• bergman'ın derdi, belki de din ile değil, dindar iledir. yani kavram değil, kavramı yeniden üreten, sorunun asıl öznesidir. din öyle bir olgu ki - ki ben henüz anlayabilmiş değilim nasıl bir olgu -, öyle denir ya hani: âlemde insan sayısı kadar din, yani mevlâ'ya ulaşma yolu vardır diye... dolayısıyla bu yol, kişiye özel, mahrem, içli ve içkindir. bu niteliği onu eleştirilemez kılmakta değil midir? bilmiyorum, bencileyn her şey ehlince eleştirilebilir, fakat bu denli kalbî bir kavram eleştirilse dahi, o eleştiri ne kadar aklıselim olabilir? tartışmak lazım ehillerle... vesselam dini yeniden üretenler, üretmekle kalmayıp - zira hepimiz kavramları yeniden üretiriz; bir kavramı anlamak demek, bir yönüyle ona kişisel biçim vermek demek olmalı - üretmeyenlere dikta edenler çıbanın esas başıdır. bu açıdan, bergman'ın sembolizmi doğrudur diyebiliriz.

    filmde benim en çok ilgimi çeken, ishak amcanın oğlu ismail'dir. tarihte, ishak ve ismail kardeştirler malum. biri batının, öteki doğunun atasıdır diyebilir miyiz peki? valla olabilir. gene tarihte, ismail sürgündür ishak'a göre. hem sürgündür, hem tüm sürgünler gibi, gerçeğe daha yakındır; canımız muhammedilik de nitekim ismail'in soyundandır. filmde de, ismail'in sürgün, kapatılmış, zincirlenmiş, sıyrık, tehlikeli ama aynı zamanda "kilitleri açan" insan olarak resmedilmesi dikkate şayandır. eserin bu yönü, hıristiyan âlemine rahatça kapak olabilir. zaten bergman'ın da içsel problemi hıristiyanlıkla ilgilidir, dinin aldığı güdük biçimle alakalıdır; yukarıda adı geçen o güzel ve yalnız insanlar gibi [nietzsche, rilke...]

    filmde post-hamlet'in annesinin, peder olacak zirzopa bir itirafı vardır. özetle der ki: "ben aslında tam olarak hissedemiyorum." fakat aynı kadın, kocası öldüğünde koca malikaneyi ayağa kaldıracak feveranların, çığlıkların sahibesidir. demek ki bu itiraf kendini sahte, çakma ve kolpa olarak okutur. bu okumadan, tüm manaların sahibi gibi davranan kibirli bir din adamının karşısında gerçek bir şeyler hissetmenin olanaksızlığı; yani gerçeğe güya ulaşmış gibi yapıp, nüfuzlarıyla ahalinin üzerinde tahakküm kuranların karşısında, insanın sahteleşmesinin kaçınılmazlığı anlaşılabilir. küllüm hıristiyan âleminin başı bu savaşı vermekle bağlanmış gibidir zahir [ha bizim gariban müslüman dünyasının adı konmamış savaşı bundan daha çetin, daha dertlidir tabii, ayrı mesele]. bu sahte-gerçek karşıtlığını betimlemede kullanılan simgeler, renkler, hâller ziyadesiyle doyurucudur filmde.

    ben filmden, o şaşaalı ve ahenkli uzun masada saatlerce yemiş yemiş semirmiş gibi kalktım ezcümle, oh elhamdülillah. gene okullarda, bilhassa din derslerinde gösterilmesi, okutulması dileğimdir, temennimdir naçizane.
  • herhangi bir filmi amerikada seyredince arkadaslarin bir sekilde bokunu cikarmasini beklemek lazim. ayni sey fanny ve alexander'i izlerken de basima geldi. isiklar tam kararirken bir baba ayaklandi, sahnenin onune geldi ve bergman'i cok sevdigini, olup yanip bittigini anlatti once. sonra da 'bakin 3 saat beraber olacaz burada, bergman seyredecez, en iyisi onu ne kadar sevdigimizi gosterelim. hep beraber meksika dalgasi yapalim' diye devam etti. millet guluyor, dalga geciyor diye dusunuyordum ama ilk siraya 'hadi' deyince baktim tum kollar havalandi, ve dalga bana dogru gelmeye basladi. ben vallahi kaldirmadim kollari.

    filmi sorarsaniz aklim alexander'in filmin en basinda pencereden disariya baktiginda gorduklerinde kaldi, neydi o cicekler oyle... saolasin sven nykvist abi. (bkz: sven nykvist)
  • bergman'ın en etkileyici yanı:

    "dünya bir hırsızlar sığınağı ve gece indi inecek. şeytan zincirlerini kırıyor ve kuduz bir köpek gibi dünyayı dolaşıyor. zehirlenme hepimizi etkiliyor. kimse bundan kaçamıyor. öyleyse hazır mutlu olma şansımız varken, mutlu olalım."

    repliğindeki gibi sonsuz bir kabulleniş ve farkındalık ile nietzsche'ye yakın oluşu. sartre'dan önce nietzsche'ye! nietzscheci büyük olumlamadan söz açmadan bergman'dan söz etmek imkânsız hale gelir.

    zalim bir adamın işkence ettiği atı severken cinnetine gark olan nietzsche ile siyah pelerinli ölüm meleği ile dans eden yedinci mühür'ün ölüme yazgılı insanlarını mukayese edin örneğin. ilkinde sevgi ve delilik, diğerinde ölüm ve coşku sarmalanarak iç içe geçer. her iki durumda da yaşam sonsuz ve sonrasızca olumlanmıştır.
  • ingmar bergman'in kanimca en basarili filmi. sekiz saate yakin olan orjinal versiyonunu bulmak cok zor oldugu icin genelde insanlarin uc bucuk saatlik versiyonu izleyip tadi damaklarinda kalip, mustezcen bir husurla sinema salonlarini terk ettikleri film.

    film fanatiklik seviyesine getirilmis bir dinin zararlarini filmdeki peder yolu ile, bu karanliktan kacis yolunun ise sadece sanatta oldugunu alexander yolu ile seyircinin gozune sokmadan basari ile gosteriyor. filmdeki uvey baba,peder, karakteri din ve devlet islerinin birlikte yurutuldugu ve bunun neticesinde sanatin sansurlendigi ve sanatcilarin gorunmez hapishanelerde hapis edildigi bir yasam tarzinin nerdeyse vucuda gecirilmis hali. buna karsi olarakda bergman'in yarattigi ,hamletle ayni kaderi paylasip, olu babasi ile konusabilen alexander karakteri ile bergman sanatcilarin diger insanlara oranla daha hassas olduklari ve bundan dolayida normal insanlarin ciplak gozle goremedikleri nesneleri ve olaylari gorebiliyor olmalari fikrini yansitiyor adeta.

    birbirine bu kadar zit iki karsi gucun savasinida sadece bergman bu kadar siirsel ve ayni derecede dogal bir uslupla cekebilirdi.
  • ingmar bergman sinemasının en nadide parçalarından birisidir fanny och alexander. belki de tüm bergman filmografisi içerisinde, içerisine en kolay girilen eseridir de aynı zamanda. bergman, çektiği tüm o alegorik ve asla melodrama kaçmayan gerçek hayat parçalarının bir birleşimini sunar bu filmiyle. bir farklılık, bu filmin yarı otobiyografik öğeler içermesi ve bir düşü andırması olarak görülebilir. yanına tüm favori oyuncularını alarak işe başlayan bergman, değişmez görüntü yönetmeni sven nykvist’in de inanılmaz güzellikteki görüntüleriyle seyirciyi ekran başına kitler. sonuç olarak da, tadına doyum olmaz bir sanat eseri ortaya çıkar.

    stanley kubrick’in barry lyndon adlı epik başyapıtında, ana karakter aristokrasiye girdikten sonra, filmdeki dünya inanılmaz donuk ve ruhsal olarak yıpratıcı bir hal alıyor ve seyirci de, aynı başkarakter gibi bu dünyaya hapsoluyordu. işte bir benzer durum bu filmde de, çocukların, piskoposun evine hapsoldukları sahnede, benzer bir hisle verilir. gerçekten inanılmaz derecede etkileyici ve saf bir hissiyattır bu.

    bergman, fanny och alexander’ı çoğu filminde olduğu gibi kaçınılmaz bir karamsarlıkla bitirmez. seyirci olarak biz bütün film boyunca, filmin başındaki, daha doğrusu içerisine girdiğimiz gerçekliğin başındaki güzellikleri özleriz. bunun bir sonucu olarak da hep o güzelliklerin filmin sonunda bize geri verilmesini umut edip bekleriz. bergman, öyle kusursuz bir anda öyle bir rahatlama duygusunu bize tattırır ki, artık her şeyin yoluna girdiğine ikna olmuşuzdur. karamsarlık yok gibidir, fakat filmin son sahnesi bunun ancak belli koşullarda olabileceğine işaret eder. aynı zamanda sanatçının yer aldığı dünyanın farklılığını da, hem alegorik olarak hem de felsefik olarak ölümsüzleştirir.
  • öncelikle burada birkaç entry'de yapılan hatayı düzeltelim. bu filmin 8 saatlik bir versiyonu yok. en uzun kurgusu 312 dakikalık olan. yani 5 saat 12 dakika. 8 saat efsanesi nasıl yayılmış onu anlayamadım. bu hatayı tekrarlayan iki entry'yi görünce acaba yanlış mı biliyorum diye tekrar aradım ama hayır yok.

    filme gelelim. götüm yemediği için uzun süredir erteliyordum. sonunda dün gece başına oturup 5 saat sonunda kalktım. bu sırada bir paket çubuk kraker bir sandviç ve bir tane de topkek yedim. gördüğünüz gibi filme gelemeden film sırasında ne yaptığımı anlatınca bile bir miktar uzun sürüyor.

    filmin daha ilk 3 dakikasında doğrudan kayıp zamanın izinde edebiyat için neyse, sinema için de bu film olduğuna dair bir fikir oluştu zihnimde. evet hacim olarak, dış zamanın kesişimi ve burjuvazi çevresi bakımından kesinlikle ama kesinlikle çok benzerler. fakat fanny och alexander asla bir kayıp zamanın izinde kadar mükemmel üsluba ulaşamıyor ve onun kadar da iyi bir çatıya sahip değil. edebiyat ve sinemayı karşılaştırmak ne kadar doğrudur onu bilemeyeceğim. sadece fikir belirtiyorum.

    halbuki bergman bunu yapabilecek kapasiteye sahip bir insan olmasına rağmen ne yazık ki yeteneğini bu konuda gösteremiyor. tanıdığımız çeşitli karakterler hikâyeyi şişirmekten öteye geçemiyor. burada kastım örneğin bir yandan giden gustav ve maj'ın gelişen ve film boyunca da değişime uğrayan metreslik hayatlarının yan hikâyesi falan değil tabii ki. örneğin carl ve alman eşi hoş ve esintili bir gösteri olarak ortaya çıkıyor fakat onlara dair neyi takip edeceğimizden tam emin olamıyoruz. carl'ı tanımak faydalı zira aile içi meselelerde karakterini bilmek faydalı oluyor, fakat bir süre sonra bergman carl'ı salıveriyor ve boşluğa doğru sürükleniyor ve ilgimizi yitiriyor.

    bir diğer yandan ben bu işin sven nykvist'in yaptığı en iyi işlerden biri olarak düşünemiyorum. örneğin el angel exterminadorun mekanı da renkli bir filmle tasvir edilseydi bundan çok da farklı bir yapıya sahip olamazdı. sven nykvist'in çok da el atabileceği bir durum yok açıkçası nadir sahneler dışında. zaten burjuvazi tüm heybetiyle ortaya çıkıyor. mesela sven nykvist'in offret'te gösterdiği muazzam başarı burada yok bana kalırsa. üstüne üstlük son sahne olan "şeytanlar"da iyice mistikleşen öykü de tanrı imgesi dahi sasom i spiegelde çatlaktan sızan ve akıl hastası karakterin sonradan bir örümcek olduğunu söylediği tanrıdan dahi daha az etkileyici.

    efendim kurt vonnegut şöyle bir şeyler diyordu. eğer söyleyecek bir şeyiniz varsa onu doğrudan söyleyin. uzatmak sadece kitlenizin kafanızı karıştırır. çıkıp burada aptal gibi "art is fucking masturbation" "sanat sanat için midir" "sanat nedir" "ben kimim" "her şey mi canım seks" tipi tartışmalara girmeyeceğim. zaten girecek kadar bilgim yok, burada benden fersah fersah üstün kişiler vardır. fakat gelip asla ve asla sizi psiko analizlerle sıkmaya da niyetim yok. önceden de birkaç kere söyledim bazı yazılarımda. bu konuda nabokov'un izinden gidiyorum. freud'u ve psikanalitik açıklamaları hiç sevmem. anlayabildiğim kadarıyla sadece üsluba bakar buna göre kararımı veririm.

    film bergman'ın kat kat üstün yapıtlarının yanında sadece epik bir eser olarak bana kalırsa varlığını gösterebiliyor. şimdi biraz sevdiğim yönlerinden bahsedeyim.

    --- spoiler ---
    öncelikli olarak, 2'nci act yani babanın öldüğü sahne. hele hamlet'le özdeşleşince bana kalırsa şeytanlar'dan sonra filmin en etkileyici noktası. daha filmin ilk 10 dakikasında azraili gören alexander'in yarrağı yiyeceğini tam anlamıyla ikinci sahnede artık anlamış oluyoruz.

    bergman sinemasının sanırım doruk noktalarından biri olan sahne ise ismael ve alexander'ın odada kaldıkları sahne. ulan var ya böyle bir ezoterizm olamaz arkadaş ya. yemin ederim şimdi fransızlar objet petit a diyor ya onun gibi de bir şey. hay sikiyim ya müthiş bir şeydi. burada benim aklıma doğrudan ilk olarak kara kitap'ta celal salik ve galip ikilemi dahi geldi. sonra da bilhassa ismael'in aslında kadın olması fakat erkek tasviri sebebiyle bir de ortamın ağır semitizmi vesileiyle mezmurlar da geldi. ya böyle bir şey olamaz arkadaş bu konuda bir analizi rica ediyorum birisi yapsın ben heyecandan yapamıyorum. düşündükçe ellerim titriyor. sinema tarihinde izlediğim en muhteşem anlardan biri. ya bu bir odaya/kutuya hapsolmuş arzuları örneğin david lynch twin peaks'de ve blue velvet'te falan tamamen mal gibi işlemiş. asıl büyüleyici olan burada. david lynch'in yaptığı resmen lost'taki şu "istediğin her şeyi gerçekleştiren bir oda var bu adada gardaş" seviyesinde kalıyor. ya izlerken resmen çok korktum anlatamam. ismael beni çok çarptı.

    bir başka mevzu da bu orospu analı imamın hasta halası emma. kadın var ya, birebir passion'daki şu buruşuk suratlı şeytanın ta kendisi ya. zaten o cayır cayır yanışıyla beraber iyice kopuyorsunuz. bu arada aynı anlarda ispiyoncu kaltak hizmetçinin elindeki o stigmatalarla cebelleşen alexander'i görüyoruz. hay allahım ya müthiş müthiş.

    --- spoiler ---

    daha fazla anlatamayacağım. filmin iniş çıkışları var fakat son act'e doğru hummalı bir çalışma gibi düşünülebilir. lisede cebir öğrenirsiniz, trigonometri öğrenirsiniz, fonksiyon, parabol falan öğrenirsiniz. "ulan" dersiniz "iyi güzel de ne ayak?". son seneye bir gelirsiniz ilk kez kalkülüsle karşılaşırsınız. türev ve integralle karşılaştığınızda kafanızda bir ampul yanar "hah ulan hepsi işte bunun içinmiş" diye. işte öyle bir film fanny och alexander.

    bu arada son bir şey daha söyleyeyim. yani filmin adı düz "alexander" olsa da olurmuş. fanny sadece arada süs çiçeği olarak görünüyor bir de işte mahsun kırmızıgül tarzı duygu sömürüsü yapmak için alexander'e yancı olarak vermişler. ya oğlum var ya das weiße band bile şu filmle acaip bağlantılı.

    kısacası bir bergman başyapıtı fakat sahip olduklarının arasında en iyi olanı asla değil. bu arada bazı yönlerden katıldığım, bazı yönlerden de ayrı düştüğüm fakat yine de ilginç bir yazı olan ve son 50 yılın belki de en iyi film eleştirmeni jonathan rosenbaum'un bergman'ın vefatından sonra new york times'da yayınlanan bir yazının linkini paylaşayım.

    http://www.nytimes.com/…senbaum.html?pagewanted=all
  • didaktizmden pek hoşlanmayan biriyim. din eleştirilerinden ise nefret ederim desem yeridir. bu sevmeyişim dini eleştirilemez bulmamdan ötürü değil, din eleştirilerinin ya sığ, ya da malûmu ilan nev'inden olmasıyla ilgili. bergman'ın filmi nispeten bu çizgiden ayrılmışsa da tam olarak aşabilmiş değil. aşamadığı kısmı kolayca anlaşıldığı gibi şiddet üzerinden marjinalize edilmiş ve peder üzerinde tecessüm ettirilmiş din imgesiyle alakalı. bana bu hep kolaycılık gibi gelmiştir. hakikatsiz bulduğumdan ötürü değil, din-din adamı üzerinden din adamının dinin bir metaforu olma liyakatine kavuşturulmasının insan öznelliğini işin içine kattığını, kavramsallaştırmanın önünü tıkayıp fabllardaki gibi tam bir temsil olanağı yaratmadığını düşünürüm. bu durumda filmi ancak din eleştirisi değil, dindar eleştirisi olarak algılama imkânı doğar. oysa göstergeselliğin niyeti bambaşkadır, pederi din olarak okumak gerekir.

    işte tam bu noktada bergman çizginin bir adım ötesine geçiyor, alexander'ın esini (hayal gücü ya da yalanları) ve babasından devraldığı tiyatral mirası iğrenç bilimselciliğin ya da dogmatizm eleştirisinin ötesinde bir mecra açıyor. içine zeus kaçmış tanrının karşısına dionysos'un ruhunu çağırarak karşı çıkıyor bergman. sanat hayat kurtarıyor, tanrısal esin tanrısallık iddiasındaki zorbalığı bir şekilde alt ediyor. rilke'nin bahsettiği bir döngüsellik vardır: "üç kuşak vardır daima: birinci, tanrıyı bulur; ikinci, tanrının üstüne daracık tapınaklar kurar ve onu zincire vurur; yoksul düşen üçüncüyse, kendi zavallı kulübeciklerini kurmak için taşlar taşır tanrının evinden. derken, tanrıyı yeniden araması gereken gelir." alexander bu mesih kuşağının fertlerinden biridir âdeta. insan gotik katedrallerde tepeden gelen ışığın altında ezilirken yakalayamaz bunu, burada (yerde) bir metafizik kurmalı, kendinde tanrıyı, tanrıda kendini yaratmalı, tanrısallaşmalıdır. sanat bu yolla özdeki cevhere doğru gnostik bir yolculuğa dönüşür. üstelik yolun kendisi nereye vardığının önüne geçmiştir. bergman'ın yolu hölderlin'le, rilke'yle nietzsche ile paraleldir.

    filmin benim için en eğlenceli yanı cenaze sahnesinde alexander'ın kanonik sövgüsü olmuştu. şöyleydi tam olarak:

    "sik, sidik, bok, osuruk,..sidik, cehennem, bok,..sik, osuruk, bok, sidik,.. osuruk, sik, bok, cehennem,..kaka, sidik, sik, göt, bok."

    daha sonra dinsel olanla sınanacak olan bu çocuğun aynı halden muzdarip, kendi kendini sınayan sevimli bir hali bizde de mevcuttur:

    http://img177.imageshack.us/…adamngtbokyemipy6.jpg/
  • bergman'ın en sevdiğim filmlerinden biri oldu fanny och alexander...
    diğer yazarlar güzel ve detaylı şekilde bahsetmiş; ama bergman'ın dindarlığa, dindarlığın bağnazlığına sağlam şekilde vurgu yaptığı sahneler beni çok etkiledi.
    rahip ve emilie arasında evlilik öncesi geçen: arkadaşlarını, alışkanlıklarını, yaşam tarzını, düşüncelerini ve sahip olduklarını bırakıp gelmelisin, minvalindeki konuşmanın insana hissettirdiği endişe çok sağlam gerçekten de.
    şu yüzyıla bakınca pek bir şeyin değişmediğini görmek, bu şekilde-karşıdakini değiştirmeye ve düzenlemeye yönelik-gelen birliktelik taleplerinin sonu az çok başından şekillenmiş oluyor zaten. bunun altında yatan sebepleri görmek de zor değil...
    alexander'ın rahiple olan dialogları, özellikle de "ıt wasn't really conversation" cevabı ile başlayan, meydan okumayla devam edip seyirciyi çok kısa sürecek bir mutluluğa yönlendiren, sonra da seçimler, buyruklarla çok yükseklerden aşağılara düşüren adım adım iktidara boyun eğme faslı çok can yakıcı bir de.
    alexander ve ısmael'in buluşması da filmi izledikten sonra en az üç bilirkişiyle konuşma ihtiyacı hissettiriyor insana. bunun dini yönü var, sinematografik yönü var, bir de felsefesi var...
    uzun versiyonunu merak etmedim değil...
  • ekhdal ailesinin toplu halde görüldükleri kısımlarda, rengarenk devasa bir pasta görkemi sergileyen filmdir.

    gerçek ve hayal hakkındaki sorgular filmi eşit parçalara bölüyor.
    oscar'ın hayaletinin annesiyle muhabbeti esnasında hayattaki rollere ilişkin tespitler oldukça ikna ediciydi. tahmin edilemez diyalog işleyişine sahip, güçlü bir film...
  • alexander'in garip seslerden urkerek saklandigi yerden yonelttigi "sen kimsin?" sorusuna "ben tanri'yim." yanitini aldigini gorunce "hah bir bu eksik kalmisti zaten sayin bergman" diye dusunmenize vesile olan sinemasal bir maraton.
    hayirlisiyla onumuzdeki gunlerde uzun versiyonunu da izleyecegim, serumumu hazir ettim simdiden.
hesabın var mı? giriş yap