• michelangelo antonioni nin 1962 yapimi filmi. basyapit demeye gerek bile yok. l'avventura dan daha az gorsel tatmin yaratsa da, en az onun kadar carpici, hazmi zor film. modern zamanin hastaliklari uclemesi de diyebilecegimiz uclemenin de (l avventura 1960, la notte 1961) son filmi. eros hasta demis antonioni l'avventura nin cannes da ki gosteriminde. "eros hasta, ve ademoglu endiseli. birsey onu rahatsiz ediyor. ve insan ne zaman rahatsiz olsa tepkisel davraniyor, kotu tepki veriyor ama, yanlizca erotik durtuleri ile. ve ademoglu mutsuz" diyor antonioni. filmlerinde de bu mutsuzlugun sebeplerini tespit etmekten ziyade etkilerine* bakiyor. l'eclisse'de de ayni seyi yapiyor. anlamsizliklarindan mutevellit varliklarini, bircok anlam yukleyerek gorunmez, dogal, normal hale getirdigimiz bir suru objeyi o anlamlardan siyirip size gostermeye ugrasiyor. cunku son tahlilde* yabancilasmayi besleyen bu tuhaf gelismislik(!) o objelerin hayatimizdaki onemine olan sonsuz ama supheci (ikisi ayni anda evet) inancimizdan kaynaklaniyor.
    hep oldugu gibi 'an'lar var filmde akici bir hikayeden cok. (ne kadar da benziyor sehir hayatina). ellere ve o ellerin nelere kadir olduguna dair de bir siir yazmis neredeyse antonioni filmde. borsadaki eller ile arabadan disari sarkmis bir cesete ait ellerle...
    ve hep yaptigi gibi (en azindan bana) kim gelismis, nedir medeniyet vs gibi sorulari son derece cevapsiz soruyor. bu anlamda komsunun evindeki afrika dansi, somurgeci kadinin afrikalilar hakkinda soyledikleri, bir kulturun alinip satilan esyalara* dusurulmesi ve pek tabii bati medeniyetinin daha fazla bilmesi(!), ve buradan catanaaaa diye borsaya kesmesi, delirmis maymunlar bahcesinde olmayi tercih etmek belki de o anda... cok guclu kareler bunlar. cat caat caaat diye girisiyor aziniza yuzunuze. oyle filmden cikinca bitmiyor. ve en nihayetinde film oyle bir bitiyor ki... bitmiyor.
  • ingmar bergman, antonioni'yi ve antonioni'nin monica vitti'yi oynatış biçimini amatorce buluyordu. böyle düşünmesi doğal çünkü izleyici antonioni filmlerinde anlamın amatörce pusuya düşürüldüğünü düşünebilir. kameranın görünümleri ürkekçe takip ettiğini ve bunun da geleneksel sinema gramerine ters gelen bir izlenim bıraktığını da düşünebilir- ki bergman bu tür bir anlama yetisinin tuzağına düşerek yukarıdaki nitelemeyi öne sürmüş görünüyor. l'eclisse başta olmak üzere antonioni filmleri kendilerini bizim ona verdiğimiz anlamları taşımakla yükümlü hissettmezler. hep bir kayboluş söz konusudur; düşünce kaybolur, kadın kaybolur, aşk kaybolur, sonbahar kaybolur, güneş, taşıtlar, en başta edilmiş yeminler, bakışlar, sokaklar ve en önemlisi karakterler kaybolurlar. nereye gidiyorlar peki? bu filmlerdeki anlamların bir bodrum katı, düşünce kileri yok elbette. insanın içinde kaybolmadan bu yaşamla baş edemeyeceğini gösteriyor usta, büyük usta.. kameranın kahramanlara olan sadakatini yitirmesi, neden bahsettiğini bile unutup ağaçlara, ilginç gözlüklü bekleyenlere, gökyüzüne odaklanması yani tutulması en sonunda "şimdi bu var, işte bunlar, ağaç, şu adam...vs" demeye getiriyor lafı. ` :renan akman'a teşekkürlerimle`
  • kayboluşu, geçişi, süreci çok güzel anlatan bir finale sahip antonioni filmi. borsa sahneleri, afrika'da doğup büyümüş kadının evindeki afrika dansı sahnesi, arabalarla insanların iç içe geçtiği bir roma ile anlatılmak istenen her şey büyük bir ustalıkla yansıtılır; insanın çevresine, kimi zaman insanlığa yabancılaşmasını, "modern"liğin, "batılı"lığın bir kaos içindeki yalnızlıktan fazlası olmadığını hissettirir. l'avventura ve la notte ile birlikte bir üçleme oluşturur.
  • filmi pek algılayamamıştım bilen biliyor zirveden ya şimdi aklıma esen,filmde tek etkilendiğim diyalogu ilişkilerin psikolojisini çok iyi yansıttığını düşündüğümden yazasım geldi,hatırladığım kadarıyla;

    yeni sevgili sorar: onunla da iyi anlaşıyor muydunuz?
    kadın: bilmem,sanırım birbirimizi sevdiğimiz sürece anlaşıp anlaşamadığımız önemli değildi..
  • antonioni filmlerinin izleyicisinde herhangi bir duygu uyandırma amaçlı olduklarını zannetmiyorum ya da bunlar açıklanacak, rasyonalize edilecek filmler değil. l'eclisse'de monica vitti'nin ısrarla ne hissettiğini bilmediğini söylemesi boşuna değil, çünkü bence onu antonioni de bilmiyor. gerçek hayatın sinemadan birçok farkı var takdir edersiniz, birisini izlemek yerine yaşıyor olduğun gerçeği şunu da beraberinde getiriyor: hayatını yaşarken bir muhakeme yapman imkansız, önüne anlar geliyor ve kararlarını verip geçiyorsun, bazen hislerinden bile emin olamıyorsun. işte antonioni sanki o anları yeniden yaratıyor ve yeniden gözden geçirmek istiyor. ama bu bir geçmişe özlem ya da kaçırılan fırsatın pişmanlığı gibi değil, onu yapan kar wai, daha çok varoluşsal düzlemde mesafeli bir şekilde anlatıyor. o yüzden özellikle bu üçlemede birçok defa başıboş bir şekilde dolanan kadın karakterler görüyoruz.

    ve l'eclisse'de bir borsa sahnesi var. uzunca bir sahne. burası alain delon'un mekanı. film boyunca monica vitti'nin oynadığı karakterin ne iş yaptığı üzerinde pek durmuyoruz, hatta onu neredeyse evinin içinde bile görmüyoruz. ya balkonda ya da karşı komşusunda, daha çok sokaklarda ve borsada. kapalı mekanlarda olduğu sürede hep erkeklerle birlikte, bunun en yoğun anları borsa sahnelerine tekabül ediyor. ayrıca bu sahneler çalışan erkeklerin de kareografisi, zira filmde de birçok defa 'kocasız' kadınlar kocalarının ne iş yaptığından bahsediyor. ancak filmin ritmini düşündüğümüzde o borsa sahneleri daha da önem kazanıyor, zira antonioni film boyu bomboş, sessiz sokaklarla kalabalık ve gürültülü borsa dahi çevresindeki caddeleri müthiş bir kontrast oluşturacak şekilde kurguluyor. ondandır bu sahneleri bir 'eleştiri' olarak görmek bana biraz iddialı gözüküyor.

    antonioni'nin kadın ya da erkeğe biçtiği roller belirgin. erkek ne istediğini bilen, parayla para kazanan, arabasını nasıl yenileyeceğinden bahseden ve ilginçtir, saçlarını boyattı diye terk eden bir karakter; sanki gustav klimt'in the kiss tablosundaki kadını sıkıştıranla (breh breh) aynı haleti ruhiye içerisinde. kadın ise ne istediğini bilmez bir halde: kelimenin tam manasıyla bakınıyor. o yüzden keşke seni hiç sevmeseydim ya da daha fazla sevseydim sözü çok anlamlı; bu bir kararsızlığa ya da motivasyon arayışına işaret. hem zaten filmin başında vitti'yi sevgilisinden ayrılırken görüyoruz ama neden ayrıldığını bilemiyoruz, oysa evin içine girdiğimizde (alain delon'un evinin dizaynını ve bunu diğerlerin nasıl ayrıldığını hatırlayın) gördüğümüz kitaplar, o fütüristik dizayn filmin devamında vitti'nin evine girdiğimizde de bize hiç yabancı gelmiyor, yani aslında o adam sanki daha uygun biri gibi. ancak orada yolunda gitmeyen bir şeyler var ve bu antonioni'yi çok fazla ilgilendirmiyor.

    dediğim gibi sokaklarda dolaşan bir kadın ve onu kapalı mekanlara hapsetmeye çalışan bir erkek var. ancak o ıssız sokaklar ve kapalı mekanların(borsa) çok ilginç ortak bir özelliği de var bence: tam manasıyla bir post apokaliptik hissiyat hakim her ikisinde de. borsada sanki kıyamet öncesi bir kargaşa, sokaklarda ise büyük bir felaket sonrasını andıran ıssızlık. l'eclisse zaman zamansa adeta bir bilimkurgu filmi: sallanan bayrak direkleri, mantar şeklinde bina vs.

    ezcümle film o kadar iyi ki o çözümsüzlüğü, varoluş kaynaklı farklılıkları iliklerinize kadar hissediyorsunuz. yanında sosyal mesajlı zenci dansları, ölüm anları servis ediliyor; bana kalırsa antonioni kadına torpil geçiyor ama o pasolini'nin mamma roma'sında da gördüğümüz karanlık sokakları da ondan başka kimse bu kadar güzel gösteremiyor, ve o sonla belki de gerçekten sinema tarihinin en tüyler ürpertici finallerinden birine imza atıyor.
  • şurada aşmış bir analizi bulunan güzel film: .
  • bende sokaklarda monica vitti gibi yürüme isteği uyandıran film.

    (bkz: salınmak)
  • 1962 cannes film festivalinde jüri özel ödülünü procès de jeanne d'arc filmiyle paylaşmış michelangelo antonioni filmi.
  • "katlanamadıkları, bir kadının yalnızca romantik bir aldanışa bürünmüş bir cinsel nesneden öte bir varlık olması. kadının, erkek kadar özgür ve onun kadar bir kişilik olduğu bir sevinin doğuşunu görmek çileden çıkarıyor onları. vitti ile delon apartmana gidip kendilerini doğrudan yatağa atacak yerde, kendilerini yavaş yavaş birbirlerine açıklıyorlar, küçük tavşanlar gibi birbirleriyle oynuyorlar; bunu, önce kendilerini açıklamak, yatağa ancak daha sonra, yalnızca yalvaçça bir açıklama yaparcasına girmek, bir gülüşü, bir oyunu bölüşmek için yapmak zorunda oldukları için yapıyorlar... meksikalı erkek-adam macho'yu (maçoyu) inciten de bu. (izlerken) bu sahne sırasında ne diye bağırışıyorlardı?

    "hadi yap, hadi yap" diye güldü isabel.

    doğru. bitir çabuk, pronto, kadın bu iş için yaratılmıştır. yüzeysel görünümünün altında, meksikalı macho yalnızca otuz bir çeken biridir. kendiyle yatabilseydi, yapardı bunu." şeklinde, carlos fuentes'in bir romanında da sohbet konusu ve analiz edilen film.
  • sinemadaki ölü zaman kullanımı bakımından ilk büyük usta galiba michelangelo antonioni ve örnek filmi l'eclisse/eclipse/tutulma imiş. andras balint kovacs'a göre daha sonra bela tarr onun modelini kendi sinemasında en ileri uca, limitlerine a torinoi lo'da taşımış.
hesabın var mı? giriş yap