aynı isimde "hayat (film)" başlığı da var
  • "öldük, ölümden bir şeyler umarak,
    bir büyük boşlukta bozuldu büyü"

    demiş şair. ben de "doğduk, hayattan bir şeyler umarak, bir düş kırıklığıyla bozuldu büyü" diyeyim, kelimeleri çarpıtarak. sonra da o bozuldu sandığım büyünün hep benimle olduğunu fark edişimi anlatayım vaktin varsa. kafamda bölük pörçük fikirler, akıl yürütmeler, hepsini harmanlayıp matematiksel hesaplara girip kazançlı çıkmalar. ve tüm bu muhasebelerin sonu, feylesof serdar ortaç'ta bağlanıyor; hayaaaat beni neden yoruyosuuuun? oysa ne güzel başlamıştı her şey. (burada ekran dalgalanıyor ve türk filmlerinin unutulmaz sahne geçişine şahit oluyoruz, yönetmen geçmişi gösterecek)

    oysa güzel başlamıştı gerçekten her şey. yetmişlerin başı, nasıl deli huzurlu bir çocukluk. kocaman bir bahçe içinde, dedemle arkadaş, tek çocuk olarak hayali arkadaşlarım "nürkek" ve "nacaa" ile dost, yemişlerin tepelerinde öğlenin kızgın sıcağında kaşıntılara tutularak, nasıl mutluyum. annemi çok seviyorum, babamı çok seviyorum, dedemi çok seviyorum, nenemi çok seviyorum, ot kavurmalarını çok seviyorum, acı biberi çok seviyorum. ve fakat bunların hepsini, başka türlüsünü bilmediğimden, başka türlüsüyle karşılaştıramadığımdan ve başkasını henüz kıskanmadığımdan sevdiğimi bilmiyorum. bayramdan bayrama elbise; ne güzel. nalınlarım eskidiğinde perşembe pazarından dönen dedemin yolunu bekliyorum; ne güzel. saçıma kahkül kesiyor annem; ne güzel. babamla annem gülümsüyor birbirine, anlamını bilemiyorum ama ne güzel yaa.

    sonra okul günleri. horozlar yollarımı kesiyor, yağmurlu günlerde dizlerime kadar ıslanıyorum ama okul da çok güzel. siyah önlüğüm, sarı beslenme çantam, beyaz kenarı oyalı mendilim. bit kontrolü yaparken "saçların ne yumuşak, neyle yıkıyor annen?" diyor öğretmenim. "yağmur suyuyla yıkıyor"diyorum, tüm sınıf gülüyor, hoşlarına gidiyor da gülüyorlar diyorum, ne güzel. hem nasıl çalışkanım. akşamları elektrik kesiliyor, küçücük odada yanan sobanın başında yerde iki büklüm, gaz lambasıyla ödevlerimi yapıyorum. öğretmenim "aferin" diyor başarınca, hep başarmaya çalışıyorum.

    sonra yaş büyüyor, boy büyüyor, onlara koşut akıl da büyüyor sanıyorum, her şeyi biliyorum sanıyorum, bir popo kalkıklığı geliyor. lisedeyiz, özal var. babam küçük terzihanesinin kapısına kilit vuruyor, "peşin vergi" diye çok da beni ilgilendirmeyen bi dıttırılar var, onlar yüzünden. biraz da parası var. "tamam" diyorum ya, babam şimdi açar bir ticarethane, bi işler yapar, çok para kazanır. çünkü arkadaşlarımın babaları bi işler yapıyolar, ticaret micaret var, alıyolar, satıyolar, köşeler var bir sürü, dönülüyo. döner ki benim babam da bir köşe. olmuyor. her akşam biraz daha karamsar, biraz daha mutsuz, biraz daha üzgün ve yenilmiş geliyor babam eve. "ben alıp satamam ki" diyor, "ticaret bilemem ki" annemle ben hem fikiriz; hemen bir tuhafiye dükkanı açılmalı mesela tüm tuhaflığıyla, tuhaf paralar kazanılmalı. ya da beyaz eşya dükkanı açılmalı, buzdolapları gitmeli, buz gibi paralar gelmeli. beceriksiz mi benim babam? galiba öyle diyorum bok gibi aklımla, gözlerimde görüyor bunu babam, üzülüyor, şimdi bile saramadığım, sağaltamadığım yaralar açılıyor kalbinde, o zaman bilemiyorum. o zaman bildiğin eşeğim.

    üniversite sınavı." tabi ya" diyorum, "babam beceriksiz ve fakat ben kendim yaparım ki, bambaşka bir hayata kavuşurum ki, hayatımı değiştiririm ki" bu minvalde, puanımın yettiği en süslü etiketi yazıyorum tercihlere; mimarlık. bitti bu iş, mimar olacağım ben komşular ya, boru mu? hiç fakir mimar olur mu? bildiğin zengin olucam ben, para diye bi sorun olmayacak hayatımda. nasıl süslü bürolar var hayalimde, nasıl bir şaşaa, nasıl bir parıltı.

    bitiyor okul, dönüyorum küçük ilçeme. "aç bir büro artık" diyene "dur biraz piyasayı öğreneyim de" diyorum. nasıl bir korku var içimde, nasıl bir güvensizlik. kim gelir benim büroma, nasıl yapılır iş, nasıl girilir belediyenin kapısından, nasıl konuşulur işçilerle? ne yaparım ben? önce bir büroya giriyorum maaşlı. kendisi küçük maaşın ama "yeter bereket versin"

    sonraki bir tefrikanın konusu olsun bugüne kadar geçen 19 yıl. 19 yılda 5-6 ayrı iş yerinde özel sektör darlanması, evlilik, bir çocuk, bir takım gayrı menkuller, bir takım sahip olmalar, bir takım parasız kalmalar, bir takım farkına varmalar, bir takım güzel dostluklar, dönüp her şeye farklı bir gözle bakmamı sağlayan hastalıklar. babam haklıymış ya benim. bir şey önceden görülmemişse, kökende yoksa, görgüde yoksa olmuyormuş ya. hem zaten olmanın, olmamanın ölçüsü de para, pul, mal, mülk değilmiş ya. özümüz fakirmiş ya kız bizim.

    şimdi gerçekten dönünce geçmişime, o günlerdeki gibi görüyorum her şeyi, o saf mutlulukla. gerçekten ne mutluymuşum çocukken, ne güzel bir ailem varmış, ne güzel bir babam varmış, ne güzelmiş benim hayatım. ve o zamanlar istediğimden fersah fersah uzakta olan şu an durduğum yer, olmak isteğim yermiş meğersem. ya da elimdekiyle mutlu olmayı öğrenmişim, öyle de sen ona, o da kabulüm.

    "sözlük de çok bozdu yeeaa" diyene inat sevdiğim ve anladığımı sandığım , bu satırları okuyan genç arkadaşım; biliyorum çok büyük hayallerin var senin. mutlaka çok büyük şeyler yapacaksın, çok büyük paralar kazanacaksın, çok yakışıklı erkekler/çok güzel kızlar olacak hayatında. her boku biliyorsun değil mi? evet, al bak bu (masanın altından). bu hayat dediğin götü boklu sen neysen ona bir gram katmayacak. o güzel insanlar o güzel atlara binip gideli çok olmuş kardeş, ben geldiğimde de yoktular. şanslıysan, benim yaşıma geldiğinde, sana aşkla bakan bir adam/kadın olur yanı başında, yeter başından artar. çok büyük manalar yükleme hayata, bu kadar goygoydan sonra asıl diyceem o, kabuğumuzun neyle gezdiğinin, neyle ambalajlandığının bir önemi yok, aynıyız.
  • altı yaşımda mutfak dolabının üstüne tırmanırken dolapla birlikte yere kapaklanmıştım. dolabın içinde ne kadar porselen, tabak, bardak varsa kırılmıştı. ben son anda kendimi kenara attığım için dolabın altında kalmamıştım. mutfak öyle bir hale gelmişti ki altı yaşında bir kız çocuğunun yapma ihtimali sıfıra yakın gibiydi ama ben yapmıştım. canım da çok acımıştı maalesef. ama o an ağlamakla vakit kaybedemezdim. bana hiç terlik göstermemiş olan annemin o gün terliğiyle tanıştırma ihtimalini düşünüp, annem bahçeden eve girene kadar kumbaramı alıp evden çıkmıştım çoktan. hala ani karar vermem gerektiğinde bu kadar soğuk kanlı davranırım.

    mahalle bakkalına gidip kumbaramdaki paranın bir kısmıyla eti puf, eti piknik ve capri-sun almıştım. parkta çeşmenin yanına oturup hesap yapmaya başlamıştım, bu yiyecekler bana akşama kadar yeter, yarın da dondurma alırım diye. eve dönmeye niyetim yoktu çünkü. yalnız hesaplamadığım bir şey vardı, hava çok da sıcak değildi. parkta bir köşeye saklanıp, bütün abur cuburları bir saat içinde bitirmiştim. hava kararmaya başlamıştı, ben yine acıkmıştım. bir yandan eve dönmeye çok korkuyorum, bir yandan paramı bitirmek istemiyorum, bir yandan üşüyorum. hayat mücadelemin resmen ilk anları.

    sonra annem buldu beni. aklı gitmiş korkudan, bembeyaz olmuş. küçük kasaba ama yine de çok korkmuş. elimden tuttu, hiç vurmadı, hiç kızmadı. sıkı sıkı elimi tuttuğunu o kadar net hatırlıyorum ki hala düşünüp mutlu oluyorum. eve gittiğimde babam masadaydı. en sevdiğim yemeği patlıcan musakkayı yapmıştı annem ve hala ölümüne sevdiğim balkabağı vardı o gün. sanki anneme temizlik, babama tadilat işi çıkarmamışım gibi sıcacık evimde inanılmaz mutluydum.

    hala aile toplantılarında anlatır annem o günü. ben de hala gülümseyerek hatırlarım. sanırım bir daha hiçbir zaman, hiçbir yere o kadar ait hissetmedim. hiç kimseden bu kadar sevgi görmedim. hiç kimsenin elini o kadar sıkı tutmadım. benim için hayat annemin yaptığı patlıcan musakka, babamın demli çayı olarak kalacak, sonsuza kadar.
  • dün okuduğum iki ayrı yazının içinde, iki ayrı alıntıya denk geldim. alıntılar vonnegut ve seneca'dandı.

    vonnegut şöyle diyordu:

    ''the truth is, we know so little about life, we don’t really know what the good news is and what the bad news is //
    gerçek şu ki hayat hakkında çok az şey biliyoruz, neyin iyi haber, neyin kötü haber olduğunu bile bilmiyoruz aslında''

    seneca ise şöyle diyordu:

    ''we suffer more often in imagination that in reality //
    hayalimizde gerçekte olduğundan daha sık acı çekeriz''

    bunları okurken 10 yıl önce mecburi hizmete gidişim geldi aklıma. gideceğim yer kuradan çıktığında kesinlikle kötü haber olduğunu düşünüyordum bunun. sadece adını duyduğum, çok uzakta olan küçücük bir doğu anadolu şehrine giderken öylesine olumsuz şeyler hayal etmiştim ki...

    sonra ne mi oldu? kuradan çıkan o şehirde, hala görüştüğüm, çok şey paylaştığım, kalbimde çok güzel yerleri olan can arkadaşlar edindim. çok güzel ve ferah bir evim vardı. büyük şehrin beton bloklarının arasından yeşil ovalara ve düzlüklere çıkmıştım. çevredeki tüm şehirleri gezdim, hatta arabaya atlayıp halep'e gittim. yol kenarında bir hayvan ölüsünü yiyen bir kurtla iki metre mesafede durup göz göze bakıştım, kartallar, şahinler gördüm, gelinciklerle burun buruna geldim, krater gölleri ziyaret ettim, çiçek açmış ovalarda koştum.

    vonnegut haklıydı, kötü haber sandığım şey iyi haberdi aslında.
    ve seneca da doğru söylüyordu, hayalimde acı çekmiştim, gerçeği ise beni mutlu etmişti.

    hayatın bize getireceği şeyleri biliyor olduğumuzu sandığımız, hatta buna emin olduğumuz anlarda bile hiçbir şey bilmiyoruz çoğu zaman. geçtiğimiz kapılar, çıktığımız patikalar, seçtiğimiz istikametler çeşit çeşit insanlar, yerler çıkarıyor karşımıza, bambaşka hikayeler yaşıyoruz. hayat hep sürprizli ve akışkan. iyi ki de öyle...
  • gönlümle baş başa düşündüm demin, baktım da hiçbir şeye kızacak, gücenecek, kırılacak kadar uzun değil be bu hayat. dalmışız burunlama içine iş peşinde, kariyer peşinde, aşk peşinde at gibi koşturup çatlayana kadar kafamızı kaldırmadan yaşayıp gidiyoruz. anlamlar yüklüyoruz, ilişkileri hayatımız yapıyoruz, kazanıyor, kaybediyoruz. gidenlere ağlıyor, bir başkasından gidip ağlatıyoruz. bazılarımız bir ömür toplayamıyor kendini, şişelere düşüyor, bir başkası nefrete kilitliyor. acı çekiyor lan cayır cayır, bildiğin acı. zaten osursan bitecek bir şey yaşamak, göz açıp kapayıncaya kadar her şey, anlamının peşine düşüp kafa yoracak kadar bile uzun değil, ki asıl acı tarafı bir anlamı da yok zaten. biz yapıyoruz hepsini kendimize aslında, egolarımız, kibirimiz, doymak bilmeyen iştahımızla. kardan adamları tanrımız yapıp erimelerine ağlıyoruz. iki nefes arasına bir nefret, özlem, beklenti, hayal kırıklığı sokamadan yaşayamayacaksak o hayatı, ta amına koyayım ben onun.
  • bir labirent gibi. çok yerden döndüm bugüne kadar, çok yola saptım.
    benim için ağır olan dönemler ve durumlar yaşadım. ilk kez hayatın beni düz bir yola çıkardığını hissediyorum.

    takip edenler bilir, atipik otizm tanısı olan aynı zamanda disleksinin matematik öğrenme güçlüğü kısmı ile savaşan bir oğlum var. bitmek bilmeyen bir çaba, eğitimler, ilaçlar derken birkaç gün önce onu uzun zamandır takip eden psikiyatristine gittik.doktorun kapısına ne zaman gitsek aklıma hep yaptığı benzetme gelir, "otizm bir duvar ve oğlun bir araba. araba o duvara sürtündü, kaporta çizildi. biz şimdi onu tamir ediyoruz." net adamdır, lafı gevelemez sağ olsun. son gidişimizde oğlumu çok iyi gördü. özel eğitim öğretmeni sürecin sonuna geldi artık diyordu ama ben pek inançlı değildim. " bundan sonra özel eğitime ihtiyacı yok, tek ihtiyacı dilinden ve öğrenme şeklinden anlayacak, sevgi göstererek öğretecek bir matematik öğretmeni" dedi ve ekledi "kaportayı düzelttik, bundan sonra hasar gördüğünü dışardan kimse anlamayacak."

    o gün mutluluğum tavan yaptı. geçen hafta son kez düzenli eğitim aldı, bundan sonra ayda bir öğretmeni ile görüşüp kontrol edilecek. okulunu seviyor, derslerinde başarılı. bu süreç bittiği için oğlum benden daha mutlu çünkü bıktı çocuk artık.

    hayatın yolları ve sapakları var, şimdi yeni görevim o sapakları ve yolları oğlum için düzgün biçimde haritalamak. bu süreçten biraz korkuyorum yalan yok ama başarmak zorundayım.

    aldığım bu haberler oğlumun olduğu gibi benim de yolumu değiştirdi.
    on yıl sonra ilk kez hayatımla ilgili olumlu bir karar aldım ve özel eğitim öğretmen yardımcılığı kursuna katıldım. yılbaşı gelmeden belge almış olurum. madem kendi çocuğum doğru yönlendirme ve eğitimle toparlandı benim de başka çocuklara olumlu katkılar yapmam mümkün. her sabah benim gibi derdini yüklenip yola çıkan ebeveynlere ve çocuklara bir yardımım dokunur belki diye istiyorum bunu. damdan düşeni damdan düşen anlıyor sonuçta.

    hayat ilginç bir döngü. bazen kötü şeyler yaşıyoruz ama kötü olan her şey salt kötülük getirmiyor. benim yolum bu tanılar sonrasında çok değişti. hayata bakışım, çocuklara bakışım, insanlara bakışım farklılaştı.

    bu kadar şeyi yazdım çünkü bugün oğlumun özel eğitim dersi olmayan ilk haftasonu. umarım bir daha o yola dönmez ve umarım bu yolu yürüyen her çocuk bir gün kendi yoluna sapar.

    ve biliyorum beni uzun süredir takip eden bir çok kişiye bu entryi borçluydum. destek olan herkese çok teşekkür ederim. iyi ki varsınız.
  • aslı, özü, eni, boyu kısacık..

    o kadar kısacık ki, bu kısalığın farkına varıp hakkında düşünebilecek kapasitede olan bir canlının panik içinde kendisinden sonra da kalacak bir iz bırakmak için çırpınması öngörülebilir bir sonuç..

    mağara duvarına antilop çizen taş devri adamından kestiği düşman başlarını üst üste dizip tepeler yapan antik komutanlara ve en sonunda güneş sisteminin dışına çıkacak sondaya sesini ve suretini kaydedip koyanına* kadar izlenebilen tüm tarihsel çabalarda bu paniği görmek mümkün..

    hayata bir iz bırakmak.. kaçınılmaz olan ölüm geldiğinde hepten yok olmamak, hatırlanmak, anılmak ihtiyacı..

    iz bırakmak..

    akıbeti kesin ve keskin olan kısacık hayatlarımızdan kaçmak için vardığımız ilginç ve acınası bir menzil.. görünen o ki mağaradan korkuyla çıktığımız yıldızlı gecelerden uzaya çıkana kadar geçen süre içinde hiç değişmeden kalabilmiş ender hedeflerimizden biri bu..

    hem ilkel hem de güncel..
  • cinsel yolla bulaşan ölümcül bir hastalık. yakalandığın andan itibaren... anla işte gerisini edebii bişeler ekle kafandan
  • biraz önce hatıralarım ile yüklü anneanne evinin oturma odasına girdim. odanın iki yanında iki minder vardı. birinde anneannem uzanıyor, diğerinde ise torununun oğlu uyuyordu. anneannem 80 yaşında, bebek ise daha üç aylık. aralarına oturdum. loş bir gece lambası odayı aydınlatıyordu. anneannem hastaydı, helallik istiyor ve dedenizin yanına yatırın beni diyordu. bebek ise mışıl mışıl uyuyor, arada tatlı tatlı gülümsüyordu. köyümde uykusunda gülen bebekler için "onlara melekler gözükür, bu yüzden gülerler" derler. tuhaf hissettim. anneanneme baktıkça duygulandım, bebeğe baktıkça sevinçle doldum. hayat hem garip hem çok belirli. bir yanı güzellikler ile diğer yanı zorluklar ile çevrili. ölüme hazırlanan bir büyük ile yaşama heveslenen bir minik, o küçük odada yan yana uyuyorlar şimdi. niye debeleniriz ki sürekli. işte başlangıç ve bitiş en sonunda aynı odanın içine sıkışıyor.
  • benim için hayat ve hayata dair herşey öğrenmek ile ilgili. dünyaya saf ve hiç işlenmemiş bir hammadde olarak geliyoruz. mücevhere dönüşme ihtimali olan bir hammadde. bunun için yanmalı, dövülmeli, ezilmeli, sıkıştırılmalı ve soğutulmalı, bir maden gibi işlenmeliyiz.

    insan bazen dibi çok fena boyluyor. 2 yıl önce tam da bu zamanlarda çok fena dibe vurmuş vaziyetteydim. iş, aile, maddi durum, ilişkim... hepsinin bir domino etkisi ile yerle yeksan olduğu, masadaki seçenekler arasında en uygun ve makul olanın intihar seçeneği olacak kadar durumun içinden çıkılmaz bir hal aldığı bir süreç yaşadım. en son bu denli kötü hissettiğim zaman anne ve babamı peş peşe kaybettiğim zamandı. fakat arada çok büyük bir fark vardı o zaman herkesin şefkati ve desteği benimleydi, bunda ise yapa yalnızdım.

    şimdi ise o dönemden önceki halinden bile iyi durumdayım. seni öldürmeyen acı güçlendirir demeyeceğim, hayır zaten anlıyorsun ki mesele güç falan da değil. ilerlemeye küçük adımlarla hatta emekleyerek başlıyorsun. ama günden güne kendine olan güvenin ve inancın artıyor. aslında bir noktada kendi potansiyelini fark ediyorsun zaten esas fark o aşamaya geldikten sonra oluyor. o zaman hayatımı kâbusa çeviren insanlara çok kızgındım hatta nefret ediyordum, fakat şu anda neredeyse olanlardan memnunum.* çünkü o günler olmasaydı hâlâ yerimde sayıyor olurdum.

    işte hayatın bütün güzelliği burada. aynı kalmıyor, sen de aynı kalmıyorsun, müthiş bir akış var. belki bir gün yine dibe vurup kaybolabilirim bilmiyorum ama artık hayatın akışı içinde hep dipte kalmayacağımı biliyorum.
  • "hayat kisa bir cizgidir."

    1914"-"1960.
hesabın var mı? giriş yap