• yaklaşık 7 yaşımdayken izlediğim bir filmdi le grand bleu. hani o zamanlar parliament pazar gecesi sineması falan vardı hatırlarsanız. deniz ilk aşkımdı zaten benim ve babamdan öğrenmiştim dalış yapmayı. birlikte izlemiştik filmi ve onca yıl boyunca bir çok şeyi unuttum fakat o geceyi unutmamıştım. bunda babamı erken yaşta kaybetmemin de etkisi muhakkak vardır. yıllar sonra tekrar filmi izlediğimde gözlerim doldu ve bu filmi, denizi, serbest dalışı neden bu kadar çok sevdiğimi anladım.. hepsi bana babamı hatırlatıyordu.
    insanın hayatındaki kilometre taşlarından birisidir bu film. karşılıksız sevgiye, aşka dair*.. ve gerçekten de anlattığı gibi bir yerdir denizin dibi.. cennet benzeri..
  • filmin iki farkli sonu olmakla beraber aslinda dort versiyonu vardir: french version 132 dak., european version 118 dak., us version 119 dak., ve long version (nam-ı diger director's cut) 168 dak. uzunlugundadir. amerikan versiyonunda mutlu son disinda rezaletler de sozkonusudur: agirlikli olarak diyalogsuz sahneler "bize fazla soyut kacar", diyerek kirpildigi gibi, eric serra'nin muzigi yerine bill conti'ye yaptirilan muzik kullanilmistir. bizde ilk gosterilen versiyonu fransiz versiyonudur, ancak zaman icinde avrupa ve amerika versiyonlariyla da sinema, tv ve vcd vasitasiyla karsilasilmis, hayalkirikliklarinin yaninda, "bu filmde mi bir hal var, bende mi?", seklinde sorgulamalar yasanmistir. ek$i sozluk tayfasi long version'a layiktir.
  • süper bir filmdir. apneacı olan bir kardeşi konu alır. gerçekte luc besson abimiz öyküyü yazarken jacques mayhol adında bir sporcudan ve onun hayatından yola çıkmıştır. filmde bu kardeş hafif delidir. hatta filmde kendisine suyun dibinde neler hissettiği sorulduğunda yukarı çıkmak için bir neden arıyorum cevabını verir. bu arada; esin kaynağımız, 100 metre sınırını ilk geçen apneacı, jacques mayhol 2002 yılının başında intihar etmiştir.
  • bu film insana yaşama gücü, dostluk, rekabet ve bunu gibi pek çok duygunun karışımı bir sos gibi gelir. bir yunus la küçük bir akdeniz kasabasının sokaklarında gezmek ve bunun sokaktaki insanlar tarafından yadırganmaması çok güzel mesajlar verir insanlara. hayatımda izlediğim en etkileyici sahnelerden biri olan tavanın tamamen su olması ve finalde bir yunus un arkasından gitmesi asıl adamamızın unutulur gibi değildir. ve şunu biliriz ki amerikan sineması asla bu kadar sıcak bu kadar anlatmak istediği duyguyu anlatabilen bir film veremiyecektir.
  • bu filmi lugatımızdaki kelimeleri kullanarak açıklamak, film hakkında kesin bir yargı belirtmek çok zordur. filme bir aşk filmi diyebilirsiniz, sizin için bir macera filmi, bir komedi veya drama filmi olabilir ruh halinize göre. ama tüm laf ola beri geleleri bir kenara bırakırsak, filmin insanın üzerinde iz bırakan, kendisini tekrar tekrar izleten yanı, tuttuğunuz yerden elinizde kalmasıdır.

    film şu küçükken okuduğumuz interaktif macera kitaplarına benzer. bir sayfayı okursunuz, arkasından size sayfa altında seçenekler sunar. "kapıyı açmak istiyorsanız 25. sayfaya, kapıyı açmayacaksanız 38. sayfaya gidiniz" gibi. her an, her saniye filmin içinde karakterlerle birlikte hareket edersiniz. johana ile birlikte perunun dondurucuğu soğuğunda jacquesa kahve götürür, enzo ile birlikte batan bir geminin altında sıkışmış bir elemanı kurtarır, jacques ile birlikte 120 metreye dalarsınız. karakterler o kadar başarılı canlandırılmış, çizilmiş hikayeye o kadar başarılı oturtulmuştur ki, an be an kendinizi kaybedip filmin 10 dakikasını kaçırmanız bile mümkündür.

    baştan itibaren johananın şirinlikleri, enzo ile jacquesın eğlenceli muhabbetleri insanı güldürür, hatta bazen bu kadar çok mutlu insan görmekten içiniz kıyılır. ancak bu polyanna gümbürtüsünün altında hafif hafif döşenmiş, sonlara doğru gün ışığına çıktığında ancak kafada kurgulayabildiğiniz, algılayabildiğiniz bir hüzün esintisi eksik olmaz.

    --- spoiler ---
    karakterler birer birer incelendiğinde ortaya sanki bir aşk üçgeni ilişkisi çıkacak gibi olur, aslında bir aşk üçgeni vardır demek yanlış olmaz. ancak bu aşk sadece iki adamın bir kadına duyduğu değil, adamların birbirine karşı duyduğu bir aşk ve tutku bağıyla, adamların birbirlerine duyduğu tutkuyu besleyen deniz ve derinlik manyaklığı, ek olarak jacquesın zaman zaman insanı "yapma ulann, yeter be eşek herif" diye haykırtacak derede dünyayı unutmasını sağlayan yunus sevgisidir bu aşk xgenini oluşturan. zaten enzonun dediği gibi jacques bir manyaktır, başka bir gezegenden gelmiştir, kendi dünyasında yaşamaktadır, tıpkı johana ve enzonun içten içe yaptığı gibi.
    --- spoiler ---

    rosanna arquette hiç bu filmdeki kadar güzel olmamıştır, belki de hiçbir kadın karakter rosanna arquettein bu filmde canlandırdığı johana kadar güzel olamamıştır. jean marc barrın canlandırdığı jacques mayol karakteri belki de bugüne kadar çevrilmiş karakterlerin en romantiğidir, en kendini bilmezidir, en şaşkınıdır. jean reno, belki de hiç bu filmdeki enzo kadar gerçek olamamıştır, olamayacaktır.

    director's cut avrupa versiyonu tamı tamına 168 dakika süren bu filmin başından 1 dakika bile kalkmak mümkün değildir. siz koltuğunuzda yığılmış kendinizi kaybetmişken, filmin sonu sizi uyandırır, duvardan duvara çarpar, salalr, irkiltir, gerçeklerle yüzleştirir, ve sonrada posanızı çıkartıp bir kenara bırakır. defalarca geri sarıp izlersiniz, sigara yakarsınız, bir içki koyarsınız, sonra tekrar izlersiniz.

    --- spoiler ---
    o etki, jacques-johana aşkı, johananın enzoya tutkusu, jacquesın enzoya hayranlığı, johananın "go and see my love" repliğiyle birlikte size arka arkaya tokat etkileri yaratır.
    --- spoiler ---

    mutlu sonla bitmesi kesinlikle mantıksız bi filmdir ayrıca.
  • önce söyleyim, 88 yılında çekilen bu filmi 3 yıl önce izledim. ondan önce rosanna arquette'yi de american pie de izlemişiz aslında ama tabi bilememişiz. ne diodum, hm, filmi izlediğimde, öyle olur ya, fazla da öyle kendi yaşlarınızda film izlemiyorsanız izlediğiniz filmdeki karakterler günümüzle aynı yaşta ve görünümünde olurlar. işte ben bu filmde resmen hayatın anlamını böyle böyle gördüm. yani genelde bir filmi ilk izliyorsam en fazla 1 sene önce çekilmiştir. dolayısıyla oyuncularla beraber yaşlanırız. 88 yılında çekilen bu filmde o zamanlar belki 20 li yaşlarının sonlarında olan bir oyuncu tayfası, dur lan şunlara bi bakayım denince imdb de filmde oynayan oyuncuların 2011 model fotoları karşısına çıkıyor insanın. bir değişik oluyor. onların yaşlanmış olmaları.. hani birden. jean reno'nun richard alpert gibi adam olması, yaş almaması, onun yanında marc barr'ın tipsiz bir dedeye dönüşmesi, rosanna arquette'in şarap kadınlardan olması ve şu an dahi aşık olunabilecek bir milf'e dönüşmesi. filmin ilk vuruş noktası bu oldu, bu da o '88 de izlenirmiş, iimiş de, 2010 dan sonra çekilmio' diyen arkadaşa kapak olsun.

    ikinci olayı, jack ve enzo nun beraber büyüdüğü ada olan o yunan adasında kerpiçten yapılmış gibi olan ve kireçle bembeyaz boyalı evler, 1 metre genişliğindeki arnavut taşlı yokuşlar, inişler çıkışlar. filmin bazı bölümlerinde bir ege çocuğu olarak (achilles soyundanız yeaa:p) yazın bir seferihisarda, çeşmede, kuşadasında, didimde, neredeyse her yazlık yerde ortamından ötürü yazın ortasında izmirin merkezinde dahi duyabileceğiniz ağustos böceği zırıltısını duymak, jean marc 'ın çocukluğunu oynayan çocuğun gözlük ve paletini zulaladığı kayalıklar gibi yerde (bkz: seferihisar) hemen hemen aynı aktivitelerle çocukluğu geçirmek, o gibi dağlık alanlarda çok olan sarı, kurumuş otların arasından geçip onların o değişik kokusuyla akciğerleri doldurmak. arkada da dediğim gibi devamlı bir deniz sesi, cırcır böceği sesi.. işte bu film, yıllar sonra, neredeyse aradan 15 yıl geçip, hayat gayesine düşüp, istanbul'un oro.puluğuna aldanıp egesini, denizini bırakan adama o çocukluğunu hatırlatıyor. lanet ettiriyor hayata. şu filmi her izlediğimde, o başlangıçtaki ekolu müziği duyup beyaz renkli kerpiç evleri her gördüğümde bu filmde, bir parçam gidiyor sözlük.

    sonra tekrar oyunculara bakıyorum, şu birden yaşlananlar. bir de bu denizle birlikte geçen çocukluğuma bakıyorum. zaman böyle böyle geçio lan diyorum. dün 88 deydik, bugün 2011. dün bu insanlar gençtiler, şimdi ne hale gelmişler. dün 10 yaşındaydım, denizde ve mutluydum, bugün 20 li yaşların ortalarındayım, ne hale geldim? ne için yaşıyoruz? amaç ne? at kendini denize.. içinde olmak için yaratıldığımızı düşündüğüm yere. bundan sonraki ilk tatilimde ki bayramın gelmesiyle ege yolu gözüktü, beach clubların armutlarının sıcağında demet akalın dinletilmeye maruz kalacağıma çocukluğuma döneceğim o kayalıklara gidip paletim ve gözlüğümle oralarda suyla oynayıp ağustos böceklerini dinlicem deniz ve sararmış ot kokuları arasında anasını.. belki de kulağımda 'le grand bleu' film müzikleriyle hem de..

    böyle bir film işte bu.
  • yaz sicagini da yüzmeyi de pek sevmeyen birisiyim; tüm gün sahilde semsiye altinda oturup kitap okumayi, ardindan sicak daha fazla katlanilmaz hale gelince de denize girip bir 10 dk yüzüp, cikip serin bir yere gitmeyi tercih ederim. ama le grand bleu gerek yaz havasini ve sicagi resmedisiyle, gerek denize/yüzmeye/dalisa tutkuyu cok canli ve gercekci bicimde izleyiciye sunmasiyla her zaman en sevdigim filmlerden biri olmustur. hele sahildeki restorandaki spaghetti del mare sahnesi belki de yazdan tüm beklentilerimi karsiliyor:
    https://www.youtube.com/watch?v=jkakoc-ebji
    * güzel, acik hava
    * deniz kenari
    * deniz ürünlü makarna
    * sarap
    insan daha ne ister?

    annesinin benim yaptigim makarna dururken disarda makarna mi yiyorsun diye jean reno'yu azarladigi sekans elbette filmin en komik ani.
  • denize ve yunuslara a$ik olmakla nefret etmek arasindaki ince cizgi ve hatta hayatin fon muzigidir, bir nevii.
  • jacques: after all, we're men.
    enzo: that's what i tell them when people say you've turned into a fish.
    jacques: people say that?

    bu filmi neden sevdiğimi, işte bu sahneyi tekrar izleyince hatırladım. ilk okuduğum roman, adını şimdi hatırlayamadığım bir yazarın balık çocuk isimli kitabıydı. bir sahil kasabasında yaşayan bir grup çocuk, bu filmdeki veletler gibi sudan çıkmıyorlardı. içlerinde, jacques gibi hassas bir tip vardı. bir gün dalıyor ve bir balığa dönüşüyordu. üstelik de yavruları yakalanmış/öldürülmüş bir balık çiftin çocuğu oluyordu. bir süre çirkin ördek yavrusu gibi giden bu hikaye, balık çocuğumuz, yüzlerce balık kardeşi ile bir arada yaşamayı öğrendiğinde, çok sevimli bir hale geliyordu. balık anne-babası diğer yüz küsur yavrusunu korumaya çalıştığı gibi, onu da her türlü tehlikeden, köpekbalıklarından ve ağlardan uzak tutmaya çalışıyordu. bu esnada insan anne babası deliye dönüyordu meraktan, orası ayrı.
    gel zaman git zaman, bu mutlu yaşantı bu şekilde devam edemiyor ve yine hatırlamadığım bir sebepten, balık çocuğumuz üzüntü içerisinde, denizdeki yaşantısına bir son verip karaya dönmek zorunda kalıyordu.
    denizden çıktığında, annesi sahilde onu bekliyordu.

    milliyet yayınları'nın çocuk kitapları serisinden, mavi ciltli, kitabın adı sırtta kırmızı bir kutuya yazılı, küçük ama hacimli bu romanı okuduğumda on yaşlarındaydım, deniz kıyısındaydım. kitapta yazılanların gerçek olabileceğine inanıyordum o zamanlar. aynı balık çocuk gibi, denize dalıp çıkmamayı, yunus bir aile edinmeyi, kitaba göre denizin dibinin, dışarısından çok daha iyi olduğunu düşünmüştüm.

    tabii o zaman annemiz olmadan denize giremiyorduk, dalıp yunuslara karışmak nerdeee...
    biz yapamamışız ama jacques mayol yapmış.
    belki kitaptaki balık değildi, jacques'in dönüştüğü ama bir zamanlar hayaller kurduğum kitabı izliyorum gibi geldi, bu filmde.
    işte bu yüzden sevdim.
  • ask filmlerinin farkli yonetmeni luc bessondan bir dier sahane ask filmi... seyrine doyum olmaz bi film ...
hesabın var mı? giriş yap