• film sinematografik olarak çok güçlü. bu açıdan, son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden. ayrıca çok rahat izlendiğini belirteyim. eğer izlediğiniz film üzerine en azından bir kaç gün düşünebilmeyi seviyorsanız, izlemenizi tavsiye ederim.

    --- spoiler ---

    this is the end my only friend
    filmin açılış sahnesinde, aslında filmin sonunu izliyoruz. yönetmenin bunu gizlemek gibi bir derdi olmadığı çok açık... ve hatta, filmin sonunu izlediğimizi açık açık belirtiyor ki, tıpkı filmdeki karakterler gibi, bizler de çaresizliği daha filmin başından öğrenelim. çünkü film boyunca, adına ister kadercilik, isterseniz öğrenilmiş çaresizlik deyin, yaşayacaklarına razı olan insanlar seyrediyoruz.

    escape from the true false world
    donörlerimiz, henüz çocuk yaşta çıkış olmadığına dair şartlandırılmışlar. oyun oynarken, okul çitlerinin dışına kaçan topu almaya gidemeyecek kadar korkuyorlar. onlara anlatılan hikayeye göre, o çitlerin dışına çıkan çocuklar öldürülüyormuş. hatta o kadar vahşice öldürülüyorlarmış ki, elleri ve ayakları kesiliyormuş. çok çarpıcıydı ki, çocuklar aslında donör. yani organları için hayatta tutuluyorlar ve ileride organları için kesilip biçilecekler. yani aslında çocukları, kendi kaderleri ile korkutuyorlar; dışarı çıkarsan ölürsün diyorlar, dışarı çıktıklarında ölecek olan çocuklara. film boyunca çocukların kaçmaya çalışmamalarının, isyan etmemelerinin temelinde bu korku var.

    this reality is really just a fucked up dream
    bakıcıları, okuldan uzaklaştırılmasına neden olan son derste, çocuklara asla bir hayatları olmayacağını söylüyor. burada da sanırım, kapitalizmin bize, hepimize söylediği yalanlar üzerinden konuşabiliriz. çok çalışırsak ve bize söyleneni yaparsak istediğimiz her şeyi olabiliriz. evet, bunun için belki de başkalarına hizmet etmemiz gerekecek, hayatlarımızı şirketler, bankalar, krediler döngüsünde yaşayacağız ama sonuçta istediğimiz bir şey olacağız. bakıcı kadın son derste, aslında sadece çocuklara değil, sistem içerisindeki herkese sesleniyor. bir şey olana dek, defalarca o masaya bizler de yatıyoruz. bankalar için, şirketler için... kısacası, bir şey olabilmek için hizmet ettiğimiz bu sistemin varlığını uzun süre sürdürebilmesi için, hepimiz donörüz aslında. ilk seferde olmasa bile, ikinci seferde masada kalıyoruz. şanslıysak, o masaya dördüncü kez yatabiliyoruz... ama aslında, biz yarım hayatlar sürerken, sistem varlığını olanca sağlığıyla yaşasın diye yapıyoruz bunu. bakıcı kadınsa hepimizi uyarıyor; bu sistem içerisinde, aslında bir hayatımız olamıyor.

    salonlar, piyasalar, sanat sevicileri
    film, oldukça marksist bir yaklaşımla çocuklara yaşam hakkı tanımayan burjuva sanatı ve galeri kavramlarını da tartışmaya açıyor. çocukların da insan olduğunu anlatabilmek için, galeriye çocukların eserlerini götürüyorlar. bir ihtimal burjuva sınıfı, bu eserlerden ve dolayısıyla sanatsal ifadeden yola çıkarak çocuklara yaşam hakkı tanısın diye çabalıyor bakıcılar. tüm bu emeğe karşın, sistem çocuklara yaşam hakkı tanımıyor. metafor olarak galeri, yepyeni okumalara açık olan bir kavram. buradan yola çıkarak burjuva sınıfı ve sanat kavramı üzerine onlarca yıldır devam eden tartışmalara girebiliriz. konuyla ilgili kendi düşüncelerimi, oldukça yüzeysel olarak daha önce paylaşmıştım: (bkz: #15820857)

    love is not enough
    filmin bir başka iddialı yaklaşımıysa, hayatta kalmak için aşkın yetmediğini söylemesiydi. sanatsal yaklaşım, kişinin kendini en rahat ifade tarzıdır ve sistemin galerisinde bu durum yeterli görülmemektedir. filmdeki karakterler, biraz daha yaşamak için, sanatsal ifadenin altında yatan aşkı öne sürerler. olumsuz cevaplasa da, sanat eserlerini değerlendiren sistem, aşka ise hiç şans tanımaz. hayatta kalmak için insanları olanca çıplaklığıyla ete dönüştüren bu sistemin, aynı insanların aşkına yaşama hakkı tanıyacağını düşünmenin saflık olacağını söylüyor film.

    so what
    aslında film boyunca izleyiciden, çocukların neden kaçmadığını, neden isyan etmediklerini, neden kadercilikle ve öğrenilmiş çaresizlikle yaşadıklarını sorgulaması isteniyor. çünkü bunu yapınca anlayacağız ki, hepimizin başkaları için yaşadığımız yarım kalmış hayatları var... kendimizi ifade ediyoruz ama dinleyen yok. aşık oluyoruz ama kimsenin umrunda değil. gittikçe yalnızlaşıyor ve bu sayede sistemi daha da güçlü kılıyoruz. filmde olduğu gibi, parçalanmış, iletişimsiz küçük gruplar halindeyiz. bu durum yaşama hakkımızı tanımayanlar tarafından yönetilmemizi kolaylaştıyor. film, yaşama şansı olmayan çocuklar üzerinden yüzümüze ayna tutuyor.

    --- spoiler ---
  • kitabı yada filmi, yazarının biyoloji ve insan doğası konusunda hiçbir fikri olmadığı gösterdi. klon olsun veya olmasın herhangi bir canlıyı (kuş beyinli olsa, hatta düşünme yeteneği olmasa bile) öldürmeye kalktığınızda yada bunu farkettiğinde hayatta kalmak için "herşeyi" yapabileceğini görürsünüz. touching the void ve uruguayan air force flight 571 hayatta kalmaya çalışmak konusunda fikir verebilir. imdb'de filmin türlerinden biri olacak sci-fi gösteriliyor ama bunun kesinlikle fantasy ile değiştirilmesi gerekli.

    --- spoiler ---

    gördüğüm ve aklıma geldikçe saçımı başımı yolduran sorular kısaca şöyle:

    - kaçıp gitmelerini engelleyen şey nedir?
    - sadece hayatta kalma dürtüsünü geçin, insan sevdiğine birşey olmaması için o hasteneyi, bunu yaptıran insanları benzin döküp yakmaz mı?
    - eğer hikayemiz gerçek aştan bahsediyorsa; bunun organ bağışlamaktan çok öte birşey olduğunu ve herşeyin ötesine geçebileceğini bilmiyor mu? yazarımız hiç aşık olmamış mı?
    - eğer sadece koşullandıkları şeyleri yapıyorlarsa; öğretmedikleri aşık olma hissi ortaya çıkarken hayatta kalma güdüsü neden ortaya çıkmıyor?
    - bir "yaratık" sevebiliyor, kıskanabiliyor, gülebiliyor, erteleme olmadığına isyan edebiliyor ve merak edebiliyorsa neden hayatta kalmayı yada yaşatmayı istemesin?
    - eğer görevi yerine getirmekte bu kadar isteklilerse neden ertelemekle uğraşıyorlar? onları ne alıkoyuyor?
    - okuldan ayrıldıklarından sonra bile bağış görevine devam etmelerini sağlayan ney?
    - organların bağışlandığı kişiler kimler? kimin yaşayacağına kimin öleceğine kim karar veriyor?
    - organ bağışlamayı reddedenlerin başına ne geliyor?
    - organ bağışlayıp ve ölmek nasıl yasal hale gelmiş, arka planı nedir?
    - okula sonradan gelen öğretmen lucy gibi bu fikrin yanlış olduğunu düşünen insanlar nerede?
    - çelişki: çitleri atlarlarsa başlarına ağaca bağlanıp ölmek gibi şeyler gelmesinden korkanlar organlarını bağışlayınca ölmekten neden korkmaz?
    - "kulübeler"den sonraki dış dünyada geçen 10 yıl boyunca nasıl oluyorda diğer insanların kendileri gibi 20~lerinde ölmediğini sorgulamıyorlar?
    - sevişebildiklerini gördüğümüzden; hamile kalırlarsa ne oluyor?
    - klon bile olsa, bir insanın 20~lerinde ölmesini bir diğer alıcının 80~lerinde ölmesinden daha iyi kılan nedir?
    - olayların 1952 de geçtiği iddia ediliyorsa; uzaktan kumandası olan tv bile yokken klonlama nasıl mümkün?
    - en temel içgüdüyü bastıran nedir? (bkz: hayatta kalma güdüsü)

    --- spoiler ---
  • kazuo ishiguronun 2005 yilinda yayimlanmis inanilmaz etkileyici kitabi. icinde genetik test tartismalardansa sembolik anlamlar aramaya dalinasi, orasindan burasina suruklenilesi ve, evet, defalarca okunasi kitabi.

    olayin aslinda sade bir yetimhanede gecmedigini ilk anladimda, konunun hollywoodda para basmasi planlanmis bir senaryayo donuseceginden korkmadim degil acikcasi. dilin sadeligi de tabi aksine bir tuyo vermedi. ancak son elli sayfa sendromundan yeni kalkmis biri olarak rahatlikla ifade edebilirim ki never let me go bir filmde şık duracak bir oyku olmakla beraber, kesinlikle bu amaca hizmet etmiyor.

    --- spoiler ---
    bir miktar spoiler yapmak gerekirse, kitapta organ bagislari ile beraber hayatlarini da tamamlayan donor arkadaslarinin hikayesi 31 yasinda ne hikmetse hala carer* olan kathynin agzindan anlatiliyor. simdi konunun organ bagisi ile sinirli kaldigini sanmayin, zira bu aslinda klon olan arkadaslar klonlarin da ruh sahibi oldugunu ve kaliteli bir hayati hakettigini kanitlamaya calisan insanlarin kurup yasattigi hailsham yetimhanesine buyuyorlar.
    --- spoiler ---

    ve bir de kitabi okuma firsati bulursaniz unutmayin ki "norfolk is the lost corner of england" ve aradiginiz kaybettiginiz herseyi orada bulabilirsiniz.
  • --- spoiler ---
    romanın etkileyiciliği hikayeyi dinlediğiniz kathy h.'nin hailsham'ı nasıl kanıksayıp, nasıl normalleştirildiğinde yatmakta sanırım. kathy h. size hailsham'daki hayatı, dostlukları, ne kadar özel hissettiklerini uzun uzun kitabın 1. bölümünde anlatır. adeta bir çocuğun ağzından okul yıllarının dinlemektesinizdir. çocukların kimliklerini, karakterlerini , hainliklerini, hocalarının yanında özel hissetme çabalarını uzun uzun anlatılır romanda. adeta sizin çocukluğunuz gibi. farkı kitapta çok az bahsi geçse de bu çocuklar sizin için yetiştirilmektedirler - adeta bir bitki gibi ama ruhu olan-, sizin organ ihtiyaçlarınızı karşılamak için vardırlar. bu çocuklara verilen diğer bir görev ise çocukların çağrılmayı beklerken çağrılan arkadaşlarına organ bağışından sonra nekahat dönemlerinde bakmalarıdır. -hangisi kötü acaba-

    kitapta beklentinizin aksine duygu sömürü yoktur. aksine o kadar normal, hayata dair bir süreç anlatılır ki ara ara içiniz üşür. ayrıcalık, seçilmiş olma şerefi muhteşem bir kabullenmeye dönüşür. ve kitap son bölümüne de kabullenilmiş,sınırları çizilmiş net bir hikayeyi anlatırken, son bölümde madalyonun öte yüzünü görür hikayenin hikaye olmadığını fark edersiniz.

    okunası bir kitaptır. etkileyiciliği ise kitabın konusunu unutmamanız ve empati yeteneğinize bağlıdır.
    --- spoiler ---
  • izleyiciyi durtuklemek isteyen bir fim.
    yazin urunu oldugu daha ilk sahnesinden belli.
    bu nedenle dusunmek, eselemek, kurcalamak gerekiyor. the island'dan farkli olarak.
    ancak dunya eskisine gore cok daha hizli dondugu icin (oyle degil mi yoksa?), bulmacali sorgulamacali kendini isin icine katmacali yapitlar pek tutmayabiliyor. zaman darliginda zor gelip eglenceli bulunmayip, kapiyi kapattirabiliyor okura, izleyiciye.

    kendi adima, ilk izlenimlerimde "hayatta kalma güdüsü"nun yoklugu, karsit gorusun savasimin direnisin yoklugu gozume batmisti.
    sonucta bir sinema filminde gerceklik, kurgusal tutarlilik, mantiksal baglar aramaya aliskiniz. mantigimiz da diyor ki, yerlileri kesen cizvitlere de, kolelige de, hayvanlarin deneylerde kullanilmasina da karsi cikanlar direnenler hep var olmustur. hayatta kalma gudusu herseye baskin gelms, gaz odalarinda bile bir incecik delikten filiz vermistir.
    (bu eksikler bir seylerin altini bos birakiyor benim icin, etkiyi torpuluyor. belki boyle olmasi gerekiyordur, ya da erisemiyorumdur.)

    durtukleme kisminin pesini birakmayalim.
    filmin bittigi, biraktigi yerden surdurelim.
    aslinda yapimin derdi baska yerlerde, sistemi ayna-ters edecegi bir egretilemenin pesinde.
    bir kurgu bilim yapimina 2050 yerine 1950'lerden girmek nedendir? buradan yola cikilabilir yapimin neyi amacladigini, neden bu yoldan gittigini sorusturmaya.
    egretilemenin pesinde, bu sorularin yanitlarinda, icinde bulundugumuz gerceklikle, bagli bulundugumuz kosullarla ilgili, bizi ayiran duvarlarla, sinirlayan cizgilerle ilgili, yuze su carpan yansimalar var .

    izleyenlerin genelde aklina "neden isyan etmiyorlar?" takilmis.
    bir kenara koymak gerek, su anda bizi izleyenlerin aklina da ayni seyin takilmadigi nereden belli?
    hani w. reich demisti ya, "asil aciklanmasi gereken, neden ac insanin caldigi ya da somurulen adamin grev yaptigi degil, neden ac insanlarin cogunun calmadigi ve somurulenlerin cogunun greve gitmedigidir."
    "neden isyan etmiyorlar?" diye soran izleyici, ya sen neden isyan etmiyorsun?

    bir gorev pesinde, bir odev bilincinde, yasamdaki sorumluluklarini bilen sinirlarini cizgilerini hadlerini ozumsemis cocukcagizlara aciyoruz.
    onlari parca parca eden, guzel yuzlerine baktiginda "et", "kan", "organ" goren 'ulusal organ bagisi sistemi' zalimligine kiziyoruz.
    kollarina bagli elektronik kelepceleri garipsiyoruz.
    peki sabahlari aynamizdan ne yansiyor?
    mudurumuz, patronumuz, dekanimiz, komutanimiz, valimiz, komiserimiz, muhabirimiz, doktorumuz, reklamcimiz, avukatimiz, emlakcimiz bize baktiginda ne goruyor? simdi oturdugunuz yerde yigilip kalsaniz, yarin sabah ne degisir bunlarin bakislarinda?
    su anda simdi, kimileri isyerlerine giriste cikista kartlarini okuturken, insancil gereksinimler icin tuvalet takip sistemi'ni kullanirken ne duyumsuyoruz?

    sanat galerileri, salonlar, piyasalar; zenginler ve kose baslarini tutmus bilgicler icin tatmin yeri. "bu zavalli yaratiklarin ruhlari var mi?", "yaraticiliklari, akillari calisir mi?" diye soranlar icten ice.
    bildiniz mi, "ormani ormanin icinden anlatmak" nicedir? ya da sait faik'in birkac on yil once sordugu, "bir yangindan sadece bir tek seyi kurtarabilecek durumda olsaniz 'la joconde' tablosunu mu kurtarırdınız, yoksa bir zenci cocugunu mu?” sorusuna ne yanitlar almistir?

    kendi egitim aldiginiz kurumlara, ogretmenlerinize yoneticilerinize bir baktiniz mi hailsham'i, oranin ogretmenlerini, mudiresini gaddarlikla suclamadan once.
    ogretmenleriniz ki, vatana millete hayirli evlatlar yetistiren. gerektiginde sehit suheda, kinali kuzu. saci giyimi ahlaka uygun. oturmasini kalkmasini bilen. oldu tecavuze ugradi, yine bile gikini cikarmayacak, edepli uslu kendi sehpasini sessizce tekmeleyecek. kimi aciktan vatana millete zararli cocuklar yok edilsin diye dusunen, gereginde polisi askeri zararli tohumlarin uzerine capalamaya gonderen. kimi bunu alttan alta duyumsayan, duyumsatan.
    okuttugu kitaplarda; atalarinin kilicindaki kan lekelerini opmeyi gorev bildirecek, evdeki silahin namlusunu agzina sokup cikarmaktan zevk aldiracak meseller gizli.

    hailsham'da uydurulmus o aptalca oykulere masallara kanan cocuklara gulmeden, "citlerine disina bunun icin mi cikmiyorlarmis?" demeden, "sahiden ruhlarinda ask oldugunun anlasilacagina, bunun icin birkac yil kazanacaklarina inanmis bu bunlar?" diye soylenmeden once, "cinler", "periler", "mizrakli ilmihaller" neremizde duruyor bir dusundunuz mu?
    siz nicin sinirlarin icindesiniz ornegin? tuttugunuz takima bagliliginiz, inandiginiz dinin kurallari, saygi duydugunuz kisiler, dogru buldugunuz politikalar. gercekten, sahiden, neden?? fisiltiyla kendi kendinize de olsa nedir yaniti? neden oturuyorsunuz su anda burada, neden duruyorsunuz orada?

    dostoyevski, "eger bir kentin mutlulugu, her gun bir kucuk kizin iskence gormesine bagli olsaydi hangisini tercih ederdiniz?" diye sormustu, konformizmi durtuklerken.
    guantanamo'ya, irak'a, diyarbakir cezaevi'ne, pozanti'ya filan girmeyelim hic.
    sokakta yururken gordukleriniz yetmez mi? gazetelerde ucuncu sayfalarda, haber bultenlerinde karsiniza cikanlar? mutsuzlar, dislanmislar, asagilanmislar, ezilmisler, "hayatin sillesini yemisler". bir avuc insanin zevki sefasi sursun diye aclikla, cehaletle, yoksullukla, yoksunlukla bogusan milyarlarca insan. temiz suya, temiz tuvalete erisemeyenler. yarin sabah nereye uyanacagini bilemeyenler. sabaha sag salim cikacagini, pazar yerine sag salim varacagini bilemeyenler. temiz giysilerini giyip cikip kirlarda sahillerde dolasamayanlar. issizler. kimsesizler. borcundan nefes alamayanlar. can sikintisindan bogulanlar. kimselerce anlasilamayanlar.

    bir yerlerde yaktilar diri diri, "yok baska bir cehennem yasiyorsunuz iste" diyenleri.
    bir yerlerde kanali degistirip gectiler.
    bir yerlerde yakaladilar, boyunlarina zil takip saldilar ormana, ac kalsinlar diye.
    bir yerlerde koseye kistirip sovduler, dovduler.
    bir yerlerde sabah dortte yagmurlarla surduler.

    yeserdi mi cehenneminiz?
  • (ishiguro nobel alınca 6 yıl önce kitap hakkında yazdığım bir yazıyı anımsadım, buraya da ekleyeyim, burada da dursun dedim.)

    roman etik değerleri sorgulatan bir distopyaydı benim için.

    --- spoiler ---

    kitabı okurken öncelikle dille ilgili bir şey dikkatimi çekti. kath, ruth ve tommy'nin ilişkisine, hailsham'a dair diyaloglar ya da tasvirler hep çok çocuksuydu. tamam, başta zaten çocuktular ama bana öyle geldi ki erişkin olduklarında bile çocuktu klonlar. belki büyüyene kadar yaşadıkları sosyal izolasyon, belki ebeveynden yoksun büyümeleri, belki öğretmenlerinin onlara yaklaşımları (tam olarak çocuk gibi de davranamıyorlardı gerçi, normal bir çocuk gibi görmüyorlardı onları - kitabın sonunda anladığımız üzere) onları hep immatür olmaya mahkum etmişti. yazar bunu bilinçli mi yaptı bilinçsiz mi bilemiyorum ama bence kitapla ilgili etkileyici bir ayrıntıydı bu dil kullanımı.

    elbette etik açıdan canavarca bir hikaye romanın hikayesi, organ bankası gibi kullanılan insanların çocukluklarından bu yana dünyaları, duyguları, hayatlarını anlatan bir hikaye dramatik olmayacak da ne olacak değil mi? bu tip distopyalarla ilgili şu aklıma takılıyor, insanı gerçekten canavar olarak tasvir ediyor hepsi. düşünün şimdi böyle bir uygulama getirilecek olsa...çoğunluk karşı çıkar buna diye düşünüyorum ben (yoksa çok mu iyimserim)
    korkunç bir dünya tasviri genel olarak. sonra şunu düşündüm, neden distopyaları okumaktan hoşlanıyorum/hoşlanıyoruz? sanırım gelecekle ilgili zihnimizde yer alan kaygıyı (yüzer gezer ve bir şeye bağlanmayan bir kaygı) somut bir yere bağlamanın kaygımızı yatıştıran bir tarafı var (kötü bir gelecek öngörüsü olsa bile en azından belirli bir öngörü olduğu için belki. çünkü insanın temel dertlerinden birisi, bilinmezlik)
    korku filmleri de benzer nedenlerle izleniyor/seviliyor diye düşünürüm: varoluş kaygısını somut, belirli ama gerçek olmayan bir yere bağladıkları için.

    kitabın beni en çok çarpan kısmı madam'ın evindeki konuşmalardı. biz kitap boyunca klonlarla identifiye olarak kitabı okuduğumuz için, onları hep büyüme hikayelerini anlatan çocuklar olarak görmüşken, aslında tüm dünyanın onları birer mahlukat, örümcek, yaratık olarak gördüğünü orada anlamamız bence çok dramatik bir noktaydı. kitapta, bu çocukları en çok düşünenler olan, duyguları olduğunu ispat etmeye çalışmak için galeri fikrini ortaya atan, 'humanist' miss emily ve madam bile onları birer yaratık olarak görüyorlardı aslında.

    burayı okurken çok hüzünlendim. hayvan hakları meselesini düşündüm. insanî ve ölçülü bir şekilde et tüketmek aslında o kadar kötü bir şey değil diye düşünürüm bu konuda, aynı o klonları insanî şekilde yaşatmanın, onların organlarını tek tek alma fikrini yumuşatacağını düşünen madam ve emily gibi. oysa hayvanların da yaşamaya en az bizim kadar hakkı var
    (eklemem gerek insan klonu ve hayvanı eş tutamam, bu ikisi benim zihnimde ayrı etik basamaklar ama yine de hayvan/et yemek meselesinde ikiyüzlü davrandığımı düşündüm açıkcası buraları okurken)

    --- spoiler ---

    değer yargılarımı sorgulatan her eseri severim, bu roman da sevdiğim bu eserlerden biriydi. çatışmalı, derin ve hüzünlü bir konuyu, dingin ve sade biçimde anlamayı başarmış bir roman. bu sadelik ve dinginliğin, konunun dramatikliği ile yarattığı kontrast çok hoşuma gitti.
    bir not düşeyim, filmini izlemeden romanı okuyun derim.
  • filmin sonu derinden vurur insani. biz filmdeki genclerin caresizligine uzulurken ve acirken kiz son sahnede bizi silkeler ve der ki;

    spoiler

    bazen kurtardigimiz insanlardan farkli bir hayatimiz olup olmadigini merak ediyorum. cogumuz neden bu dunyada oldugumuzu, neden yasadigimizi bilmeden ve ne kadar zamanimiz oldugunu hissedemeden bu hayati "tamamliyoruz"...

    spoiler

    hepimiz oyle veya boyle bir misyonu tamamlamak icin bu dunyadayiz.

    not: ilk defa spoiler kullandim ve cok heyecanliyim,evet.
  • etkileyici bir film. insan klonlayanların anacığını sikerün.
  • cuma günü izlediğim, bütün hafta sonumu mahveden film.

    filme/kitaba dair genel olarak herkes niçin kaçmadıklarına, isyan etmediklerine kafayı taksa da ben çocukluklarında asılı kaldım. hemen sebebine gelirsek;

    --- spoiler ---

    tommy sorunlu ve hırçın bir çocuk. herkes tarafından özellikle de ruth tarafından dalga geçilen, istenmeyen bir çocuk. ruth'un yakın arkadaşı kath ise tommy'ye aşık. aşkın dönüştürücü, iyileştirici gücü tommy'yi de etkiliyor. tam kath ve tommy olmuş derken, ruth araya giriyor ki ne giriş. tommy saçma bir şekilde kath'i bırakıp, ruth ile takılırken, kath sadece onların ayrılmasını beklemek zorunda kalıyor. bir çok kimse ruth'a gıcık olmuş ama ben zerre sallamadım kendisini. burada dangalaklığın daniskasını tommy yapıyor.

    yıllar geçiyor ve kendi aşkına değer biçemeyen başkalarının gözünde bir zavallının ötesinde olmayan tommy, aşkını bir kaç yıl yaşamak için onlardan müsade istiyor. sen o aşka değer verdin mi ki başkalarından bunun değerini ölçmelerini bekliyorsun? onların gözünde sadece "poor creature" iken hem de. ah tommy ah. evet sizler sadece organları alınmak üzere beslenen, büyütülen ve görevini tamamladığı an yok olacak canlılardınız. ama diğer kopyalara göre şanslıydınız da. hailsham'daydınız. iyi eğitim aldınız. güzel bir ortamda büyüdünüz. ve bir kız geldi, tuttu ellerinden. sen ne yaptın? niye yaptın? niçin kısacık ahir ömrüne kath'i sığdıramadın da gittin ruth'un ellerini tuttun. hem de kath'e aşıkken, o da seni seviyorken, çaresizce seni bekliyorken?

    ben sizin başkaldırmanızı, kaçmanızı beklemedim hiç. isyan edebileceğinizi aklıma bile getirmedim. biz güya özgür insanlar, neye başkaldırıyoruz ki? aramızda en çok ezilenler, güçlüyü en çok destekleyenler değil mi? onlara başkaldırdığımızda bizi dibe çeken onlar değil mi? o sebeple sizden böyle bir beklentim yoktu. tek beklentim, bir gün kath'e ben seni seviyorum diyebilmendi. onu bile senin yerine ruth yaptı. ruth bile senin aşkına senden çok değer verdi. sense tuttun sizi sadece organlarınız için yetiştiren bir sistemden aşkınız için af bekledin. sen o aşka yıllar önce sahip çıkacaktın tommy. o zaman o çok yücelttiğin aşkı yaşamak için en az 20 yılın olur; 3-5 yılın peşine düşmezdin. geçmiş olsun.

    --- spoiler ---

    filmin çekildiği mekanlara bayıldım. müziklerin tadı ise hala damağımda. bu da içimi en çok acıtanıdır.
    https://www.youtube.com/watch?v=ve81_zc5ocu
  • daha girişinde bile, filmi yorumlamak için ihtiyacınız olan tüm cümleleri elinizden, parmaklarınızdan ve belleğinizden kopartan bir film.

    açıkçası ''üzerine yazmakta zorlanıyorum klişesini'' kullanmaya çekiniyorum ama tam olarak bu hissiyatın ete kemiğe büründüğünü hissediyorsunuz film bittiğinde.kitabını okumadım. okumayı da düşünmüyorum. bir kez daha rahatsız olmak istemiyorum. eminim ki kitap daha da rahatsız edicidir.

    yalnız onlar ne kadar güzel renkler, ne kadar güzel mekanlar, ne kadar güzel eşyalar, kıyafetler. ne kadar güzel carey mulligan. ne kadar boktan keira knightley(bu filmden bağımsız olarak da). ve ne kadar boktan hayatlar.

    --- spoiler ---

    şu neden kaçmadılar olayı ile ilgili konuşmanın pek lüzumu yok açıkçası. neden bu kadar takıntı edildiğini anlamadım. kitabı okuyanlar açıklamışlar zaten de, bunu anlamak için kitabı okumak gerektiğini düşünmüyorum. filmden hatta filmin konusundan bile çıkarım yapılabilecek bir durum. zira filmde, yetiştirilen klonların gerçek hayat algılarının olmadığı çok net bir biçimde görülüyor. hatta sipariş sahnesi bunu anlamak için yeterli.

    böyle sevebiliyorlarsa kaçmayı da öngörebilirlerdi diyenler için; sevgi insan doğasında olan bir şey. duygularınızı kimse size öğretmiyor. duyguların öğretilen şeyler olduğunu düşünenlerse kaçmaktan başka bir şey yapmıyorlar.

    filmin sonunda o müdire kadın da, isyan edememelerinin sebebini hem onlara hem izleyiciye açıklıyor:

    ''ruhunuzda ne olduğunu görmek için galeriyi kurmadık, ruhunuz var mı diye görmek için kurduk.''

    ve tarlayı çevreleyen çite takılmış poşet ve kumaş parçaları. çitin ötesine geçemeyen çocukların betimlemesi.

    --- spoiler ---

    insanların zevklerine olabildiğince saygılı olduğumu düşünürüm fakat bu film için bu hissiyatımı bir kenara bırakıyorum. vasat film falan diye yazanlar gördüm. hadi hikayeden etkilenmedin anlarım da, o renklerden, mekanlardan, kıyafetlerden de mi etkilenmedin? sadece hikayeden bağımsız bu konsept bile filmi vasatın üzerine çıkarıyor. ya da britanyayı çok seviyorum. bilmiyorum. sadece, mutlaka izleyin.
hesabın var mı? giriş yap