• ingmar bergman'in guya son filmidir. alexander kucuk bir cocuktur, bir de buyucu vardir, filmin çirkefi imamdır, olaylar kendiliginden gelisir. baslarda biraz yavas ilerlemesine ragmen ortalarina dogru gayet keyif verici bir hal alir.
  • alexander'in garip seslerden urkerek saklandigi yerden yonelttigi "sen kimsin?" sorusuna "ben tanri'yim." yanitini aldigini gorunce "hah bir bu eksik kalmisti zaten sayin bergman" diye dusunmenize vesile olan sinemasal bir maraton.
    hayirlisiyla onumuzdeki gunlerde uzun versiyonunu da izleyecegim, serumumu hazir ettim simdiden.
  • ei blot til lyst* sözüne sadık bir film.
  • herhangi bir filmi amerikada seyredince arkadaslarin bir sekilde bokunu cikarmasini beklemek lazim. ayni sey fanny ve alexander'i izlerken de basima geldi. isiklar tam kararirken bir baba ayaklandi, sahnenin onune geldi ve bergman'i cok sevdigini, olup yanip bittigini anlatti once. sonra da 'bakin 3 saat beraber olacaz burada, bergman seyredecez, en iyisi onu ne kadar sevdigimizi gosterelim. hep beraber meksika dalgasi yapalim' diye devam etti. millet guluyor, dalga geciyor diye dusunuyordum ama ilk siraya 'hadi' deyince baktim tum kollar havalandi, ve dalga bana dogru gelmeye basladi. ben vallahi kaldirmadim kollari.

    filmi sorarsaniz aklim alexander'in filmin en basinda pencereden disariya baktiginda gorduklerinde kaldi, neydi o cicekler oyle... saolasin sven nykvist abi. (bkz: sven nykvist)
  • ingmar bergman'in kanimca en basarili filmi. sekiz saate yakin olan orjinal versiyonunu bulmak cok zor oldugu icin genelde insanlarin uc bucuk saatlik versiyonu izleyip tadi damaklarinda kalip, mustezcen bir husurla sinema salonlarini terk ettikleri film.

    film fanatiklik seviyesine getirilmis bir dinin zararlarini filmdeki peder yolu ile, bu karanliktan kacis yolunun ise sadece sanatta oldugunu alexander yolu ile seyircinin gozune sokmadan basari ile gosteriyor. filmdeki uvey baba,peder, karakteri din ve devlet islerinin birlikte yurutuldugu ve bunun neticesinde sanatin sansurlendigi ve sanatcilarin gorunmez hapishanelerde hapis edildigi bir yasam tarzinin nerdeyse vucuda gecirilmis hali. buna karsi olarakda bergman'in yarattigi ,hamletle ayni kaderi paylasip, olu babasi ile konusabilen alexander karakteri ile bergman sanatcilarin diger insanlara oranla daha hassas olduklari ve bundan dolayida normal insanlarin ciplak gozle goremedikleri nesneleri ve olaylari gorebiliyor olmalari fikrini yansitiyor adeta.

    birbirine bu kadar zit iki karsi gucun savasinida sadece bergman bu kadar siirsel ve ayni derecede dogal bir uslupla cekebilirdi.
  • bergman'ın şimdiye kadar izlediğim en güzel filmi. 6 saat kulağa korkunç gibi gelse de film su gibi akıyor hiç bir iniş yaşatmadan sonuna kadar götürüyor. ekdahl ailesinin rengarenk yaşamı, psikopat imamın karanlık yaşamı, devamlı akan bir dere, tiyatro replikleri filmin unutulmazları.
  • didaktizmden pek hoşlanmayan biriyim. din eleştirilerinden ise nefret ederim desem yeridir. bu sevmeyişim dini eleştirilemez bulmamdan ötürü değil, din eleştirilerinin ya sığ, ya da malûmu ilan nev'inden olmasıyla ilgili. bergman'ın filmi nispeten bu çizgiden ayrılmışsa da tam olarak aşabilmiş değil. aşamadığı kısmı kolayca anlaşıldığı gibi şiddet üzerinden marjinalize edilmiş ve peder üzerinde tecessüm ettirilmiş din imgesiyle alakalı. bana bu hep kolaycılık gibi gelmiştir. hakikatsiz bulduğumdan ötürü değil, din-din adamı üzerinden din adamının dinin bir metaforu olma liyakatine kavuşturulmasının insan öznelliğini işin içine kattığını, kavramsallaştırmanın önünü tıkayıp fabllardaki gibi tam bir temsil olanağı yaratmadığını düşünürüm. bu durumda filmi ancak din eleştirisi değil, dindar eleştirisi olarak algılama imkânı doğar. oysa göstergeselliğin niyeti bambaşkadır, pederi din olarak okumak gerekir.

    işte tam bu noktada bergman çizginin bir adım ötesine geçiyor, alexander'ın esini (hayal gücü ya da yalanları) ve babasından devraldığı tiyatral mirası iğrenç bilimselciliğin ya da dogmatizm eleştirisinin ötesinde bir mecra açıyor. içine zeus kaçmış tanrının karşısına dionysos'un ruhunu çağırarak karşı çıkıyor bergman. sanat hayat kurtarıyor, tanrısal esin tanrısallık iddiasındaki zorbalığı bir şekilde alt ediyor. rilke'nin bahsettiği bir döngüsellik vardır: "üç kuşak vardır daima: birinci, tanrıyı bulur; ikinci, tanrının üstüne daracık tapınaklar kurar ve onu zincire vurur; yoksul düşen üçüncüyse, kendi zavallı kulübeciklerini kurmak için taşlar taşır tanrının evinden. derken, tanrıyı yeniden araması gereken gelir." alexander bu mesih kuşağının fertlerinden biridir âdeta. insan gotik katedrallerde tepeden gelen ışığın altında ezilirken yakalayamaz bunu, burada (yerde) bir metafizik kurmalı, kendinde tanrıyı, tanrıda kendini yaratmalı, tanrısallaşmalıdır. sanat bu yolla özdeki cevhere doğru gnostik bir yolculuğa dönüşür. üstelik yolun kendisi nereye vardığının önüne geçmiştir. bergman'ın yolu hölderlin'le, rilke'yle nietzsche ile paraleldir.

    filmin benim için en eğlenceli yanı cenaze sahnesinde alexander'ın kanonik sövgüsü olmuştu. şöyleydi tam olarak:

    "sik, sidik, bok, osuruk,..sidik, cehennem, bok,..sik, osuruk, bok, sidik,.. osuruk, sik, bok, cehennem,..kaka, sidik, sik, göt, bok."

    daha sonra dinsel olanla sınanacak olan bu çocuğun aynı halden muzdarip, kendi kendini sınayan sevimli bir hali bizde de mevcuttur:

    http://img177.imageshack.us/…adamngtbokyemipy6.jpg/
  • merak ediyorum ingmar bergman olmasa idi isveç'in varlığından haberimiz olur muydu acaba? haritada yerlerini bilirdik heralde, ama ne yer ne içerler, ne menem tiplerdir, pek bilmezdik -güzel kadınlar, ibrahimoviç ve bir kaç şey daha yani, onların da insan olduğunu dertleri, tasaları, adetleri, sosyal yaşamları olduğu fikrine uzaylı uzaylı bakardık sanki, belki, mutlaka-.
    bu filmimiz ise uç nokta tutuculuk, şekilcilik ve yine uç nokta açık fikirliliğin birlikte yer bulduğu acaip ülke güzel isveçimiz hakkında 20.yy başlarından yani modern zamanların köklerinden güzel bilgilerle geliyor. şöyle bir şarkı ile bitirelim: bergman ölmediii, yüreğimdee yaşıyorr, isveç'in uygarlık savaşında bayraağı o taşıyorr..
  • bergman'ın derdi, belki de din ile değil, dindar iledir. yani kavram değil, kavramı yeniden üreten, sorunun asıl öznesidir. din öyle bir olgu ki - ki ben henüz anlayabilmiş değilim nasıl bir olgu -, öyle denir ya hani: âlemde insan sayısı kadar din, yani mevlâ'ya ulaşma yolu vardır diye... dolayısıyla bu yol, kişiye özel, mahrem, içli ve içkindir. bu niteliği onu eleştirilemez kılmakta değil midir? bilmiyorum, bencileyn her şey ehlince eleştirilebilir, fakat bu denli kalbî bir kavram eleştirilse dahi, o eleştiri ne kadar aklıselim olabilir? tartışmak lazım ehillerle... vesselam dini yeniden üretenler, üretmekle kalmayıp - zira hepimiz kavramları yeniden üretiriz; bir kavramı anlamak demek, bir yönüyle ona kişisel biçim vermek demek olmalı - üretmeyenlere dikta edenler çıbanın esas başıdır. bu açıdan, bergman'ın sembolizmi doğrudur diyebiliriz.

    filmde benim en çok ilgimi çeken, ishak amcanın oğlu ismail'dir. tarihte, ishak ve ismail kardeştirler malum. biri batının, öteki doğunun atasıdır diyebilir miyiz peki? valla olabilir. gene tarihte, ismail sürgündür ishak'a göre. hem sürgündür, hem tüm sürgünler gibi, gerçeğe daha yakındır; canımız muhammedilik de nitekim ismail'in soyundandır. filmde de, ismail'in sürgün, kapatılmış, zincirlenmiş, sıyrık, tehlikeli ama aynı zamanda "kilitleri açan" insan olarak resmedilmesi dikkate şayandır. eserin bu yönü, hıristiyan âlemine rahatça kapak olabilir. zaten bergman'ın da içsel problemi hıristiyanlıkla ilgilidir, dinin aldığı güdük biçimle alakalıdır; yukarıda adı geçen o güzel ve yalnız insanlar gibi [nietzsche, rilke...]

    filmde post-hamlet'in annesinin, peder olacak zirzopa bir itirafı vardır. özetle der ki: "ben aslında tam olarak hissedemiyorum." fakat aynı kadın, kocası öldüğünde koca malikaneyi ayağa kaldıracak feveranların, çığlıkların sahibesidir. demek ki bu itiraf kendini sahte, çakma ve kolpa olarak okutur. bu okumadan, tüm manaların sahibi gibi davranan kibirli bir din adamının karşısında gerçek bir şeyler hissetmenin olanaksızlığı; yani gerçeğe güya ulaşmış gibi yapıp, nüfuzlarıyla ahalinin üzerinde tahakküm kuranların karşısında, insanın sahteleşmesinin kaçınılmazlığı anlaşılabilir. küllüm hıristiyan âleminin başı bu savaşı vermekle bağlanmış gibidir zahir [ha bizim gariban müslüman dünyasının adı konmamış savaşı bundan daha çetin, daha dertlidir tabii, ayrı mesele]. bu sahte-gerçek karşıtlığını betimlemede kullanılan simgeler, renkler, hâller ziyadesiyle doyurucudur filmde.

    ben filmden, o şaşaalı ve ahenkli uzun masada saatlerce yemiş yemiş semirmiş gibi kalktım ezcümle, oh elhamdülillah. gene okullarda, bilhassa din derslerinde gösterilmesi, okutulması dileğimdir, temennimdir naçizane.
  • ekhdal ailesinin toplu halde görüldükleri kısımlarda, rengarenk devasa bir pasta görkemi sergileyen filmdir.

    gerçek ve hayal hakkındaki sorgular filmi eşit parçalara bölüyor.
    oscar'ın hayaletinin annesiyle muhabbeti esnasında hayattaki rollere ilişkin tespitler oldukça ikna ediciydi. tahmin edilemez diyalog işleyişine sahip, güçlü bir film...
hesabın var mı? giriş yap