8 entry daha
  • manifestosu hizanın dışına çıkmak ideali olan godard'ın praxis'te bunu dillendirişinin doruğudur. ama bu hiza dışına taşmanın mahiyeti mühim, bunun hangi dereceye kadar meşru olduğu da bizim anarşizme hangi bağlamlarda ve hangi derecede ılımlı baktığımızla alakalı. tevatür o ki -bunlar türkçe'ye çevrilmediği için biz de hiza dışında kalıyoruz, şiirsellikten azade- 50'lerin sonunda cahiers du cinema ekibindeki birkaç genç, sinemanın gramer kalıplarını, karakterolojisini, dramaturjisini aynı sosyal süzgeç ve bant ve üretim ve algı sürecinden geçtiği için yeknesak hale gelişine bir meydan okuma olarak nouvelle vague adını verdikleri/adı verilen kuramı oluşturuyor, birkaç yıl zarfında da bu teorilerini pratiğe geçirmeye başlıyorlar.

    en azından godard'ın marksist bir dünya görüşü benimsediğini, filmlerinde gösterdiği ilişkilerin bir toplumsallıktan doğduğunu, örneğin aşkın koşullanımlarının bile statü - iktidar çerçevesinde oluştuğunu biliyoruz. (bkz: le mepris) bu minvalde godard, bu çarpıklığa işaret etmek için film gramerini ve karakterlerinin tavırlarını da mümkün mertebe standart algının dışına çekmeye, alışkanlıkları, algı ezberlerini bozmaya vakfeder sinemasını. ben kendimden öncekilerin algısıyla bakmıyorum ki aynı sinemayı üreteyim der ezcümle. o halde godard politik bir sinema üretmiştir demekte bir beis yok, adam sinemadan çıkınca kahraman olduğunu düşünenler gibi bakmıyor sinemaya, belli ki şu hayatta sokağa çıkıp yapıp ettiklerimizin yavaş yavaş bir örgü oluşturduğunu, bir üretim döngüsü, burdan bazı tepkilerle, sosyal hareketlerin yönlendirilmesi ve koşullandırmalar da dahil olmak üzere, bir yerlerde, bir şekilde sanat denen fenomenin oluştuğunu ve sanatın birkaç adım yukarda en maddi, hoyrat, bir garip döngüden behemehal etkilendiğini senden benden iyi biliyor. politik mi? politik.

    ama her godard filminde bu politikliğin mahiyeti değişiyor doğal olarak, le petit soldat'da doğrudan cezayir'le ilintili bir öykü, alphaville'de devletin dil'e hakim oluşu ve totaliterlikle alakalı değiniler var. politikanın filmografiye yayılışı tek yönlü olmadığı gibi homojen de değil. ama çoğu filminde mevcut olan ve ona atfedilecek bir sıfat var ki o da, kafamızda belmondo'da vücut bulan, bireyin herkese karşı tek başına tavrı. bu hizadışılık, mainstream'den uzak durma cool'luğu, sizi gidin ben gelmiyorumluklar, i'm nobody duruşları benim gördüğüm godard filmlerinin uçlarından sarkan bir halka. o halkalardan ipi geçirinceyse godard'ın filmografi kolyesi oluşuyor. peter wollen'ın tespiti bu noktaya cuk oturuyor, pek çok filminin finalinde territory'nin dışına çıkan kahraman. olay bu. adam doğrudan siyasi değil, sosyal olarak anarşik.

    sanıyorum çılgın pierrot'nun çılgınlığı çılgın sedat'ınkinden fazlaca ama siyasiliğine gelince çılgın sedat'ın da müzik dünyasında herkesten farklı bi duruşu var dersem alınmayınız. pierrot'nun toplumdan kaçışı elbette sosyal ve dolayısıyla politik bir harekettir ama bu politika, insana dair oluşuyla politiktir ve godard'ın anarşikliğiyle alakalı olarak politiktir. elbette costa gavras'tan radikal olmakla birlikte ondan daha dolaylıdır da godard. sanıyorum bu dolaylılığın derecesi arttıkça her filmin politik olarak nitelendirilebilme imkanı da artar ve işi kategorizasyonun tavsaması noktasına getirir.

    anarşizmi belli bağlamlar ve belli ılımlılıklar çerçevesinde makul görmek diyordum, godard'ın burada ifa ettiği maalesef sinemasal veya politik olarak hazmın, kabullenmenin veya rasyonalitenin ötesinde olduğu için bunu uçlara taşınmış bir deneme, yani bir mastürbasyon olarak görüyorum. en fazla neler yapabilirim denemesidir pierrot le fou. bu yüzden filmin bende bıraktığı en güzel imajın anna karina; en güzel sahneninse filmin doğasından tamamen azade, belki de en çok şiirsellik taşıyan bölümü, finaldeki sayıklayan amcanın monoloğu olduğunu ifade edebiliyorum ancak. ve illa bir pierrot seçmemiz gerekecekse, bu queneau'nun benzersiz pierrot mon ami'sidir diyorum.
74 entry daha
hesabın var mı? giriş yap