• "çocukluğunda az mı gemici, balıkçı öyküsü dinledi.. şimdi, o gemicileri, o balıkçıları gerçekten anlayabiliyor. kendini de anlayabiliyor. kendini düşünüyor; yalnızlıktan, başkalarıyla ancak istediği zaman görüşmekten, istemediği zaman başkalarından kaçmaktan hoşlanıyor. ama yalnızlıktan hoşlandığı, yalnızlığı aradığı halde, asıl sevdiği, asıl aradığı, kalabalık içinde bulunduğu, kalabalıktan uzak olmadığı bir sırada, bu kalabalıktan ayrılabilmek, yalnız kalabilmek, başkalarının yanından çekilmek, istediği için tek başına durabilmek... farkında bunun. yalnızlık zorunlu bir durum olmadığı zaman daha çok hoşlanıyor."
    (bkz: uzun sürmüş bir günün akşamı)

    "bu yol bitmez herhalde. insan ölür, o yolun bir yerinde kalır."
    (bkz: uzun sürmüş bir günün akşamı)

    "herkesin konuştuğu bir toplantıda kendisinden de birkaç söz istenince, herkesin şarkı söylediği bir toplulukta kendisinden de bir şarkı istenince; konuşmak, şarkı söylemek, korkunç bir küçültücülük taşıyordu içinde."
    (bkz: uzun sürmüş bir günün akşamı)

    "ne güzeldin giderken kanım can parçam benim
    içimdeki kuş tünek değiştirdi
    yüreği durmadan dönecek misin?"
    (bkz: susanlar)

    "artık aynalar içinde geziyor gibiyim. kim ne hale geldi, kapı (çıkış kapısı) nerede, ben de bilemez oldum."
    (bkz: gece)

    "aşırılıklarında kendisine dokunulmayacağını bilmek, kişiyi, eylemlerinin büsbütün azgınca olmasına götürür."
    (bkz: gece)

    "gece yavaş yavaş geliyor. iniyor. çukur yerlere dolmağa başladı bile... dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak. hiçbir ağırlığın, hiçbir gerçekliğin kalmadığı bu yerde. karanlığın gerçekliğe benzer tek yanı, konuşulabilmesi olacak. iki kişi arasında. iki duvar arasında."
    (bkz: gece)

    "gece; ine dönüştür, ılık sularda yüzüş, yalanlardan pek çoğunun gerisine, öncesine dönüştür. kendisi de bir yalana dayansa bile."
    (bkz: gece)

    "bir şeyi anlayabildiğimiz sürece ona yenilmenin sözkonusu olamayacağını çok düşünmüşümdür."
    (bkz: gece)

    "bir yapıt yaratmak, büyük bir iş başarmak, iyi, dolu, güzel bir yaşam yaşamayı bilmiş olmaktan, başarmış olmaktan daha önemli sayılabilir mi hiç?"
    (bkz: gece)

    "insanlar, nedense, taşıdıkları değer konusunda pek tuhaf düşünceler besliyorlar. alçakgönüllülük taslarlar, ardından, kendilerine söylenmiş bir sözü, bırakın onu, kendi ellerinden çıkmış bir işi, beğenmezler, kendi değerleri konusundaki düşüncelerine yaraşır görmezler, sözü söyleyene kızar, yazılarına başka bir adla imza atarlar. kendini beğenmek içtenliğini, bunu belli etmek tutarlılığını gösteremeyenler, aşağılanası yaratıklardır."
    (bkz: gece)

    "ağrılar, acılar karşısında, herkes, herkesin, kendi gibi tepki göstermesini bekler; daha doğrusu kendi tepkisinden başka türlü bir tepki olabileceğini, gösterilebileceğini değil usuna sığdırmak, o usun kıyıcığından bile geçirmez. bunun içindir ki acılar, ağrılar, fiziksel özelliklerinin ötesinde de paylaşılamaz. kıskançlığımızı, benzemezliğimizi, indirgenmezliğimizi en çok bu alanda gösterir, savunur; insanları, belki de en çok bu alanda küçümseriz."
    (bkz: gece)

    "gazete okurken, birileriyle konuşurken, anlatılan, iletilen acılar, kötülükler, cinayetler karşısında, ölümler, kıyımlar, kırımlar karşısında içi oynaması gerektiğini duyduğu halde gönlünden herhangi bir kıpırtı, herhangi bir ürperti geçmeyenler vardır: bundan ötürü kaygı duyarlar."
    (bkz: gece)

    "insanın bir zamanlar farkında olduğu bir dirim dengesi ortaklığının yerini sömürücülüğün ya da daha kötüsü, aldırışsızlığın da ötesinde bir bakar körlüğün almış olmasını ürkünç buluyorum."
    (bkz: narla incire gazel)

    "insanlar yaşama, başkalarının yaşamına, başkalarına, gitgide daha saygısız oluyorlardı. hoş, saygısız olmak da değildi bu; saygıyı hiç bilmemiş, hiç öğrenmemiş olmalarıydı. bir güzellikle karşı karşıya geldiklerinde artık tanıyamamaları, içlerinde, bir kıpırtı olsun, duymamalarıydı. ellerine ayaklarına bile, kalabalık içerisinde yaşayan insanlar olarak, söz geçirememeleriydi; neredeyse, zaten ürkek kedileri ürkütmeyi kişiliğini kanıtlamak belleyen küçük çocuklardan daha başka, daha olgun bir davranışta bulunmadıklarını anlayamamalarıydı."
    (bkz: altı ay bir güz)

    "usancı, bezginliği bir an unutturan bir şey varsa, yaşama sokuverdiğimiz umuttur. yaşama katabildiğimiz, katmayı becerebildiğimiz umuttur."
    (bkz: altı ay bir güz)

    "umut, rahatsızlığının, yakınmalarının, iyileşilir, çaresi bulunur hastalıklardan olabilmesidir. durumun çaresiz olmadığı umududur. kaygı, yapılması gerekeceklerin fazla karışık, güç, acılı olması kaygısıdır."
    (bkz: altı ay bir güz)

    "çağımız, suçluluk modaları çağı. suçluluk duygusu epey para kazandırıyor. insanı önce hiçbir şeyle doymaz, hiçbir şeye doymaz kılacaksın; sonra, doymaya yeltenmenin ne kadar kötü, ayıp, tehlikeli, hastalık yaratıcı olduğunu söyleyecek, söyleyecek, söyleyecek, beyinlere kakacaksın. duyuru sanayisinin kazandırdığı paraların kefaretini ödetmek için basın para kazanacak. geçinip gidiyoruz işte. yağla şeker, tütünle hava kanser olasılığını artırıyor. her gün, buna benzer inciler."
    (bkz: altı ay bir güz)

    "acı bizi durduracağına göre yapılacak tek şey, hangi yoldan olursa olsun, nasıl bir yöntem uygun görünüyorsa o anda, müshil yutup içinden atar gibi, o acının dibine dek inip işini bitirmektir. önemli olan o acıyı, yeni bir güne engel olmasını önleyecek hızla atmaktır, yaranı ondurmaktır. ama ondan da önemlisi, en önemlisi, acıdan önceki yaşamı bu sınırı aşarak, bu çeperi çatlatarak, dolu dolu sonuna dek yaşamaktır. yaşantılar; iyi kötü, hoş tatsız, nasıl olursa olsun; ama eksiksiz, gerçekten eksiksiz olmalı. düşleri de, olanakları da son damlasına, son tozanına dek kullanmalı."
    (bkz: altı ay bir güz)

    düzeltme: imla
  • ümit kayalıoğlu'nun 1963'te londra'da çektiği bilge karasu fotoğrafları, ben ilk kez gördüğüm bu fotoğrafları çok sevdim.

    https://eksiup.com/p/me98745hxwj9
    https://eksiup.com/p/rk99045eg9fn

    şu hikayeyle birlikte paylaşılmış.

    londra 1963, o günlerde londra’da olan bir arkadaşımla piccadilly circus’ta *yürüyoruz.neye kızmış olduğumuzu hatırlamıyorum, ama galiba biraz yüksek sesle sövüyorduk.arkamızdan bir ses “oha” dedi.döndük bilge o muzip gülümsemesiyle bize bakıyor. “ulan”dedi “daha bugün geldim koca londra’da karşıma ilk çıkan türklerin küfrettiğini duydum, baktım ve onlar da siz çıktınız.” tabii sarmaş dolaş olduk.rockefeller bursuyla bazı ülkeleri geziyordu,londra’da bir ay kadar kaldı.hiç unutmam bir gün kadıköy’de bizim evde müzik konusunda sohbet ediyorduk. “bak” demişti bana, “müziği gerçekten seven biri er geç bach’ın enginliğine ve mozart’ın büyüsüne ulaşır. “elimdeki külüstür fotoğraf makinesiyle londra’da çektiğim resimlerinin birkaçını sizlerle paylaşmak istedim.” ümit kayalıoğlu

    kaynak:
    https://twitter.com/…tatus/1168173384510902272?s=21

    edit:imla
  • bilge karasu'nun enis batur'a mektuplar'ı yeni yayımlanmışken, hakkında geçmişten iki anımı paylaşacağım mühim muharrir...

    .

    1980 olmalı... füsun'un (akatlı) istanbul'a ankara'dan geldiği (istanbul'a taşınmasına daha yıllar var) ve benim dönüşü onunla yaptığım (ankara'ya gidişim de uluslarası af örgütü'nün türkiye şubesi toplantısı... 100 kişiydi o zaman üyeler.) bir yolculuk...

    gece ömer'de (madra) kalmıştım. (ömer'in ilk karısı yeni ölmüştü ve geçenlerde karışık bir ölümle kaybettiğimiz ilk çocukları da orta mektep talebesi.) ertesi gün gece geç saatte dönmeden önce füsun beni, çok yakın oturdukları bilge'ye akşam yemeğine götürmüştü... ne şans.

    harika sohbetlerle dolu bir geceydi... 26 yaşında edebiyat meraklısı, iyi edebiyatın yavaş yavaş farkında bir delikanlı için hele... zaten o güne kadar üç kitabı çıkmıştı ve ilk ikisi pek bulunmuyordu da... troya'da ölüm vardı ve uzun sürmüş bir günün akşamı'nı yeni okumuştum.

    galiba geceyarısı otobüsüne zor yetişmiştim.

    .

    yıllar yılları kovaladı... yayıncılıkta çeşitli aşamalar, kurumlar, yayınevleri çalışmaları... sonra 1993'te oğlak yayınları'nı kurmuştuk senay'la (haznedaroğlu). ilk kitaplar arasında (ilk yapıtları başlığıyla yazarların ilk kitaplarını yayımlayacağımız don kişotvari bir dizide) doğan yarıcı'nın evla adlı ilk kitabını yayımlamıştık. ertesi yıl ikinci kitabı kemik yaşar nabi ödülü almış ve ödül törenine basılmış olarak yetiştirmiştik. ödül töreninde imzalamıştı bile doğan...

    genç yazarları (iyiyse) dikkatinden kaçırmayan bilge bey, ömrünün son günlerinde bile merakla izlemeye çalışıyordu. o günlerde son kez olacağını belki de bildiği bir istanbul seyahati yapmış ve bir süre füsun'un bostanlı'daki evinde kalmıştı. hastalığı uzun süredir biliniyordu. 1995 baharı.

    füsun akşam yemeğine çağırdı bizi senay'la. lütfen dedi, doğan'ı da getirir misin, diye de ekledi. bilge onu tanımak istiyormuş. gittik. (yemeğe cüneyt türel de o günlerde yeni çıkmaya başladığı güzelim tilbe saran'la gelmişti.)

    gene olağanüstü bir geceydi... enis'e yazdığı mektuplardaki gibi inanılmaz dolaylı ve gizli göndermeli alaylı dedikodular da vardı tatlı dilininin altında. türkçe sevgisi, kurallar ve doğru kullanım konusu inanılmazdı.

    .

    enis'in yayımladığı mektupları okumak bana "eski güzel ve artık tekrarlanması mümkün olmayanları esin"lendirdi...
  • "bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?"
  • varlığıyla yollarımıza cümleler koyan güzel insanlardan. doğum günü kutlu olsun.

    "..kimin nasıl bir anısı haline geleceğimizi hiçbirimiz bilemeyiz"
    bilge karasu
  • "ölüler her şeyi bilir; öğrenmenin yolu da ölmektir."
  • kendi karasularının düşler denizinde uçmayı yeğleyen gerçeküstücü bilge bir martı.

    (istanbul, 1930 – ankara, 14 temmuz 1995) öykücü, romancı, denemeci.

    şişli terakki lisesi’ ni ve iüef felsefe bölümü’ nü bitirdi. ankara’ ya yerleşerek, önce basın yayın ve turizm genel müdürlüğü’ nde, daha sonra trt ankara radyosu dış yayınlar bölümü’ nde çalıştı. rockefeller bursu’ yla avrupa’ nın çeşitli kentlerinde bulundu (1963 – 64). 1974’ ten sonra ölümüne kadar hacettepe üniversitesi’ nde öğretim görevlisi olarak çalıştı; “metin okuma ve yazma” dersleri verdi. pegasus edebiyat ödülü alan “gece” adlı romanının amerika ve fransa’ da yayımlanması üzerine 1994 baharında amerika, fransa, ingiltere ve almanya’ yı kapsayan bir gezi yaparak konferanslar verdi, “okuma toplantıları”na katıldı. hacettepe üniversitesi’ nde pankreas kanserinden tedavi gördüğü sırada yaşama veda etti; vasiyeti gereği karşıyaka mezarlığı’ nda çok yakın dostları tarafından toprağa verildi. yine vasiyeti üzerine, bütün yapıtlarını metis yayınları tarafından kitaplarının gelirinden elde edilen parayla “bilge karasu edebiyat bursu” veriliyor.

    ilk yazısını 1950’ de, ilk öyküsü 1952’ de “seçilmiş hikayeler” dergisinde çıktı. öykü, deneme, resim eleştirisi, şiir ve çevirilerini “seçilmiş hikayeler”, “dost”, “forum”, “türk dili”,“tan”, “gösteri”, “gergedan”, “şehir”, argos”, “kedi” gibi dergilerde yayımlandı. 1950 kuşağı öykücüleri arasında, bireyin sorunlarına ağırlık veren, onun günlük hayatındaki açmazlarını derinlemesine işleyen bir yazar olarak öne çıktı. sevgi, dostluk, yalnızlık, tutku, inanç/inançsızlık, korku ve ölüm gibi kavram ve temalardan hareketle çağrışımlara yaslanan, eğreltileme ve simgelerden bolca yararlanan bir dil aracılığıyla kendine özgü bir üslup geliştirdi. gerek sözdiziminde denediği yeni olanaklar, gerekse dilin yapısı yönündeki araştırma ve önerileriyle anlatımın sınırlarını zorladı. “metin” olarak adlandırdığı kimi ürünlerinde resim ve müziğin açılımlarını düzyazıya taşıdı. edebiyatla felsefenin belirli bir denge içinde rahatlıkla kaynaştığı kitaplarında türk edebiyatının özgün örneklerini verdiği kabul edildi.

    ilk kitabı “troya’ da ölüm vardı” da yer alan öykülerinden bir yandan bireyin iç dünyasına yönelip onu tutkularının pençesinden ölümcül bir güce dönüşen sevgisiyle, insanlar arasındaki yalnızlığı ve çevresinin katılığıyla, kıskançlıkları ve acısıyla yansıtırken, öte yandan, fona özenle yerleştirdiği ortam ve insan ilişkileriyle de bazı gerçekliklere ışık tutar. “doğum”, “sarıkum’ a giriş”, “şarkısız gecelerin ilki” ve “beşinci gün” adlı öykülerinde bireysel gerçeklikleri, “oda oda dünya”, “zanzalak ağacı” ve “anahtar” adlı öyküleriyle büyük kente, istanbul’ a taşır. “troya’ da ölüm vardı”, karasu’ nun yazarlık yaşamının ilk kitabı olmasının yanı sıra anlatıma taşıdığı farklı dil ve biçim özellikleriyle, dile getirdiği duyarlık bakımından türk edebiyatında da alışılmamış, ayrıcalıklı bir yere sahiptir. gerek tek tek öykülerin içinde, gerekse kitapta yer alan öyküler arasında örülen “mozaik doku”, kitabı bir araya getirilmiş öyküler toplamı olmaktan öte bütünsel bir yapıya kavuşturur. füsun akatlı’ nın değerlendirmesiyle “yazarın hemen her yazısında kendini sezdiren mozaikçiliği, “troya’ da ölüm vardı” da başat özellik olarak dikkat çekiyor. hem her bir öykünün içinde, hem öyküler arasında işlenmiş, geniş açıdan bakıldığında bütünlüğünün görülmesi olanaklanan bir mozaik bu.”

    ikinci kitabı “uzun sürmüş bir günün akşamı”, aynı adlı uzun öyküyle birlikte “dutlar” öyküsünü içerir. bir novella olarak da nitelenebilecek “uzun sürmüş bir günün akşamı” nda anlatılan, dostluk, bağlılık, inanç ve ilişkilerdeki ölümcül çelişki ile çatışmalarıdır. bu kez zaman ve mekan olarak eskiye, bizans’ a dönülmüştür; yazar, günümüz gerçekleri ve bireyin açmazına, görece yabancı ve uzak bir zaman parçasından bakmayı dener. karasu, öyküsünün “ada” başlıklı bölümünde anronikos, ikinci bölümü “tepe” de ise ioakim adlı iki genç manastır çömezinin gözlerinden dünyaya, insan ilişkilerine, tanrı inancına, bağlanmaya, dostluğa, sevgiye, tutkuya, yaşama ve ölüme ya da kısaca, uzun psikolojik çözümlemeler aracılığıyla bireye ve onun hayatı algılayışına bakar. karasu’ nun yazarlık yaşamında belki de en önemli kilometre taşını oluşturan “uzun sürmüş bir günün akşamı”, gerek bireyi geçmiş, şimdi ve gelecek bağlamındaki konumlayışı, gerekse anlatım ve dile getirdiği açılımlar bakımından dikkati çeker. metnin, zengin çağrışım ve düşüncenin bir tür bilinç akışı tekniğiyle yeni düşünceler doğurarak ilerlemesi, kendi içinde alt katmanlardan üst ya da uzak düzeylere sıçrayarak devinmesi, bireyi olanca karmaşa ve çelişkisiyle yansıtırken onu evrensel planda kavrayışı da örnekler. kitapta yer alan “dutlar” adlı öyküde italya’ da mussolini’ nin diktatörlüğünden kaçan ve kadını türkiye’ ye, erkeği arjantin’ e sığınmış bir ailenin serüveni anlatılır. öykünün sonundaki 27 mayıs 1960 ihtilali öncesindeki baskı ortamı ve öğrenci hareketleri simgesel bir dille verilir. öyküde bir simge gibi kullanılan dut ağaçları, tırtılların ölümüyle yeniden yaprak açar. behcet necatigil, bu kitap hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır : “birkaç iletkenli kablo gibi, olguyu, düşüceyi, çağrışımı, paralel götürme tekniğiyle yazılmış, şimdiki zamandan geçmiş zamana geçişlerde birden kesilmiş, yarım bırakılmış cümleleri bir anlatım özelliği olarak benimsemiş kitapta, ilk iki hikayede halka halka, dini inancın getirdiği sarsıntılar genişletiliyor; üçüncü hikayede ise demokratik ve siyasal bir ümit ve inancın zaferi vurgulanıyor.”

    göçmüş kediler bahçesi” adlı masal/anlatı kitabıyla, benzer temaları masal türü ve söyleminin sağladığı olanaklarla daha da geliştirerek sürdüren karasu, bireyi bir anlamda masal dünyasına taşıyıp orada konumlamıştır. söz konusu masalsı dünya, kendi yaşamı, iç dünyası, ilişkileri ve tutkuları çerçevesinde çağrışımlarını dilediğince koşturabilecek özgür bir alan sunmuştur karasu’ ya; daha uzak ve daha yabancı bir sahnede, eski göçebelerden karanlık ormanlara, surları, yıkık kemerleri ve köprüleriyle eski şehir kalıntılarından içlerinde en büyük tarih demek olan geçmişi taşıyan taşlara, atlara, parslara, kurtlara, karacalara ve tazılara varıncaya, ilkel dönemleri anıştıran sahneler kurar. “göçmüş kediler bahçesi” nin ardından gelen “kısmet büfesi” adlı öykü kitabı karasu’ nun başta müzik ve resim olmak üzere farklı disiplinlerin olanak ve açılımlarından bolca yararlandığı tam bir deneysel metinler kitabıdır. öykülerinin sayfa düzeninden dizilişi ve bölümlemelerine varıncaya bir dizi biçimsel (görsel) öğenin öne çıktığı “kısmet büfesi” yle karasu daha kapalı bir anlatıma yönelir. kitapta yer alan “çapavulun çattığı çaparız – erol akyavaş’ ın bir resmi üzerine metin” ve “çeşitlemeli korku – beş ses için metin” in yanı sıra “ertuğrul oğuz fırat’ ın resimleri üzerine akdeniz’ den uzak bir metin” ve “turan erol' un bir gençlik resmi üzerine akdeniz’ i anar (arar) bir metin” adlı metinlerde, salt kendine özgü dili ve anlatımıyla türk edebiyatında deneysel/yenilikçi edebiyatın uç örneklerini vermiştir.

    bilge karasu’ ya yayımlanışından altı yıl sonra “pegasus edebiyat ödülü” nü getiren “gece”, darbe dönemlerinin toplumsal – politik karabasanını bir yazarın dünyasından, dil ve biçim arayışlarını sürdürerek işlediği bir romandır. buradaki birey, dili arayan “yaratma”nın peşinde bir birey olarak önceki yapıtlarından bambaşka bir düzlemde ele alınmıştır; üstelik bireyin yalnızlığına yaratmanın yalnızlığı eklemlenir. söz konusu içerik, roman boyunca, yazar, yaratıcı, anlatıcı ve hatta düzeltmenin sürekli yer değiştirmesiyle dalgalanıp duran söylem aracılığıyla çok farklı biçimsel özellikler de kazanır. geleneksel yazı, yazar, anlatı, anlatıcı, kişilik ve öyküleme kavramlarının tek tek değişikliğe uğratıldığı “gece” de karasu, gerek öznel, gerekse nesnel düzlemde, başta yazar olmak üzere, dilin ve konu edilen yaşam gereçlerinin varlık sınırlarını yok eder. a. göktürk’ ün “özdeşliğin dil ile aranışı, dil ile kurulma çabası” olarak değerlendirdiği “gece”, alabildiğine karanlık, karamsar atmosferinin yanı sıra aynı zamanda umudum da romanıdır; birey belki bir yandan da kendi “ideal ülkesi” ni oluşturmaktadır : “bir özdeşlik arayışının aracı olan söylem, gene gecede sürecektir. öncesi sonrası karanlık, ölümü, korkuyu, gizemi, yaratıcılığı, düş gücünün en çılgın sanrılarını, dilin gündelik sınırlar ötesindeki bulgularını, karanlık anlamlarını, belirsizliklerini içeren gecede. alışkanlıkların, tanıdık bildik durumların, geleneğin, uzlaşımın simgesel ortamı olan gündüz, bu niteliğiyle geceye, gizemli yaratıcılığın simgesel ortamına karşıttır. gerçekte, gündüzün geceyi hep kovalaması gibi, gündelik alışkanlığın baş işlevi de yeniyi, yabancıyı, dişseli, yapıntıyı yaşamdan kovmaktır. bizim alışkanlıklarımızın, yerleşik algı düzenimizin, rahatlığımızın bu yönüne direniyor işte gece. yer yer, salt anlatma işlevinden soyutlanmış sözceleriyle, bir düş düzeninde örülü görünüşte dağınık söylemiyle, temel gereksinimlerimizi, yerleşik beklentilerimizi bu noktada altüst ediyor, bocalatıyor. çizgisel akışlı bir öyküyü, her an göklere çıkarmaya hazır ve kolaycı okur beğenisine ters düşüp kovulmayı göze alarak” (a. göktürk).
    “gotik türde fantastik bir roman” (b. moran) olarak değerlendirilen ikinci romanı “kılavuz”, kurmaca içinde kurmaca biçiminde gelişen ve yer yer polisiye romanları anıştıran bir kitaptır. düş/uyanıklık, kurmaca/gerçeklik ve hayal gücü/akıl gibi karşıtlıklar arasında gidip gelen roman aynı zamanda sevgi, sevgisizlik, bencillik ve sorumluluk gibi duygu ve davranışları irdelemesi açısından da dikkat çekicidir. denemelerini topladığı “ne kitapsız ne kedisiz” ile daha sonraki kitapları “narla incile gazel” ve “altı ay bir güz” de denemenin ve anlatının sınırlarında dolaşan karasu, yazmak ya da yazarlık çabasını bir tür kol emeği, el becerisi, öğrenilecek ve öğretilebilecek bir uğraş olarak ele almıştır. söz konusu uğraşı, gündelik yaşayışın yemek pişirme, dikiş dikme, çiçek dikme gibi sıradan işleriyle özdeşleştirir; yazdığı kitaplardan söz ettiğinde, kitabı “çatmak, “dokumak”, “demlemek”, “budamak”, “makaslamak”, “yoğurmak” gibi doğrudan hayatın içinde olan iş ya da eylemler söz konusudur. dolayısıyla kitap yazmak, herhangi bir iş yapmaktan farklı değildir. n. gürbilek’ in saptamasına göre, “dili de sanki bu el emeğini görünür kılacak biçimde kurgulanmıştır. sayısız ayraç, not, dipnot, dipnotun dipnotuyla karşımıza çıkan, dikiş yerleri, makas izleri, teğelleri özellikle ortada bırakılmış, budanarak bir dengeye ulaşsın istenmiş, bütün diğer el emeği biçimlerine, bu arada yaşamın kendisine de benzesin diye uğraşılmış bir yazıdır.”

    ölümünden sonra, eleştirmen füsun akatlı’ ya bıraktığı metinlerden derlenen “lağımlaranası ya da beyoğlu” ve “öteki metinler” adlı kitapları yayımlandı.

    gece, a. mascarou ile s. yılmaz’ ın çevirisiyle fransızcaya (1993), daha sonra ingilizceye (1994), “kılavuz” a. mascarou tarafından fransızcaya (1999) çevrilmiştir. karasu’ nun j. m. barrie’ den çevirdiği “peter pan” ankara devlet tiyatrosu’ nda ve çocuk oyunu olarak uyguladığı biçimle de trt ankara radyosu’ nda oynandı. yine ankara radyosu’ nda “sevilmek” adlı oyunu ile “kerem ve kediler” adlı çocuk oyunu yayımlandı. “lağımlararası ya da beyoğlu” kitabında yer alan “sevilmek” adlı oyunu daha sonra ışıl kasapoğlu’ nun yönetiminde istanbul’ da aksanat prodüksiyon tiyatrosu’ nda sahnelendi. “göçmüş kediler bahçesi” nde yer alan “usta beni öldürsene!” adlı metni barış pirhasan tarafından senaryolaştırılarak aynı adla filme çekildi (1997). ölümünün ardından metis yayınları “bilge karasu aramızda” (1997) adlı bir armağan kitap, tömer edebiyat dergisi (1996), anadolu sanat dergisi (“bilge karasu için”, eskişehir, 1996) ve frankofoni dergileri de birer özel sayı yayımladı.

    >yapıtları<
    _____________

    >öykü<
    troya’ da ölüm vardı (1963)
    uzun sürmüş bir günün akşamı (1970)
    kısmet büfesi (1982)

    >roman<
    gece (1985)
    kılavuz (1990)

    >anlatı<
    göçmüş kediler bahçesi (1979)
    narla incile gazel (1995)
    altı yıl bir güz (1996)
    lağımlaranası ya da beyoğlu (1999)

    >deneme<
    ne kitapsız ne kedisiz – denemeleri (1994)
    öteki metinler (1999)

    >mektup<
    haluk’ a mektuplar (2002)

    >çeviri<
    şehir çocuğu (h. wouk) (1953)
    abraham lincoln (e. ludving) (1953)
    doktor martino (w. faulkner) (1956)
    ölen adam (d. h. lawrence) (1962)
    peter pan (j.m. barrie) (1966)
    sessiz bir ölüm (s. de beauvoir) (1966)
    bella’ nın olümü (g. simenon) (1981)
    üç deneme (i. calvino) (1993)

    >ek olarak<
    erol akyavaş' ın kendisine yazdığı bir mektup için : (bkz: erol akyavaş/8)

    >kaynak - alıntı<
    tanzimattan bugüne edebiyatçılar ansiklopedisi - yky
  • "ölüleri taşımak kolay değil; hele öldüğünü fark etmeden, diri diye birini yıllar yılı gönlünde taşımak... pis iş."

    bilge karasu'nun altı ay bir güz kitabından bu cümle. kitabın karasu öldükten sonra basıldığını öğrenince insana daha da dokunuyor.
  • “insan soyuna soyuna deriye varır, onura, öz saygısına varır. bunları yüzmek, koparıp atmak, güçtür ya, soyunmayı yürekten benimsemiş kişi, sırası geldiğinde, bu son adımı atmağı değer bellediğinde, ölmesini bilir. ne ki, bir tek kez yapılabilecek bu işi, böyle bir eylemin değerini anlayacak kişiler karşısında yapmak ister. yanılır da, sırası geldi diyerek, olmayacak bir yerde girişirseniz bu işe, acı bir masal olur çıkarsınız.”

    (bkz: göçmüş kediler bahçesi) - incitmebeni öyküsünden…
  • "benim yalnızlığım için, başkalarının varlığı gerekli çok!" sözünü okuduğumda beni dumur eden; türk edebiyatının en usta yazarlarından biri.
hesabın var mı? giriş yap