona padua'da görev verdi. ve onun sayesinde ibn-i sina'nın bilimi ve felsefesi italya üzerinden avrupa'ya yayılmaya başladı.

    inanın bunlara benzer çok örnek var ama uzatmayacağım. zira bu öğrenme hevesi ve merakının örneklerle açıklanabilecek bir tarafı da yok bana kalırsa. birileri çıkmış ve durup dururken tarihle, edebiyatla, mimariyle, astronomiyle, müzikle ilgilenmeyi hayatlarının amacı haline dönüştürmüşler. fikir ile kalmayıp harekete geçmişler; yeri gelmiş tek başlarına, yeri gelmiş birkaç eş ve dostla sahaya çıkmışlar, köyleri, şehirleri gezmişler, yorulmak bilmemiş ve bunu da ciddi ciddi hiçbir karşılık beklemeden, inanılmaz zorlu şartlar ve imkanlarda yapmışlar.
    akıl alır şey değil gerçekten.

    kaynaklar:
    - peter burke
    - jacob burckhardt
  • ninja kaplumbağalar tarafından başlatılmıştır.

    (bkz: leonardo)*
    (bkz: michelangelo)*
    (bkz: raphael)*
    (bkz: donatello)*
  • rönesans, sanat ve kültürle ilgilenen herkesin sık sık karışlaştığı sözcüklerden biridir. italyanca rinascimento sözcüğünden kaynaklanan bu terim, dilimizde yeniden doğuş anlamına geliyor. rönesans genelde, 14-16. yüzyıllarda italya’da klasik modellerin etkisi ile sanat ve yazın alanındaki canlanış olarak tanımlanır. daha 1550’de, sanat tarihçiliğinin öncüsü sayılan giorgio vasari (1511-1574), sanat alanındaki bu canlanışı tanımlamak için rinascita sözcüğünü kullanmıştır. ama deyim bugünkü anlamda kullanımını, büyük oranda jacob burchardt’ın ilk kez 1860’da basılan “italya’da rönesans kültürü” adlı yapıtına borçludur. rönesans, burchardt’ın da değindiği gibi, ,iıtalya’da yalnız sanat alanında görülmez; sosyal yaşantının bütün dallarındaki hareketliliği, canlanışı içerir.

    rönesans günümüzde klasik avrupa sanatını başlatan dönem olarak benimseniyor. 15. yüzyıla değin avrupa’da ortaçağ’ın sembolik dünya görünüşü egemendi. soyut, tartışmaya kapalı bir düşünce sistemi söz konusuydu. bu durum, doğal olarak sanata da yansımıştı. daha çok kutsal kitap’tan alınan konular, şemalara bağlı ve sembolik bir dille anlatılıyordu. daha da önemlisi, ortaçağ’ın sanat dalları arasında güzel sanatlar diye adlandırdığımız resim, heykel ve mimari yer almıyordu. ortaçağ’ın “yedi sanat”ını (trivium ve quadrivium) diyalektik (mantık), gramer, retorik (söylev sanatı) ve aritmetik, geometri, astronomi, armoni (genel anlamda müzik sanatı) oluşturmaktaydı. resim ve heykel ise zanaatla ilgili görülüyor, bu alanlarda çalüşanlar da zanaatçı olarak adlandırılıyordu.
    15. yüzyıldan itibaren ise düşünce alanında, ılkçağ anlayışının etkileri görülmeye başlanır. büyük düşünürlerin yapıtları italyancaya çevrilir, ilkçağ mitolojisindeki öyküler hıristiyanlığa uyarlanır. bu arada resim, heykel ve mimari, yapılan kuramsal çalışmaların da etkisiyle sanat niteliği kazanmaya başlar. ılkçağ felsefesinin de etkisiyle, insanı küçük evren * olarak gören hümanist anlayış gelişir. bu değişim, ekonomik bir temele de dayanmaktadır. zenginleşen kent dükalıklarında klasik sanat eğitimi görmüş patronların egemenliği, rönesans’ın oluşmasında hayli etkili olmuştur. özellikle rönesans’ın beşiği floransadaki medici ailesi, sanatın en büyük koruyucusuydu. çeşitli alanlarda pek çok sanatçıyı barındıran floransa, bir bankerlik merkezi haline gelirken kuzeyde venedik de özellikle doğuya açık deniz ticaretinin en önemli limanı olmuştu. sanatsever prenslerin de desteğiyle sanatçılara tüm olanaklar sağlanıyor, roma’da ilkçağ kalıntıları üstüne kazılar yapılıyordu. bu kazılarda çıkan buluntular prenslerin saraylarında sergileniyor, sanatçılar bunlardan yararlanıyorlar, ilkçağ’daki oranlar ve düzenler konusunda çalışmalar yapıyorlardı. euclid’den beri bilinen altın kesim, 15. yüzyılda sanat yapıtlarının temel ilkesi durumundaydı.
    rönesans’la birlikte önemli bir gelişmeye daha tanık oluruz. ortaçağ’da zanaatçı olarak görülen ressam, heykeltraş ve mimarlar bu dönemde sanatlarıyla ilgili kuramsal çalışmalar da yapmaya başlarlar. hemen bütün büyük rönesans ustaları aynı zamanda büyük birer kuramcıdırlar. bunlardan biri de mimaride oran ve perspektif konusunda araştırmalar yapan philippo brunelleschi’dir (1377-1446). sanatçının floransada yaptığı pazzi şapeli (1420), rönesans’ın mimari anlayışını açıkça ortaya koymaktadır. brunelleschi bu küçük yapıda yatay-dikey karıştlığını belirgin bir biçimde gözler önüne sermiştir. gotik dönemde baştacı edilmiş olan sivri kemer yerine, yuvarlak kemerin kullanılmış olması da bir yeniliktir. yalın kare planı, altı sütunlu bir giriş bölümü ve ilkçağ tapınaklarınınkini andıran kubbesiyle pazzi şapeli, erken rönesans mimarisinin tipik bir örneğidir. brunelleschi’nin bir başka yapısı da mimaride ilk rönesans örneklerinden olan öksüzler hastanesidir. brunelleschi yapımına 1419’da başlanmış olan yapının revaklı cephesinde klasik ve romanesk sanata ait pek çok forma yer vermiştir. cephedeki yatay çizgilerin verdiği rahatlık, yuvarlak kemerler, ince sütunlar, pencere düzenindeki uyum ve yalınlık, rönesans mimarisinin temel özellikleri olarak belirirler. mimarın floransa’da yaptığı san lorenzo kilisesi (1425) ise, ortaçağ’da hayli yaygın olan bazilika planına dayanılarak gerçekleştirilmiştir. yatay ve dikey çizgilerin başarılı bir biçimde kaynaştırılması, bu yapıda da temel özelliklerden biridir. öte yandan, yapının dış görüntüsüyle iç mekanın ilişkisi de açık seçik bir hal almıştır.
    brunelleschi’nin çağdaşı leon battista alberti de (1404-1472) kuramsal çalışmalar yapmış bir mimardır. “de re aedificatoria” adlı kitabı, mimari alanındaki en önemli çalışmalardan biridir. üstelik alberti’nin kuramsal çalışmaları mimariyle de sınırlı kalmamış, sanatçı aile düzeni, yemek adabı gibi sosyal konularda da yazılar yazmıştır. yapımına 1458’de başlanan palazzo pitti * adlı yapıda, tarihçiler hem brunelleschi’nin hem de alberti’nin çalıştığını kabul ederler. palazzo pitti, cephe düzeniyle tipik bir rönesans sarayıdır. pencerelerin üzerindeki yuvarlak rönesans kemerleri, üst katlarda da aynı düzenin uygulanmış oluşu, bu dönemde saray cephelerinin genel özellikleridir. öte yandan alttan yukarı doğru, katlarda hafifleme etkisi sağlayan taş işleme tarzı, dikkati çeken bir başka özelliktir.
    alberti varlıklı bir ailedendir. floransa’da yaptığı palazzo ruccelai (yak.1446) de kentin varlıklı ailelerinden ruccelailer’in sarayıdır. yapı o dönemde aynı zamanda kent meclisi olarak da kullanılıyordu. bu tip yapılar, dönemin politik havası nedeniyle yarı yarıya tahkim edilmiş bir görüntü sunuyordu. küçük pencerelerin bulunduğu dışarıya hayli kapalı ilk katta, yalnızca koruyucular ve silahlı askerler barınmaktaydı. alberti bu yapıda roma colosseum’daki gibi, farklı düzenlere yer vermiştir. klasik çağ mimarisinin düzenlerinden dor giriş katında, ion ilk katta, korinth ise ikinci katta uygulanmıştır.

    alberti’nin ilkçağ’ın mimari formlarını ustaca kaynaştırdığı bir yapı da rimini’deki san francesco kilisesi’dir (1447-1455). bu yapı, bölge yöneticisi sigismondo malatesta için yapılmıştır. san francesco kilisesi’nde roma ve gotik mimarisinin pek çok özelliğine rastlarız. yapıdaki ilgi çekici bir durum da yandaki revaklı kısımda malatesta’nın sarayındaki ozan ve klasik sanat uzmanlarının lahitlerinin bulunmasıdır. sanatçı, mantua’da yaptığı san andrea kilisesi’nde (1472-1512) roma tapınaklarının cephesini örnek almış, alınlık, anıtsal kemer gibi klasik çağ mimarisine özgü formlara yer vermiştir.
    görsel bir denge, sıkı bir düzen anlayışı ve uyumlu oranlar, rönesans mimarisinin temel ilkeleriydi. 15. yüzyılın başından itibaren resimde de de bunlara benzer yeni değerler ortaya çıkmaktaydı. daha 14. yüzyılın başında giotto (1266/7 ya da 1276-1337) assisi ve padua’da yaptığı fresklerle ortaçağın yüzeysel, şematik resim anlayışını kırıyor, mekan, hacim ve anlatım konusunda yeniliklerle dolu düzenlemelere varıyordu. padua, arena şapeli’ndeki ölü isa’ya ağıt (1304-6) adlı resimde figürler şaşılacak derecede hacim kazanıyorlar, doğa o güne kadar görülmemiş derecede gerçekçi bir anlayışla resimleniyordu. özellikle seyirciye arkası dönük olan figürler ve isa’ya yönelenlerin yüzlerindeki dramatik anlatım, yeni anlayışın ilk belirtileri olarak hemen göze çarpmaktadırlar.

    giotto’dan yaklaşık yüzyıl sonra masaccio (1401 - olasılıkla 1428), floransa’da yaptığı fresklerle yeni anlayışın olgun örneklerini ortaya koyar. santa maria del carmine kilisesi’nin brancacci şapeli’ndeki kompozisyonlarda, sanatçının anlayışı giotto’ya oranla bir hayli olgunlaşmıştır. vergi adlı freskte insanlar gerçekçi bir manzara ve mekanın içinde yer alırlar. ortadaki isa başta olmak üzere bütün figürler, seyircide güçlü bir hacim duygusu uyandırırlar. bunlar gotik resimdeki gibi havada yüzer izlenimi bırakmazlar, ayağı yere basan, zeminle ilişkili figürler söz konusudur. masaccio’nun resimlerinde ayrıca, gelişmiş bir anatomi bilgisi de hemen göze çarpar. aynı yerdeki adem ve havva kompozisyonu, onun figürlere nasıl can verdiği konusunda tipik bir örnektir. açıklı koyulu renklendirme, gölgeli ışıklı alanlarla figürler kusursuz bir biçimde verilmiştir. adem ile havva’nın yüz ve ellerindeki anlatım da konunun gerektirdiği, yani cennetten kovuluştaki dramatik etkiyi güçlendirmektedir.

    15. yüzyılın başında kimi ressamlar, derinliğin perspektifle verilmesi konusunda ciddi çalışmalar yapmaya başlamışlardır. paolo uccello ve andrea mantegna, bu sanatçılar arasında hemen akla gelenlerdir. uccello’nun san romano bozgunu diye bilinen resmi, perspektif olanaklarının araştırılması konusunda çeşitli deneyler sunar. arkaya doğru giden yollar ve mızraklar, yerdeki kırık silahlar, yatan asker, hepsi resimde uygulanan perspektif örnekleridir.
    mantegna’nın ölü isa’yı konu aldığı resmi ise, rakursi dediğimiz kısa görünüş yönteminin en tipik örneklerinden biridir. bu konuyu ele alan öteki resimlerin aksine, sanatçı isa’yı resim düzlemine dik olarak yerleştirmiştir. figürlerin yüzlerindeki dramatik anlatımın yanında, salt bu kompozisyon anlayışı bile, resmin yenilikçi yönünü gözler önüne sermeye yetmektedir.
    iki matematik kitabı yazmış, birçok geometri ve çizim çalışması yapmış olan piero della francesca da kuramsal ve pratik denemeleri bir arada sürdürmüştür. sanatçı resmin yapısının düzenlenişi, figürlerin yerleştirilişi konusunda bir mimar titizliğiyle çalışmıştır. isa’nın vaftizi adlı resmi, onun biçim ve renk dengesi ile oranlama konusundaki yaklaşımını gözler önüne serer. figürler resmin tam ortasından geçen (hayali) dikey eksene göre ağırlık dengesi gözetilerek yerleştirilmiş, aşırı hareketlerden kaçınılmıştır. borgo palazzo communale’deki yeniden diriliş adlı resmide dengeli ve uyumlu bir kompozisyon düzeni sunar. temel renklerin zenginliği, anlatımın duruluğu, sanatçının resimlerindeki en önemli özellik olan anıtsallığı desteklemektedir.

    rönesans’ta yalnızca perspektif ve kompozisyon sorunlarıyla uğraşan sanatçılar yoktur. renkçilik de önemli bir ekol oluşturmuştur. rönesans’ın renk ustaları olarak bilinen sanatçılarsa, venedik’teki bellini ailesidir. baba jacopo ve oğulları gentile ile giovanni bellini, rengin atmosferik etkilerini sergileyen yapıtlar vermişler, daha sonra en olgun anlatımını tiziano ve giorgione’de bulacak olan renkçi okulun kurucuları olmuşlardır. bu arada gentile bellini 1479-81 arasında istanbulda kalmış ve fatih sultan mehmedin portresini yapmıştır. öte yandan botticelli’de görüldüğü gibi, güzellik ve zerafet de rönesans’ın önemli özellikleri arasında yer alır. bunlar, sanatçının ilkbahar alegorisi adlı resminde başarılı bir biçimde gözler önündedir. bu resim aynı zamanda, kiliseden ayrı, dinsel olmayan bir yaşantınında alegorisidir.

    “kusursuz form”, “denge”, “uyumlu oranlar”, “zerafet”, resim ve mimarinin yanında 15. yüzyılın heykel anlayışında da geçerlidir. bununla birlikte, rönesans sanatındaki gotik etkiler kendini en güçlü biçimde bu dönemin heykel sanatında gösterir. floransalı sanatçı lorenzo ghiberti’nin (1378-1455) yapıtlarında gotik anlayış oldukça belirgindir. orsanmichele kilisesi için yaptığı aziz markus heykeli, bu gotik etkileri yansıtır. gerçi figür artık gotik kiliseyi süsleyen heykeller gibi donuk değildir, sembolik bir anlatımda yoktur. ancak gerek elbisenin işlenişi gerekse azizin sakalı, gotik sanatın şematik kalıplarına uygundur. ghiberti floransa vaftizhanesi için yaptığı ve cennet kapıları da denen broz kapılarda ise, brunelleschi’nin perspektif çalışmalarını kabartma tekniği içinde ele almıştır. bu yapıttaki her sahne, inandırıcı bir mekan derinliği içinde sunulmaktadır.

    15. yüzyılın heykel alanındaki büyük ustası donatello’nun konumu, mimaride brunelleschi’nin resimde de masaccio’nunkine eşdeğerdir. donatello da klasik sanat yapıtlarını incelemiştir. davud heykeli (bargello), onun hümanist ve gerçekçi anlayışını akıcı ve zarif formlarla gözler önüne sermektedir. rönesans’taki ilk çıplak heykellerden biri olan davud, süslemeci anlayış ve zerafet açısından bir ölçüde gotik üslupla da ilişkilidir. sanatçının padua’da yapmış olduğu gattamelata atlı heykeli, rönesans’ta hayli yaygın olan bir türün (equestrian) en başarılı örneklerindendir. atın duruşu, süvarinin kendinden emin hali, rönesans ıtalyası’nda askerin saygın konumunu bütün yoğunluğuyla vermektedir. bu yapıtta idealize etme ve yüceleştirme söz konusu değildir, aksine gerçekci ve doğal bir anlatım vardır. oysa verrocchio’nun aynı tipteki colleoni atlı anıtı (1479’da ısmarlanmış) savaşçı gücün idealize edilmesi düşüncesiyle biçimlenmiştir. rönesans kalıplarına uygunluğun yanında atın ayağını kaldırışı, süvarinin ileri atılmış gövdesi ve yüzündeki anlatım, bu idealizasyonu açıkça ortaya koymaktadır. andrea del verrocchio da floransalı bir sanatçıdır. olasılıkla donatello’nun öğrencisi olan verrocchio, onun ölümünden sonra kentin baş heykelcisi durumuna gelmiştir. davud heykeli donatello’nun aynı adlı yapıtıyla karışlaştırıldığında onun ustasından ayrılan yanını gözler önüne serer. bu kez, köşeli formları olan bir heykel söz konusudur. donatello’daki zerafet burada yerini kararlı, kasılmış ve güç dolu bir gövdeye bırakmıştır.
    rönesans heykeli en kusursuz anlatımını kuşkusuz michelangelo’nun (1475-1564) yapıtlarında bulmuştur. sanatçının gençlik dönemi heykeli san pietro pietası, rönesans’ın en başarılı yapıtlarından biridir. tümüyle cilalanıp parlatılmış olan heykelde her bir form, en ince ayrıntısına kadar titizlikle işlenmiştir. ısa’nın yatay, meryem’in dikey gövdesi, rönesans’ın karıştlıklara dayalı sanat anlayışına tipik bir örnektir. ayrıca, bu iki figürün kompozisyon içindeki önemi de eşit bir biçimde belirtilmiştir. birinin ağırlığı ötekini ezmez. san pietro pietası, rönesans ilkeleri ve düzeninin sergilenişi açısından üst düzeyde bir örnektir. bu büyük ustanın davud heykeli ise, güçlü gövdesi ve kendinden emin duruşuyla ideal rönesans insanının görüntüsünü sunar. az önce sözünü ettiğimiz denge, uyumlu oranlar, zerafet gibi niteliklerin hepsi bu çalışmada kusursuz bir biçimde dile gelmiştir.
    15. yüzyılın ikinci yarısından sonra rönesans mimarlarının yeni bir takım arayışlara yöneldiklerini görüyoruz. bunların başında da esinini ılkçağ’ın yuvarlak planlı yapılarından (tholos) alan merkezi planlı tasarımlar gelir. alberti 1460’ta mantua’daki san sebastiano kilisesi’nde yunan haçına dayalı bir plan uygular. uzunlamasına giden bazilikadan sonra, merkezi bir plan gündeme gelmiştir. bütün yan kısımlar ana mekana katılmakta, bu yolla daha büyük bir iç mekan elde edilmektedir. aynı durum, bramante’nin san pietro kilisesi için tasarladığı planda da söz konusudur. genelde bu planda merkezi bir anlayışla ele alınmıştır.
    merkezi planlı yapıların en tipik örneği ise bramante’nin (1444-1514) roma’da yaptığı tempietto’dur (yapımına 1503’te başlanmıştır). etrafı sütunlarla çevrili, üstü kubbe ile örtülü yuvarlak planlı bu yapı, rönesans döneminde bir hayli ün kazanmıştır. bu tür yapılar o dönemde son derece gözde idi. bu planda bir yapıya raphaello’nun (1483-1520) meryem’in nişanı adlı ünlü resminde de rastlıyoruz. böylesi yuvarlak planlı yapılar genellikle bir meydanda, kentin ortasında caddelerin kesiştiği noktalarda yer alıyordu. piero della francesca atölyesine ait olduğu kabul edilen bir çizimde de, rönesans kent planlaması ve perspektif konularının yanı sıra, ortada yer alan bu tür bir yapı da hemen göze çarpmaktadır.
    rönesans’a temel olan ilkçağ anlayışı kendini salt mimari formlarda göstermez. ilkçağ dünyasının etkileri, yazın ve felsefe alanında da güçlü olmuştur. ilkçağ felsefecileri ve yazarları italyancaya çevrilirken, ilkçağ öykülerinin kahramanlarına da hıristiyanlıkla ilgili nitelikler kazandırılıyordu. mitolojik olaylarda hıristiyanlığın özünü ve anlamını belirtecek sembollerle donatılıyordu. botticelli’nin venüs’ün doğuşu adlı resmide yeni platoncu düşünce ışığında hıristiyan dünyasına mal edilmiştir. doğal olarak bu dönemde sanatçılara yol gösteren, onlara klasik konuları nasıl resimleyecekleri hakkında bilgiler veren uzmanlar da devreye girmiştir. bu da rönesans’ın çok boyutlu, tüm sanat dallarını kuşatan, bu yüzden de büyük bir ekip çalışmasıyla anlam kazanan bir uyanış olduğunu göstermektedir. bu tip bir ekip çalışması, raphaello’nun vatikan’da gerçekleştirdiği duvar resimleri için de yapılmıştır. değişik adlarla anılan birkaç salon süslemesinden oluşan vatikan duvar resimleri arasında atina okulu diye bilinen kompozisyon, dizinin en tanınmış örneğidir. 1509-11 yıllarında resimlenen camera della segnatura adlı salonun bir duvarında yer alan bu kompozisyon, felsefe alegorisidir. raphaello ılkçağ’ın anıtsal mimarisi önünde bir yanda idealist platon’u, öte yanda realist aristo’yu resimlemiştir. felsefi inançlarına paralel olarak platon göğü, aristo yeri gösterir. ayrıca resimde, euclid’den diogenes’e kadar pek çok ilkçağ felsefecisi ve matematikçisi de yer almıştır. felsefi içeriğinin yanında, desen ve form açısından son derece olgun bir anlatıma sahip olun bu yapıtlarda, rönesans resmi en üst noktaya ulaşmıştır.
    sanat alanındaki bu büyük gelişmenin bir başka nedeni de sanatçı atölyelerinin ün kazanması idi. özellikle floransa kentindeki atölyelerde yüzlerce çırak, büyük ustaların yanında eğitim görüyor, onların ciddi ve önemli çalışmalarına katılıyor, kimi zaman da yapıtların izin verilen bölümünü tek başlarına gerçekleştiriyorlardı. bu atölyelerden biri de ressam ve heykeltraş verrocchio’nun atölyesi idi. atölyesindeki çıraklardan biri, ısa’nın vaftizi (uffizi, floransa) adlı resimde görev almış, olasılıkla da soldaki meleği ve manzaranın bir bölümünü boyamıştır. bu kişi, daha sonra rönesans’a damgasını vuracak olan sanatçılardan biridir: leonardo da vinci... yalnız onun değil, sanat tarihininde en ünlü resimlerinden biri olan son akşam yemeği, milano’daki santa maria della grazie kilisesi’nin yemek salonundadır. bir hayli yıpranmış olan bu resimde leonardo, figürlerin yerleştirilişi, mekanın tanımlanması, perspektif gibi rönesans’ın çok önem verdiği konularda kusursuz bir anlatıma varmıştır. ıncil’in en önemli öykülerinden biri olan son yemek’te, sanatçı en dramatik anı seçmiştir: isa birkaç saniye önce “ıçinizden biri beni ele verecek” demiştir. bunun yarattığı dramatik gerilim, figürlerin davranışlarıyla anlamlı bir biçimde ortaya konmuştur. şimdi hepsi, bu hainin kim olduğunu sorgulamaktadır. figürlerin dalgalanan hareketi ise, seyircinin bakışını ortadaki ısa figürüne yöneltmektedir.
    leonardo yalnızca kompozisyon ve perspektif gibi sorunlarla uğraşmamış, bu konudaki kuramsal çalışmalarına uygulama alanı da bulmuştur. en tipik örneğini üçlü anna grubu diye bilinen resminde görülen hava perspektifi, onun resim sanatına katkıları arasındadır. figürlerin arkasında uzanan manzaranın gittikçe soluklaşması, buğulu gri bir ton alması, ustanın bu buluşunun ürünüdür. böylece o zamana kadar yalnızca çizgi perspektifiyle sağlanan derinlik, leonardo’nun “sfumato” diye tanımladığı bu yeni buluşla daha inandırıcı bir boyut kazanmıştır.
    leonardo örnek bir rönesans sanatçısıdır. yalnızca resim, onun çalışma ve araştırma arzusunu doyurmamış, sanatçı hemen her konuda araştırma yapma, yeni bir şeyler bulgulama isteğiyle yaşamıştır. anatomi, botanik, mekanik, kent planlaması, meteorolji, astronomi, mimari, silah tasarımcılığı onun ilgi alanlarını oluşturmaktaydı. uçuş konusundaki araştırma ve tasarımları ise bir tutku halini almıştı. onun ayrıca haliç için bir köprü tasarımı, ıtalya’daki arno nehrinin yatağının değiştirilmesi ve kanal yapımı konusunda çeşitli projelerde yaptığını biliyoruz.
    leonardo’da en üst düzeyde tanık olduğumuz çok yönlülük, rönesans’ın en ilginç özelliklerinden biridir. bütün büyük sanatçılar, tek bir alanda sınırlı kalmayarak değişik konularda çalışmalar yapmışlar, birbirleriyle yarış edercesine ürünler vermişlerdir. bu durum, dönemin büyük sanatçılarının en dikkate değer özelliği idi. bunlardan biri de kuşkusuz michelangelo’dur. heykel ve mimari tasarımları yapan, soneler yazan bu ilginç kişilik, aynı zamanda güçlü bir düşünce adamıydı. michelangelo ayrıca raphaello’nun vatikan resimleriyle birlikte rönesans’ın en önemli mimari süslemesi sayılan sistine şapali’nin tavan fresklerini de gerçekleştirmiştir. 1508’de başladığı bu anıtsal kompozisyon sanatçının en yorucu çalışması olmuş, birkaç kez yarım bırakılma tehlikesiyle karış karışya kalmıştır. resim yapmaya hiç de uygun olmayan bir yerde, michelangelo büyük bir üslup denemesine girişmiştir. rönesans’ın kendi içine kapalı, çizgisel resim üslubu yerine, sanatçı burada değişik bir anlayışla çalışmıştır. hareketli formlar, güçlü gölge-ışık oyunları ve kusursuz bir anatomi çalışması, resmin temel özellikleridir. rönesans resim anlayışı, michelangelo’nun bu freskleriyle son bulmuştur. sanatçı sistine şapeli’nin yan duvarına da mahşer adlı büyük kompozisyonu yapmıştır. bu çalışma, yapısal özellikleriyle bir rönesans ürünü sayılmaz. maniyerist bir üslupla yapılmış bu kompozisyonu o dönem içinde incelemek daha doğru olacaktır.
    rönesans resmi, floransa ve roma’da düzene bağlı ve form kusursuzluğuna dayalı bir anlatım yolunda gelişirken, aynı tarihlerde venedik’te renkçi bir üslup söz konusuydu. giorgione, özellikle fırtına adlı resmiyle (accademia, venedik) rönesans’ın kesin ve düzenli resim anlayışına belli oranda bir yumuşama getirmiş renk ve gölge-ışık yoluyla atmosferik bir manzara yaratmıştır. onun genç yaşta ölümü üzerine bu renkçi üslup, arkadaşı tiziano’nun resimleriyle sürmüştür. bir hayli uzun yaşamış olan bu sanatçının bazı çalışmaları da uzmanlarca maniyerist üslup içinde değerlendirilir. baküs şenlikleri konulu resminde (prado, madrid) tiziano, venedik sanatının bütün özelliklerini gözler önüne sermiştir. birbirine kaynaşan formlar, ıiddetli hareketler, kendi içlerinden aydınlanıyormuş izlenimi veren parlak renkler, ilk bakışta göze çarpan özelliklerdir.
    rönesans’ın kurallara bağlı, simetrik resim anlayışı, 16. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren değişmeye başlar. aynı değişimi, heykel ve mimaride de görürüz. bu dönem sanat tarihinde önceleri başarısız kopyalar dönemi olarak adlandırılır. ama çok geçmeden toplumsal bir takım koıulların da etkisiyle kendine özgü özellikleri olan, bilinçli bir yaratma eylemi olduğu kabul edilmiştir. ad olarak da yine ilk kez vasari’nin kullandığı maniera sözcüğüne dayanan maniyerizm benimsenmiştir.
    http://www.istanbul.edu.tr/…at/italyadaronesans.htm
  • ronesans ve reform'dan uzak durmak osmanli imparatorlugu icindeki milletlerin talihsizligidir. ronesans ve reform sonrasi o zamana kadar bilimin ve zenginligin kaynagi olan dogu bugun cahilligin ve fakirligin sembolu. osmanli'nin, zamaninda ronesans ve reform'a öcü gozuyle bakmasi osmanli icinde bulunan tum milletlerinin geri kalmasina sebep oldu.
    isterseniz osmanli'nin en genis sinirlara ulastigi zamanki haritaya bir bakalim:

    http://tr.wikipedia.org/…ya:ottomanempirein1683.png

    tabi osmanli'nin etki alani bu haritayla sinirli degil, tamamini topraklarina katmamis olsa bile ozellikle cok etkili oldugu ortadogu ve afrika'da bugun muasir medeniyet seviyesini yakalamis kac ulke var? yok mu? yok tabi. bati ay'a giderken biz -osmanli- yaya kaldik ronesans'a katilmadigimiz icin.

    bugun yasadigimiz sorunlarin buyuk bolumu bu yuzden kaynaklaniyor. avrupa ronesans ve reform sayesinde yuzyillar boyu gelisme ve degismeyi sindirerek, deneyimlendirerek yasarken biz hicbir sey yapmadik. sonra ataturk geldi ve ronesans/reform'un temel prensiplerini osmanli'dan arta kalan bir parca olan turkiye'ye ve turk halkina enjekte etti. (inkilaplar vs..). (eski hayatina devam eden ortadogu milletlerinin hali bugun ortada, balkanlar ve kafkaslar da bir turlu gelisimi saglayamadi) ama burda ortaya bir sorun cikti, yuzyillardir dogu kulturuyle geri kalmis, tukenmis ve cahil bir sekilde yasamaya alismis olan halk bu ani paradigma degisikligini anlayamadi, uyum saglayamadi sindiremedi. sonra ne mi oldu? (veya olmaya devam etti)

    (bkz: paradigm shift)

    osmanli duraklama doneminden beri devam eden toplumsal bozulma hizlandi, sosyal kaos derinlesti. cunku halk bu degisikligi aslinda istememisti(daha dogrusu anlamamisti). cunku yuzyillardir osmanli hanedani tarafindan beyinleri yikanarak istememeye programlandirilmislardi. cunku turk devrimi'ni bile turk halki degil bizzat ataturk yapmisti, turk halki kurtulus savasi'nda cumhuriyeti kurup modern olmak, batiyi yakalamak icin degil sadece hayatta kalabilmek icin, somurge olmamak icin savasmisti, zaten savas sonrasi ataturk'un en yakin arkadaslarinin bile cumhuriyeti, inkilaplari kabullenememesi, ataturk'un padisah olmasini istemeleri de bunun kanitidir.

    yanisi bugun yasadigimiz sosyal/siyasal/ekonomik problemler yeni degil yuzyillardir devam eden bir surec. ataturk bunu duzeltmeye calisti ama onun tek basina basarmasi mumkun degildi. cunku bu gelisimi 20 yilda tamamlayamazsiniz. insanlarin degismesi o kadar kisa zamanda gerceklesemez. avrupa bunu yuzyillar icerisinde becerdi, biz nasil 70 yil icinde becerebilirdik ki, hemde yuzyillar boyu uzak tutuldugumuz, korkutuldugumuz, istememeye sartlandirildigimiz degisikliklere alismak o kadar kolay miydi?

    ama ataturk bize en azindan dogru yolu gosterdi, biz medeniyetin cok gerisinde kaldik, yetismemiz icin cok calisip kosmamiz lazim dedi. ama ne yazik ki ataturk sonrasi halk yanlis tercihlere devam etti, yanlislari gordu ama mudahale etmedi ya da belki yanlislari gormeyi hic istemedi. ataturk sonrasi 70 yil gecti ama her sey kotuye gitmeyi devam etti. cunku dedigim gibi, halk bu devrimi kendisi yapmadi, ataturk bu halk icin yapti. cunku biz yuzyillar boyu geri kalmayi kabul ederek yasadik ve bu gen hafizamiza isledi. sikintimiz ronesansin disinda kalmak ama daha da kotusu kendi ronesansimizi gereklestirememek. bizim kendi ronesansimizi yapmamiz gerek, cunku cumhuriyet donemi sonrasi bizden cok daha geride olmasina ragmen (ozellikle ekonomik olarak) 70 yil icinde atilim yapip bize fark atan ulkeler gibi ronesans/reform altyapimiz yok bizim. ronesans oncesi altyapi ise gunumuzde yeterli olmuyor. bunlara ek olarak burda sucu islam'a atmak yanlislik ve kolaycilik olacaktir. ronesans ve reform hareketlerinin disinda kalip islamla alakasi olmayan cogu medeniyetin bugunki durumu bizden farkli degil. cin'de islam yok ama cok mu superler?

    ben burda suclu kim bilemiyorum. ama kisisel fikrim bati'dan cok daha ileri bir uygarlik duzeyine sahipken su anki duruma gelmemizin sebebi kesinlikle ronesans ve reform hareketlerinin disinda kalmak oldu. bu disinda kalmanin sorumlusu da cekilen tum sikintilarin muhattabi.

    bundan sonra ulke olarak nasil bir yol izleyecegimizi cok merak ediyorum. acaba yavas yavas gelisimi ve degisimi sindirebilecek miyiz? avrupa'nin bile sosyal gelisimde tavan yaptiktan sonra tekrar gerilemeye basladigi bu donemlerde yukselise gecmesi gereken 70 yilda hicbir sey yapamayan turkler ve osmanli'ya dahil olmus diger milletler acaba butun bu sorunlari asip istedikleri hayata kavusacaklar mi yoksa bu sorunlara dayanamayip kendilerini mi yok edecekler? cevabi ogrenmeye az kaldi.
  • **iş bu entry rönesans genel özellikleriyle ilgili herhangi bir bilgi içermemekte, lonca teşkilatı-sanatçı arasındaki ilişkiyi, değişimi içermektedir.

    kısaca rönenans, sanatçının kentsoylu zanaatçılıktan özgür bireye/sanatçıya evrildiği dönem. erken rönesans dönemi loncaların etkisi ortaçağdaki kadar etkin denilebilir. sanatçılar bu dönemlerde lonca teşkilatına hala sıkı sıkıya bağlı. sanatçıyı sanatçı yapan şey yetenekleri değil, aldıkları eğitim oluyor. bu eğitim de lonca birliklerinde veriliyor tabi ki. bu atölyelerde öyle teorik bilgi verme de yok pek. çocuklara bakıyorlar, okuma yazmayı öğrenip, kafası hesap kitap yapmaya bastığında yolluyorlar bir ustanın atölyesine. bu eğitim de 1-2 senede bitmiyor öyle, 8-10 yıl süren eğitimlerden bahsediyoruz. bakmayın şimdi atölye falan dediğimize, o zamanın büyük sanat okulları buralar aslında. donatello, sandro boticelli, brunelleschi, lorenzo ghiberti, paolo uccello falan hep buralardan çıkma o zamanlar.

    insanlar "hadi benim çocuğu şu aşağıdaki atölyeye yazdırayım" demiyorlar tabi. adamlar çocuklarını sanatçı olarak en fazla üne sahip olan usta kimse gidip oraya yazdırıyorlar. usta ne kadar ünlü biri ise, çocukların da o kadar şansı yüksek çünkü. ha şimdi buraya hep böyle çok yetenekli çocukları mı alıyorlar? yooo. ortaçağın etkisinde kalmış bir kolektif kültür hala var o dönemler. ne kadar çok çırak o kadar bedava iş gücü demek.

    ya mesela aklınıza bob ross'u getirin tamam mı. trt2'deki kıvırcık saçlı amca. "şuraya bir ağaç koyalım", "buraya minik çalılıklar koyalım", "mesela şurada küçük bir sincap olsa" falan derdi ya hani. adam mesela o dönem yaşayan bir usta olsa, bu sayılanların hepsini ayrı bir öğrencisi tamamlardı. "donatello gel oğlum. ağaçları sen çiz", "ucello sen de şuraya küçük bir dere çiz" mantığında ilerlerdi. dalga geçmiyorum, böyle bir ortam var. çünkü adamlarda "tek bir elden" eser çıkartma mantığı yok. eserler resmen anonim, kimin eli kimin cebinde belli değil. yaratıcılık ve özgünlük yok aslına bakarsanız. bir usta büyük bir iş alıyorsa bütün çıraklarını alıp gidiyor, birlikte bitiriyorlar o siparişi.

    bu dönem tek bir zanaat türü de yok. misal michelangelo hem ressam hem heykeltraşmış. uzmanlaşma gibi bir kavram pek olmadığı için çok farklı alanlardaki işler atölyenin içinde yapılabiliyor, yapan biri bulunabiliyor. atölyenin büyüklüğüne göre resimler dışında arma, tahta oyma, halı dokuma, nakış vs hepsini yapan birileri illaki bulunuyor. donatello mesela zamanında kendi koruyucusu için gitmiş gümüş ayna yapmış; sandro botticelli komşusu olan esnaf için tabela falan yapmış, inanılır gibi değil. adamlar bu tür işleri küçük düşürücü görmüyorlar önceleri.

    sanat ve zanaat ayrımı; sanatsal çalışmaların ölçütü michelangelo ile birlikte ortaya çıkmaya başlıyor. o dönem yaratıcılık da çok fazla olmadığı için michelangelo'yu ilk modern sanatçı olarak görmek yanlış olmaz. giorgio vasari zanaat türüne giren bu tür işleri sanatçının kendisine olan saygısıyla ters düşeceğini ve bu tür siparişler almaması gerektiğini savunuyor o dönemler. bu gelişmeler sanatçıların lonca teşkilatlarına bağımlılığını azaltıyor. bunun en bariz göstergesi, o dönemde adını şimdi hatırlayamadığım bir ressam loncası bir ressama dava açıyor. nedeni de adamın loncanın belirlediği bilmem kaç yıllık eğitimden geçmemiş olması. neymiş bu adam ressamlık yapamazmış. yok yeaaa. tabi davayı kaybediyorlar.

    loncalardan kopma biraz da koruyucularla mümkün olabiliyor. rönesans dönemi italya'daki sanatçılar diğerlerine nazaran daha iyi konumdalar, dönemin prensleri tarafından değerleri biliniyor falan. diğer sanatçılar şehirlere bağlı kalırken, italya'daki sanatçılar saraydan saraya geziyorlar. bir saraydaki sipariş bitince diğerine geçiyorlar. siparişi aldıklarında loncadan çalışma izni istemek, yanında kaç adam çalıştıracağını sormak da yok. tamamen özgürler. bu ayrıcalıklı konumlarından dolayı belki de daha özgün çalışmalar oluşmaya başlıyor.

    ortaçağ sanatındaki geleneksel yapı yavaş yavaş kırılır. ortaçağdaki geleneksel yapıya göre ustalaşmanın en iyi yolu "usta'nın taklit edilmesi"dir. bu taklidi ilk kez leonardo da vinci bırakıyor. leonardo'yla birlikte taklit kendini doğanın incelenmesine bırakıyor. böylelikle lonca teşkilatlarında pratikle ilerleyen geleneksel eğitim sistemi de değişmeye başlıyor. taklit, kendini doğanın incelenmesine bıraktığı için usta çırak ilişkileri de değişime uğruyor. artık taklit önemini yitirdiği için yetenek daha öne çıkmaya başlıyor. atölyelerde pratik yerine teorik ve kuramsal eğitimler verilmeye; bunun harici geometri, perspektif, anatomi gibi yine doğayı gözleme dayalı bir dizi bilgiler verilmeye başlanıyor. öğrenciler canlı modellerle falan çalışmaya başlıyorlar. bu da akademik eğitimlerin temellerini oluşturuyor.

    mesela "deha" kavramı şekil değiştiriyor. sanatçıların kişilikleri sayesinde yaptığı çalışmalar, onların özgünlüğü hep bunun ürünüdür. dehanın başkasına aşılanamayacak, tanrı vergisi bir yetenek olduğu görüşü önem kazanıyor. bu da lonca teşkilatlarının önemini giderek azaltmaya başlıyor. bireysellik ve öznellik artmaya başlar. modern olarak "bireyin kendi bilincinin farkına varması" ilk kez rönesansla mümkün olabiliyor. rönesanstan önce birey kendi farkında değil mi? farkında. sadece sanatta kişisel anlatımın takdir edilmesi ve bunun aranması bu zaman dilimine denk geliyor. yapılan çalışmalar nesnel bir "ne" ye göre değil; öznel bir "nasıl"a göre şekillenmeye başlıyor.

    deha kavramındaki en büyük değişim sanatçıların özgün ve soyut çalışmalara geçmesiyle, bireyselliğe önem verilmesiyle yaşanıyor. mesela vasari, ucello'nun öldükten sonra arkasından sandıklar dolusu eskiz bıraktığından bahseder. peki elimizde ortaçağ'a ait sanatçıların neden eskizleri yok? çünkü özgünlük/öznellik önemli değildi. ortaçağda anlık düşünceye önem verilmiyor. bundan dolayı da kağıda geçirmeye önem vermiyor adamlar. kağıtları korumak için de herhangi bir çabaları yok zaten. onu geçtim ortaçağdaki çalışmaların öznel değeri yok, tamamen salt nesne değeri var.

    artık yaşanan bir olayın, durumun olduğu gibi "nesnel şekilde" anlatılması veya o tabloya yansıtılması önemini yitiriyor. sanatçının öznel olarak nasıl yansıttığı önem kazanıyor. "eylemin güzelliği biçemin güzelliğinin arkasında kaldı" denilir. kısacası rönesansla birlikte, bir savaşın kazanılması ve bunun olduğu gibi resmedilmesi değil, kazanılan savaşın sanatçı tarafından "nasıl" resmedildiği ilgi çekmeye başlar.
  • 1350lerden baslayarak italyada bicimlenmis akım.. bu akımın ilk olarak italyada baslamasının iki nedeni vardır: birincisi, italya ronesansla yuceltilen yunan ve roma uygarlıklarından ikinicisine ev sahipligi yapmıstır ve kendisini bu uygarlıktan kalmıs olan seylerin mirascısı olarak gormektedir. ikincisi ise soyle anlatılabilinir; italya kent devletleri 11.yuzyıldan 15. yuzyıla kadar akdenize egemendi ve bu bolgedeki ticareti elinde tutarak refah icinde varlılarını surduruyorladı.. 1453' te istanbulu fethiyle bu kent devletlerinin dogu akdenizdeki ustunlukleri sarsılmıs, 15. yuzyılın sonlarına dogruysa, egedeki neredeyse butun topraklarını yitirmislerdi..bu durum bu devletlerin dikatlerini akdeniz dısına cevirmelerine yol actı..gerceklestirdigi cografi kesifler dolayısıyla kuzey avrupadan farklı olarak, hristiyan olmayan dunyayla yakın iliskiler icine girdi.. bu durumun etkisiyle laik dusunce kuzey avrupadan once italyada ortaya cıktı..
    ronesansa gore yasamakta oldugumuz dunya yeteri kadar ilgi cekiciydi, bu nedenle baska dunyalara hazırlık yapmak anlamsızdı.. bu donemle birlikte "erdem" anlayısı degisti; dogustan tasıdıgı gunahkarlıgından sucluluk duyan ve obur dunya icin bu dunyada azap cekmesi gerektigini dusunen kisi degil, potansiyelinden yararlanarak onune cıkan fırsatları en iyi bicimde degerlendiren kisi erdemli sayılmaya baslandı..
  • avrupa uygarliginin temellerinin atildigi donem. kilisenin baskisinin ortaçağda hafiflemesiyle birlikte insanlar yeni kesfettikleri bedenlerinin icinde mutlulugu hemen ve simdi istemisler.
  • yasal uyari:
    birazdan okuyacaklariniz tamamen gercektir. alicilarinizin ayari ile oynamayiniz ve mutedil olun efendiler size itidal yakisir!!!

    ronesans isimli bir selcuk basar bestesi var. 1982 yilinda neco efendi soylemis ve orovizyon secmelerine katilmisti. evet evet necovizyon neco. simdi emniyet kemerlerinizi baglayin sozlere geciyoruz.

    ronesans ronesans ronesans
    lahey engizisyon yerini aldi
    karanlik gunler ortacagda kaldi
    kitap, dergi, gazete, baski
    gutenberg seni tarih boyle yazdi

    ah ah ronesans
    ronesans seni aniyorum ben
    ah ah ronesans
    i love you, ich liebe dich, je taime

    edison senle heryer aydinlandi
    simendifer vapur kazan (burda bisi diyor anlamadim) saldi
    radyo televizyon yerini aldim
    ronesans bunlar senden miras kaldi

    ah ah ronesans
    ronesans seni aniyorum ben
    ah ah ronesans
    i love you, ich liebe dich, que je taime

    *tanrim merhamet et bize daha fazla dayanamayacagim. ama ronesans askiyla yine de devam ediyorum, iste en sevdigim kisim:*

    despotlugun yerini demokrasi aldi
    derebeylik bitti eskicagda kaldi
    humanizma bize kollarini acacak
    ronesans ronesans islevini yapacak

    ah ah ronesans
    ronesans seni aniyorum ben
    ah ah ronesans
    i love you, ich liebe dich, que je taime

    * yok yok devam edemeyecegim. bir sarki sozunde; simendifer, ah ah ronesans, ronesans islevini yapacak, "ich liebe dich ronesans" gibi sozcukler geciyorsa.. yok ben bu cumleyi tamamlayamam, necovizyon varken ben sozlugu birakin harita metot defterine bile bir sey yazmiyorum. beynim kavruldu, ortun beni..

    edit: isin vehametini daha iyi kavramak icin buyrun buraya birkac damla goz yasi birakin. birinciyi, ikinciyi ve ucuncuyu ozumseyiniz ve bir daha asla ama asla tayfun duygulu ile dalga gecmeyin.

    http://www.geocities.com/…oncity/6108/natfin82.html
  • fransızca bir sözcük olan renaissance, 18. yüzyılın sonlarında fransız sanat tarihçileri tarafından, 16. yüzyıl başlarında italyan yapılarındaki antik mimari formlarının yeniden kullanılmasını açıklamak üzere kullanılmaya başlamıştır. terim, daha sonraları tüm 15. ve 16. yüzyılları kapsayacak şekilde genişletilmiş; resim, heykel ve dekoratif sanatları da içine almıştır.

    rönesans sözcüğü, dar anlamıyla antikçağ üzerindeki incelemelerin yenilenmesi, yeniden doğması anlamına gelmekle birlikte bu tanım, rönesans’ın sadece bir yönünü ortaya koymaktadır. çünkü bu dönemde sadece antikçağ üzerindeki incelemeler yeniden ortaya çıkmamış; beraberinde temelli bir entelektüel hareket de söz konusu olmuştur. genel olarak 14. yüzyıldan 16. yüzyılın sonuna tarihlenen rönesans döneminde, başta italya olmak üzere avrupa’da büyük değişiklikler meydana gelmiş; bilimden felsefeye, felsefeden sanata ve edebiyata uzanan bu değişiklikler, klasik dönemdeki kavram ve değerlerin yeniden doğuşu ve yeni ideaların gelişimi olarak tanımlanmış ve “rönesans” adını paylaşmışlardır.

    bir terim olarak “rönesans”, ilk kez giorgio vasari’nin 1550 tarihli "le vite de’ piu architetti, pittori, e scultori italiani "adlı kitabında sanatların yeniden doğuşu anlamında kullanılmıştır.terimin anlamının edebiyat ve sanat etkinliği olarak belli bir dönemi içermesi ve yaygınlaşması 18. yüzyılda gerçekleşirken; rönesans üzerine incelemeler, 19. yüzyılda başlamıştır. fransız tarihçi jules michelet 1855 tarihli fransız tarihi’nin bir bölümünü la renaissance olarak adlandırırken 1860 yılında isviçreli sanat tarihçisi jacob burckhardt, italya’da rönesans kültürü adlı kitabında, rönesans kültürünü organik bir bütün olarak tanımlamış; bu döneme damgasını vurduğunu belirttiği “dünyanın keşfi” ve “insanın keşfi”ni klasik edebiyatın yeniden doğuşundan çok insan düşüncesinin yeni atılımlarına bağlamıştır.

    rönesans sözcüğü tanımlanırken, klasik değer ölçülerine bilinçli olarak dönüş ve klasik örneklerin bilinçli olarak taklit edilmesi gerçeği üzerinde durulmuştur. ancak klasik örneklerin kullanımı ortaçağ boyunca da sürmüş; ortaçağda da klasik değer ölçülerine “bilinçli dönüşler” gerçekleşmiştir. “rönesans öncesi yeniden doğuş” örneklerini sanat tarihçisi erwin panofsky sistematize etmiştir. renaissance and renascences in western art adlı kitabında panofsky, karolenj döneminde, otto ve anglo-sakson dönemlerinde antikitenin canlandırılmasından ve 12. yüzyıl rönesansından söz etmektedir. kültür tarihçisi arnold toynbee de, 500-1500 tarihleri arasında batı uygarlığının üç kez helenistik çağa döndüğünü belirtmiştir.

    günümüz tarihçileri ve özellikle ortaçağ araştırmacıları rönesans ile ortaçağı birbirine tümüyle zıt dönemler olmaktan ziyade birbirinin devamı olan, birinin diğerinin içinde biçimlendiği dönemler olarak görme eğilimindedirler. bu araştırmacılara göre, rönesans insanı aslında bir ortaçağ kişisidir; rönesans, tekil değil; çoğul bir anlama sahiptir ve bu bağlamda ortaçağda da çeşitli “renascence”lerden söz edilebilir.diğer bir deyişle, rönesans’ı yeni bir çağın başlangıcındaki küçük bir aşama olarak görmek gerekmektedir.seçkinler katında sınırlandırılabilecek bir fenomen olan rönesans döneminin belirleyici öğelerinin pek çoğunun ortaçağdan devralındığı görülür. ancak rönesans’ı tanımlarken de, dönemin ortaçağ ile ilişkisini sorgularken de antikçağın değerleri devreye girmektedir.

    rönesans’ın başlangıcı, onu hazırlayan gelişmelerin gözle görünür hale geldiği, 14. yüzyıla tarihlenir. nitekim 14. yüzyılda, hıristiyan avrupa’nın büyük bir kısmını büyük bir birlik içinde toplamış olan evrensel ortaçağ devleti, ulusal devletlere bölünmeye; orta sınıf, ekonomide aktif rol oynamaya başlamıştır. bütün bunlar kilise’nin gücünü sarsmış; kentli burjuvazinin yeni bir dünya görüşü ve yeni bir yaşam biçimi oluşmuş ve nihayet avrupa kültürü temelli bir değişim sürecine girmiştir.

    bu değişimin merkezi olan italya’da, floransalı, cenovalı ve venedikli banker ve tüccarlar yeni bir dünya görüşünün güç kazanmasında başlıca rolü oynamışlardır. rönesans hareketi, edebiyat, felsefe, bilim, sanat ve siyaset alanlarında ortaçağ kavramlarının değiştiği, yeni bir dünya görüşünün değer kazandığı 14. yüzyıl italya’sından 15. ve 16. yüzyıllarda tüm avrupa ülkelerine uzanmıştır.

    rönesans döneminin evreleri ve ne zaman sona erdiği konusunda da tam bir görüş birliğine varılabilmiş değildir. vasari’den bu yana italyan rönesansı, 1410-20’lerden 15. yüzyılın sonuna kadar erken rönesans, 16. yüzyılın ilk yarısı yüksek rönesans ve 16. yüzyılın ikinci yarısından 17. yüzyıla kadar olan dönem de geç rönesans ya da maniyerizm şeklinde dönemselleştirilmektedir. rönesans’ın sona erdiği tarihe ilişkin olarak bazı bilim adamları 1520’leri önerirken, diğerleri 1600, 1620, 1630 ve hatta daha sonraki yılları tercih etmektedir. ancak rönesans gibi birçok bölgeyi, edebiyattan sanata ve felsefeye uzanan birçok alanı kapsayan bir hareket için, “bitiş” yerine “dağılma” sözcüğünü kullanmak yerinde olacaktır.

    bir sona erme yerine, hareketin yayıldıkça bütünlüğünü yitirmesi ve tıpkı ortaçağda skolastik felsefe ve gotik sanatta olduğu gibi bir çözülme sürecine girmesinden söz etmek olasıdır. italya’da 1520’li yıllar, görsel sanat alanında yüksek rönesans’tan maniyerizm olarak adlandırılan eğilime geçişi ifade eder. ancak, maniyerizm, toskana ve roma’da ağırlıktayken; venedik’te yüksek rönesans’ın sürdüğü görülmektedir. edebiyatta ve felsefede ise, maniyerizm’in varlığına karar vermek dahi güçtür. gramer okullarından sanat akademilerine kadar birçok alanda rönesans pratiklerinin daha uzun süre hayatta kaldığı; bu kültürel bileşimin ayrışması sürecinin, bilim devrimi ve barok’un yükselişiyle birlikte on yedinci yüzyılın başlarında meydana gelmiş olduğu dikkate alınırsa, rönesans’ın dağılma süreci, galileo ve descartes’ın çağı olan 17. yüzyılın ortalarına götürülebilir.

    rönesans hareketi, modern çağların başlangıcını değil; modern çağlara geçişin başlangıcı oluşturan bir hareket olarak kabul edilmelidir. nitekim, rönesans döneminde modernlik, bilim, yöntem ve doğa tasarımı konusunda atılan adımlar, 17. yüzyılda descartes ile yeni bir “yöntem” doğrultusunda sistematize edilir ve bu nedenle descartes, modern düşüncenin temeline, rönesans döneminin de sonuna konur.
  • ortaçağ ve rönesans haritalarında deniz canavarları: görsel
hesabın var mı? giriş yap