• hikayeci. ikinci dunya savasi mağdurlarından.

    "peki neden" diye sordum bir kez daha.
    "yasa var, mutlu olmanız gerekiyor", dedi.
    "mutluyum ben" diye bağırdım.
    "üzgün yüzünüz" dedi ve başını salladı.

    (üzgün yüzüm)
  • savas sonrasi alman toplumcu gercekciliginin en onemli yazari. bizzat katildigi savasin yikimlarini konu alan kitaplariyla tanindi. daha sonraki eserlerinde gunluk yasamdan yaptigi saptmalarlarla kurguladigi romanlarinda muhalif tutumunu reel sisteme karsi yonlendirmis ozellkle 'saat dokuzbucukta bilardo' adli eserinde yeni yeseren kapitalist demokrasi icindeki fasizm kalintilarini anlatmasiyla elestiri oklarini duzenin kalbine hedeflemistir. ayrica katherina blumun cignen onurunda medyanin ikiyuzlulugunu, palyacoda dinci laik mucadelesini, ilk yillarin akmeginde sinif celiskilerini konu almistir.
  • türkiye’de pek bilinmeyen yazarlardan... bana kalırsa, 20. yüzyıl edebiyatının en iyi yazarlarından birisi. kafka’dan, camus’den, hesse’den hiçbir eksiği yok. özellikle “... ve o hiçbir şey demedi” isimli romanı muhakkak okunmalıdır. neden? çünkü insanlık tarihinin asıl sorunu olan “sosyal adaletsizlik” ve bunun tabiî neticesi olan “fakirlik” kavramlarının bu kadar sanatsal işlendiği başka bir roman bulamazsınız. siyasî propaganda yok, duygu sömürüsü yok; salt gerçeklik var, fakir insanların trajedilerinin katışıksız anlatımı var. bu kitabı okuyan birisi, dehşetle horatius’un şu sözlerini anımsar: “quid rides? de te fabula narratur / ne gülüyorsun? anlatılan senin hikâyen.”

    kitabın, kanaatimce en can alıcı noktası, heinrich böll’ün âdetâ şunu demesi: tanrı, sizin zengin katedrallerinize, ikonalarınıza, şatafatlı hayatınıza sık sık ziyarete geliyor. neden tanrı, açlıktan kıvranan ailelerin yanına gelmiyor? tanrı’yı neden etsiz bir kemiğin suyuyla yapılmış çorbayı isteksizce, zorunluluktan içen küçük bir kız çocuğunun yanında göremiyoruz? işte bu can alıcı soru, güncelliğini hiçbir zaman kaybetmeyecek. çünkü bir tarafta yardımlaşmayı, tevazuyu, paylaşmayı temel ilkeleri olan gören din kavramı; diğer tarafta lüks düşkünü, bencil, cimri ve fakat kendilerini o din mensubu olarak addeden din adamları, zenginler, politikacılar olacak.

    bakın türkiye’den bir örnek: 25 kasım 2019’da, kendisine “pazara gidelim” diyen eşine, “sen biraz oyalan, ben yıkanacağım, sonra gideriz.” dedi birisi. sonra, silahıyla banyoya girdi ve kendini öldürdü. cebinden 1.5 türk lirası çıktı. bu olaydan önce, diyanet işleri başkanlığı bir cuma hutbesinde intiharı kötüledi, insanlara sabretmeyi öğütledi. ayrıca, “muhafazakâr dindar” olarak kendilerini tanımlayan insanların birbirinden lüks kına, mevlit, düğün, hoş geldin organizasyonlarına tanıklık ettik. son olarak, ülkenin cumhurbaşkanı, sarayına/külliyesine aldığı, 324 bin türk lirası değerinde olan “108 metrekare hereke halısı”nı tanıttı. bu üç tip insanın ortak paydası ne? şaşırtıcı olmasa gerek: din. peki, cebinde 1.5 türk lirası kalan ve belki de canından çok sevdiği eşinin pazara çıkıp meyve, sebze ihtiyacını karşılayamamanın acısını yaşayan insanın intiharını nasıl değerlendirmemiz gerek? bunun sorumluluğu kimde? bu insanın ölümüne sebep olan çok şey var. ama benim nezdimde, en önemki sebep, kendisini “müslüman” olarak tanımlayan toplumun ve politikacılarının, zenginlerinin, din adamlarının ikiyüzlülüğü. salat kavramının toplumsal dayanışma yönünün es geçilmesi, tevbe sûresinin 34. ve 35. âyetlerine rağmen sermaye biriktirme hırsı, allah yolunda malvarlığının ihtiyaçtan fazlasını infak etmenin yok sayılması, “komşusu açken tok yatan bizden değildir.” düsturunun terk edilmesi... dinin asıl kavramları bunlar olmasına rağmen, insanların bunları görmezden gelip “ben din mensubuyum.” diye ortada dolaşmaları iğrenç. tek kelimeyle iğrenç. diyanet işleri başkanlığı’nın verdiği o hutbe de, insanların yaptıkları o lüks kutlamalar da, saraya/külliyeye alınan o halı da fazlasıyla mide bulandırıcı.

    işte heinrich böll’ün demek istediği şey tam olarak bu. din iyi şeyleri öğütlerken, insanlar da iyi şeyler öğütleyen dini benimsediklerini iddia ederlerken, nasıl oluyor da insanlar acı çekme derecesinde aç kalabiliyorlar? lüks dolu bir kutlamaya çocuklarıyla beraber tanıklık eden bir anne, kaete, “işte o zaman anlamıştım. yoksulduk biz.” cümlesini büyük bir hüzünle nasıl söylüyor? sorun nerede? dinde değil şüphesiz. sorun insanların bizzat kendisinde, hırslarında, bencilliklerinde, kinlerinde... tanrı o lüks mabetlerde değil, o zengin ikonalarda değil, zenginlerin şatafatlı hayatlarında da değil; tanrı yoksullarla beraber, o fakir yemeğini yiyen kız çocuğuyla beraber. f. nietzsche’nin “öldü” dediği tanrı bu işte. “biz öldürdük onu, tanrı’nın katilleri biziz!” lüks mabetlere, zengin ikonalara sığdırılan şey ise uyduruk tanrı.

    hz. isa’nın devrimci olduğu gerçeğini kimse görmüyor. onun itirazı, döneminin para babalarına ve dini kullananlara yönelikti. şu söze bakınız: “hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. ya birinden nefret edip öbürünü sever ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. siz hem tanrı’ya hem de paraya kulluk edemezsiniz! [matta, 6/24; luka, 12/33-36]” başka bir söz daha: “bir zenginin cennete girebilmesi, bir devenin iğne ucundan geçmesinden bile daha zordur.” zenginliğe ve para babalarına karşı böylesi amansız sözler söyleyen, bu uğurda canını ortaya koyup mücadele eden bir kişinin öğretileri nasıl çileci hâle getirildi? bunu sorgulamamız lazım. heinrich böll’ün de yaptığı şey bu. hıristiyan olup olmaması önemli değil, ama sürekli kitapta zengin olarak karşımıza çıkan tiplerin dinle ilişkilerinin olması amacın bu olduğunu gösteriyor.

    işte hıristiyan düşüncesinin dönüştüğü bu form, islâm’ın da başına gelmiş vaziyette. dinle kendince ilişki kuran insanların yaşadığı lüks hayat ve diğer müslümanların buna karşı hiçbir şey dememeleri, bunun göstergesidir. oysa hz. muhammed’in yaşadığı hayat, kur’an’ın âyetleri bize gösteriyor ki asıl mücadele zenginlere ve dini kullanan para babalarına karşı verilmelidir. çok ilginç bir hadisten bahsedeyim size... buhari aktarıyor hadisi. toplanan zekâtları halka dağıtmak için hz. muhammed şehrin meydanına geliyor. ihtiyaçları olanlara dağıtıyor. sonra birisi gelip, ben şunun için fidye ödemiştim benim şu kadar alacağım var diyor ve iki çuvala altın koyuyor. sonra kaldıramıyor, hz. muhammed’den yardım istiyor. hz. muhammed yardım etmiyor, bir miktar altını boşaltıyor. sonra yine kaldıramıyor, yine yardım istiyor, hz. muhammed yine yardım etmiyor. böyle böyle tek başına yüklenebileceği kadar altınla ayrılıyor oradan. hz. muhammed, onun arkasından hüzünlü hüzünlü bakıyor... onun paraya düşkünlüğü kahrediyor belki kendisini, öğretinin asıl temelini anlatamadığını düşünüyor belki de. müslümanların bugünkü hâlini görür gibi oluyor bence, o yüzden o adam gözden kaybolana kadar hüzünlü hüzünlü bakıyor arkasından. kim bilir?

    neyse efendim, konu çok dağıldı gibi duruyor. siz bulup okuyun o kitabı. behçet necatigil’in çevirisi de mevcut. şiirsel bir akıcılık var çeviride. heinrich böll bu konuda da çok şanslı, herkese nasip olmaz kitabını behçet necatigil’in çevirmesi.
  • 1972 nobel edebiyat ödülü nün sahibi.1917 de köln de dogdu.1924 yilinda okula gitmeye basladi.1937 de liseyi bitirdi.17 yasinda siir yazmaya basladi.1938 yilinin sonbaharinda calisma kampina,bir yil sonra da askere alindi.piyade olarak,dogu ve bati cephesine gönderildi.1945 yilinni nisan ayindan eylül ayina kadar,ingilizlerin ve amerikalilarin elinde savas esiri oldu.savas bitip köln e döndükten sonra,hem üniverste ögrenimini sürdürdü hem calisti.1947 yilinda ilk kisa öyküsü "haberci",sonra ilk romani "ademoglu neredeydin?","ve o hic bir sey demedi" yayinlandi.yapitlarinda ikinci dünya savasini,özellikle de insanlarin nasil savastiklarini,savasin yikintilarini ve acilarini anlatti.temmuz 1985 de,67 yasinda öldü.
  • küvette ağlayan, terliklerine kahve damlayan ve canımın cânı didem madak’ı da ağlatan palyaço’sunu* çok sevdiğim nobel ödüllü alman yazar.

    büyüdüğümüzde anladığımız değil de çocukken algıladığımız “palyaço”dan beklenmeyecek cümleler eden; “düzenin ilkeleri benim için işkencedir.” diyerek başkaldıran bir isyankâr palyaço. makyajının altında ne olup bittiğini belli bir yaştan sonra tahmin edebildiğimiz palyaço.

    elimdeki can yayınlarının ahmet arpad çevirisiyle üçüncü baskısı. ayrıca bu baskı için söylemeden geçemeyeceğim bir şey varsa o da pek çok şahane kapağa hayat veren utku lomlu’nun yine harikulade bir kapak tasarladığıdır.
  • ucuz bir otel odasını öyle güzel betimlemiş ki tasvir sanatının ne kadar önemli olduğunu yüzümüze vurmuş adeta. satırları okurken kendimi ulus'un yıkık dökük bir otel odasında yatağa uzanmış gibi hissettim resmen.

    "koyu kahverengi bir ciladan geçmiş, daracık gardırobun hiç kullanılmadığını, zaten kullanılsın diye konmadığını anladım. bu odada kalanlar, yanlarında valizleri olsa bile bu valizi açan kimseler değildiler. askılara asılacak ceketleri, istif edilecek gömlekleri yoktu ve açık gardıropta asılı gördüğüm her iki elbise askısı, öyle entipüften şeylerdi ki yalnızca benim ceketin ağırlığı bile kırabilirdi onları. bu otelde ceket iskemleye asılır, pantolon katlanmadan -çıkarılırsa şayet- ceketin üstüne bırakılır; sonra gözler giysilerini öteki iskemleye yığan solgun ya da tesadüf al yanaklı kadına çevrilir. gardırop gereksizdir, henüz kimsenin kullanmadığı askılar gibi, yalnız resmen vardır. lavabo basit bir mutfak masası olmaktan öteye gitmiyordu, masaya gömülebilir bir tas yerleştirmişlerdi ama yarısı dışarıdaydı tasın. sabun kabı adi seramikten yapılmıştı, bir sünger fabrikasının reklamıydı. diş fırçasının, macununun bardağı kırılmış da yenisi konmamıştı herhalde, yoktu ona benzer bir şey. besbelli duvarları süslemek gereği de duymuşlardı, bu iş için mona lisa baskısından daha uygun ne olabilirdi? anlaşılan bir zamanlar popüler bir magazin sanat dergisinin ekinden alınmıştı bu resim.koryalalar henüz yeniydi, yaşken işlenmiş ekşimsi tahta kokuyordu, alçak ve siyahtılar."
  • yazarin "nicht nur zur weihnachtszeit" isimli hikaye kitabini okudugunuzda iliklerinize kadar 2. dünya savasini hissedersiniz, yazar kitaplarinda savasin geride biraktigi yikimi ve acilari kendine has uslubuyla ele alir..
  • "irlanda güncesi" adlı kitabı irlanda ve irlandalıları çok sıcak bir dille anlatmaktadır.
hesabın var mı? giriş yap