• mastroianni'nin moreau'ya yazdığı mektubun el emeği göz nuru serbest bir çevirisini verelim:

    "bu sabah uyandığımda sen hala uyuyordun. uyanır uyanmaz yumuşak soluğunu duydum. dağınık saçlarının altında kapalı gözlerini gördüm, bu beni derinden etkiledi. haykırarak seni uyandırmak istedim ama öyle derin bir uykudaydın ki... loş ışıkta tenin capcanlı, öyle sıcak ve tatlı ışıldıyordu ki öpmek istedim ama seni uyandırmaktan korktum... uyanırsın diye kollarıma almadım. bunun yerine kimsenin benden alamayacağı, sadece benim olan şeyle yetindim: senin sonsuz görüntünle. yüzünün ötesinde, tüm ömrümün ışığında bizim saf, güzel halimizi gördüm: geleceği ve hatta bütün geçmişimizi. bu en mucizevi olaydı; ilk kez hep benim olduğunu hissetmek, senin sıcaklığın, düşüncen ve isteklerinle bu gecenin sonsuza kadar süreceğini hissetmek. lidia, o anda seni ne kadar sevdiğimi fark ettim. duygularımın yoğunluğu beni ağlattı. bunun asla bitmemesi için ömrümüz boyunca böyle kalmalıyız. sadece yakın değil, birbirimize ait halde. tek tehdit alışkanlığın yaratacağı bir kayıtsızlık olacaksa da hiçbir şeyin bozamayacağı bir halde.

    o anda sen uyandın, tebessümle, kolların boynumda, beni öptün. ve artık korkulacak hiçbir şey olmadığını hissettim. hep o anki gibi kalacaktık; zamandan ve alışkanlıktan bile güçlü bağlarla.

    - bu mektubu kim yazdı?
    - sen yazdın."
  • bu filme karşı hissettiğim şey: aşk...

    filmden bi sahne görünce tekrar dalııııp gidiyorum, öyle mutlu ediyor ki beni. açıp tekrar izlesem büyüsü bozulacak gibi. büyülü kıpır kıpır bir his.

    sadece 5-6 entry yazılmış. yazık.

    bir de hatırlatayım, üstad kubrick'in son eseri eyes wide shut'ı izlediyseniz bu filmi izledikten sonra fark edeceksiniz ki ikisi aslında aynı film. kubrick'in de favori filmlerinden biridir zira.

    izlediğim en iyi film diyebilir miyim? sanırım diyebilirim.

    büyük adamsın antonioni.
  • daha başında, söz konusu ilişkinin eskimişliğini şehrin eski sokaklarını, paslı kapılarını ve bozuk bir saat ile veren film.
  • izlediğim antonioni filmleri arasında*** kendimi zorlamadan,hatta büyük zevk alarak izlediğim tek film.
    jeanne moreau ve marcello* evliliklerinde bir nevi kriz aşamasındadırlar.aynı zamanda yakın bir aile dostları ölüm döşeğindedir.bu karakterlerin bir gününü anlatır film.

    önce hastane ziyaret edilir.bu bölümde moreau'nun hasta yatağındaki amcaya olan sevgisi ve marcello'nun köftehorluğu,edilgen zamparalığı gösterilir.

    ikinci bölümde marcello'da,moreau'da şehir içinde ayrı ayrı dolanır,ortamlara süzülürler.bu bölüm tipik antonioni idi.karakterler avare kasnak dolanıyor,etrafta olan bitene kesif bir ilgisizlikle bakıp sonra yollarına devam ediyorlar.antonioni'de seyirciyi sıkmak için belirgin bir çaba seziliyor.aynı tavır "yolcu" ve özellikle "l'avventurra" filminde de belirgindi.bu arada "seyirciyi sıkma" çabasının bilinçsizce yapılmadığını belirteyim;antonioni,karakterlerinin sıkkınlığını ve bıkkınlığını seyirciye yansıtmak istiyor.zeki demirkubuzun dediği gibi,bıkkınlığı yansıtırken steadycamlerle hızlı çekimler kullanırsanız,videoclip estetiğine takılırsanız,bu düpedüz yalan,kandırmaca olacaktır.
    ama açık konuşayım bu bölümlerde filmi bırakmayı düşündüm.ama iyi ki dayanmışım.

    çünkü üçüncü bölüm gerçektende meditasyon hissi yarattı,koltuğuma zıpkınladı,sigara bile içmeden büyülenmişçesine seyrettim.
    hayatımda izlediğim en güzel,en iyi,en kusursuz 3-4 filmden biri olan la dolce vitayı hatırlatıyordu bu bölüm;marcello'nun varlığınında etkisi var elbette.arkada durmaksızın çalan jazz müziğiyle film akıcılaştı,karakterler arası ilişkiler alevlendi.
    olayların gidişatını anlatmayacağım elbette,ama sonu bence çok iç burucuydu,karamsardı.

    sonuçta sanırım birkaç izleyiş sonrasında hakettiği değeri daha iyi kavrayabileceğim,ama şu haliyle bile 10'da 10luk gördüğüm bir film.
  • modern hedonizmin kalbindeki deliğin mükemmel bir incelemesi. çöküş, amaçsızlık, zina ve can sıkıntısı. edward hopper'ı kıskandıracak kadraj dersleri: görsel

    mekânların yuttuğu bulantı içindeki varoluşçu karakterler: tema++ görsel

    görünen ve görünmeyenin (hissedilenin) ışık ve gölge içindeki tasviri:

    tema++ görsel
    tema++ görsel
    tema++ görsel
    tema++ görsel

    pencereler, çerçeve içinde çerçeveler (şatafatlı ortamlarda hapishanede gibi rol kesen suskun, içedönük karakterler):

    tema++ görsel
    tema++ görsel
    tema++ görsel
    tema++ görsel
    tema++ görsel

    antonioni'nin yalnızlık üçlemesinin unutulmaz bir parçası.
  • yaşamımız, ilerleyişini düzgüsel ilerlemenin dayatılarına karşı koyarak, hedefe tam yaklaşmışken konudan saparak gerçekleştirir. sürekliliğin kusursuzluğu hayatı ayıntılara ve kusurlara muhtaç eder. sinema sanatı, konvansiyonel sinemanın kusursuz anlatı yapısının hayatı özünden kopardığını fark ederek konudan sapmayı keşfetmiştir.

    tabii ki michelangelo antonioni ve çağdaşları sayesinde. antonioni, çoğu filminde öykü anlatımının takdis edilmiş kurallarını bilerek göz ardı eder. ikincil olayları tarafsız bir bakışla gözlemleyip, belgeler. bu yüzden jeanne moreau'nun (ne güzel bir kadındır) parmaklarını duvarın çatlaklarında gezdirirken ne yaptığını sorgulamaz, dışa vurduğu düşünceleri anlamaya çalışırız. kestane fişeği havalandıran gençleri izlerken biz de o'nunla birlikte izleriz ve hiç şikayet etmeyiz.

    hülasa; zaman, duygunun halinden anlayabilsin ve küstahça ilerleyip gitmesin diye kamera tarafından yavaşlatılır. böylece duygular ilk defa ıskalanmadıklarına ikna olarak kadrajın kıyılarına, oyuncuların bakışlarına dolar.

    la notte böylece başlar.
  • italyan auteur michelangelo antonioni'nin 1960'ların sinemasının başyapıtlarından biri olan la notte filmi, italya'nın üst orta sınıfının modern dünya ile parçalanan ruhlarının bir çalışmasıdır. modern insanın en büyük problemlerinden biri olan iletişimsizlik ve bunun sonucu olan yabancılaşma üçlemesinin ikincisi olan la notte'ye yakından baktığımızda modern insanın ruhsal ıssızlığının röntgenini görürüz adeta.

    basitçe açıklamak gerekirse film, birbirlerine aşık olmuş gibi görünen bir adam ve karısının ( marcello mastroianni ve jeanne moreau) yani lidia ve giovanni'nin hikayesidir. sahneler ilerledikçe müthiş bir sıkılmışlık hissine kapılır insan. neden diyecek olursanız antonioni'nin bu evli çiftinin arasında gerçekleşen iletişimsizlik ve yabancılaşma gerçeğinin sadece evli çiftin kafasının içinde gerçekleştiğini anlarız da ondan. bu kısacık zaman diliminde çiftin duygusal bağlarını yeniden gözden geçirmesine tanık oluruz ve cinsellikten oluşan bir dünyada aşk ve iletişimin mümkün olup olmadığı sorusuyla boğuştuklarını gördükçe bizler de hayatın anlamsızlığında savruluruz.

    öyle bir filmdir ki la notte, ölmüş duyguların, büyük ölçüde değişen modern dünyada can sıkıntısı, kopukluk ve iletişim eksikliğinin en eksiksiz portresidir. filmin ilk yirmi dakikasında, lidia ve giovanni, ölmekte olan arkadaşları tommaso'yu ziyarete giderken birbirlerine tek kelime etmezler. ara sıra birbirlerine dönerler, sanki konuşacakmış gibi görünürler, dudakları kıpırdamaya başlar, birbirlerine olan belirsizliklerini yansıtan hüzünlü bir gülümsemeyle evet şimdi belki de birbirlerini ne kadar sevdiklerini söyleyecekleri anı bekleriz ama hiçbir şey söylemediklerini gördükçe içiniz sıkılır.

    bu o kadar sıkıcıdır ki arkadaşları tommaso ile, her biri bağımsız olarak konuşur, ancak yine de, sanki her biri kendi bireysel kederi ve arkadaşlarının hastalığıyla ilgili üzüntüleri ile uğraşıyormuş gibi, birbirlerine hiçbir şey söylemezler. antonioni burada o kadar üst düzey bir şey yakalıyor ki çiftin yabancılaşmasını ve can sıkıntısını, amaçsızlık duygularını ve soyutlanmış iletişimsizliklerini somutlaştırıyor.

    evet la notte sıkıcıdır, seyirciyi boğar fakat antonioni, bu süreçte can sıkıntısı riskini göze alarak modern can sıkıntısının nihai portresini iliklerimize kadar hissetmemizi sağlar. bakın emin olun filmi izledikten sonra hayatınızdaki tüm anlamsızlıklara ve iletişimsizlik girdaplarınıza çok daha yakından bakacaksınız.

    sadece bununla da kalmaz antonioni, modern sinema tarihinde, mimarlık ve insan dramı arasındaki ilişki yalnızca birkaç yönetmen tarafından tam olarak kullanıldı ki antonioni bunlardan sadece biridir. diğerleri olarak hitchcock, kubrick ve tarkovski'yi sayabiliriz. antonioni filmlerinde arka plan olarak faşist mimariyi öne çıkarır ve karakterleri için yabancılaştırıcı bir zemin sağlar. görüntü ayarı, müzik ve aydınlatma, hepsi birer fırça darbesi edasıyla antonioni'nin elinde mimarinin ve varoluşçuluğun kolajının tuvale yansıtılmış halini görürüz.

    bunu nereden mi anlarız? gün geceye karışır, lidia bir imza gününde giovanni'den ayrıldıktan sonra milano sokaklarında saatlerce tek başına dolaşır ve giovanni ile yeni evli olduğu zamanları hatırlatan yerleri ziyaret ettiğini görürüz.

    savaştan sonra harabeye dönmüş gibi görünen bir mahallenin sokağında durmuş bir saat görülür ve yakındaki bir binanın çökmekte olan cephesi, kocasıyla olan ilişkisinin durumunu daha iyi anlatır bizlere. eve döndüğünde, sanki sürdürdükleri hayatlar kendilerinin değilmiş gibi bir şeyler yapmaya devam etseler de, akıllarından geçenlerden ya da aralarındaki mesafeden hiç söz etmezler.

    bu yüzdendir ki filmdeki mimari, karakterlerin kendileri kadar bir hikaye anlatır. arka plandaki mimariden çiftimizin tüm duygu durumlarını ve hissettiklerini tüm çıplaklığı ile görebiliriz.
  • antonioni'nin iletişimsizlik üçlemesinin ikinci filmi yani gece. birincisi l'avventura (macera), üçüncüsü l'eclisse (batan güneş/tutulma).

    "hastaneler gittikçe gece kulüplerine benzemeye başladı. insanlar son ana kadar eğlenmek istiyorlar." antonioni daha 1961'de kapitalist sağlığın sonunu, yönünü görmüş. sektör özel hastanecilikte karı 'otelcilik hizmetlerinden' kazanmıyor mu?

    kitap ve yayın dünyası farklı mı? giovanni karısıyla kitap tanıtım kokteyline gidiyor. 50 yıl sonra biz elif şafak, orhan pamuk kitap reklamı, promosyon, tanıtım yaptı diye kızıyoruz. e, aynı düzene ayıla bayıla, hem de asker ve darbe marifetiyle, sokakta insanlar ölmesindi artık diyerek koştura koştura arka kapıdan giren de türkiye halkı değil miydi?

    arkeolojik eser haline geldiğinden film cillop gibi purfina markasına reklam yapamamış (filmde gösterdim diye firmaya yüklü fatura gönderememiş). purfina neydi kim bilir, tarih olmuş olabilir. canını koruduğu için daha küçük bir tabelada görünen fiat, reklam vermiş sayılabilir hala: purfina'ya selam, fiat'a devam.

    --- spoiler ---
    "her milyoner kendine bir aydın seçer. o da seni seçti işte."
    ***
    lidia: "hayır, yapma. artık seni sevmiyorum. sen de beni sevmiyorsun. hadi söyle."
    giovanni: "hayır, söylemeyeceğim işte."
    --- spoiler ---

    (bkz: flaneur/@ibisile)
  • temel olarak iki ana bolume ayrilabilir.
    ilk bolumde dis etkenlerin olusturdugu tedirginlik, kayginin icsellestirilmesi, giderek anlamini yitiren bir dekor ve iletisimsizlik hakimken, ikinci bolumde (ciftin baloya gitmesiyle baslar) bu cikmazdan kacis yollari ararlar cok da farkinda olmadan.
    guncelligini kaybetmesi mumkun olmayan bir filmdir; insandan, bireylerin kendi cikmazlarindan bahseder, ve ozellikle aralarindaki iletisememezlik veya iletememezlikten.
  • antonio vivaldi'nin iki numaralı, sol minör flüt konçertosudur, rv numarası 428'dir ve alışılmadık şekilde altı bölümden oluşur:

    1. largo
    2. presto (fantasmi)
    3. largo
    4. presto
    5. largo / il sonno
    6. allegro

    kesinlikle anlaşılabilir bir şekilde "gecelerin adamı" olan bestecimizin largo'ları bile neşeyle dolup dolup taşan konçertosu, antonio amcanın acelesi varmış gibi bi çırpıda yazıldığı izlenimini verir, zira eser toplam yaklaşık sekiz dakika sürer ve neredeyse son bölüm hariç her bölüm dinleyende, bir eksik kalmışlık, zirveye ulaşmadan yarı yoldan dönmüşlük hissi uyandırır. klasik barok konçerto yapısını bir kenara bırakacak olursak eserin dikkat çeken diğer yönleri, ilk largo'da, birbirini kısa aralıklarla takip eden 14 ve 20 saniye uzunluktaki iki trildir ki, körük gibi ciğer gerektirmesi itibariyle flüt çalmayı öğrenmeye niyetli kişileri bunalıma sürükleme potansiyeli vardır. "eh biraz da melodi kasalım" maksadıyla yazılmış olması muhtemel görkemli son bölüme eşsiz tınısı ve staccato'larıyla flüt tamamen hakimdir ve diğer enstrumanlara "bizim materyalimiz organik değil diye eziyosunuz biliyorum, yoksa ne eksiğim var bi kemandan bi mandolinden" mesajını da usulca verir. güzel, ayakları yere basan, güne başlamak için (ironik midir nedir?) ideal bir konçertodur velhasıl, vivaldi'nin dehası hakkında önfikir oluşmasını sağlar.
hesabın var mı? giriş yap