• lise edebiyat bilgisi ile "ehe mehe yanlış yazmış lan", "ya bir de buna nobel vermişler anlatım bozukluğu var burda", "oğlum hep intihal lan bunlar" diyen yurdum eleştirmenlerini ortaya serdiği için memnuniyet duyduğum kitaplardan. belli ki edebiyat bilgin yok. belli ki eleştiriden de kuramlarından da anlamıyorsun. belli ki lisede duyduğun iki üç kavram, bir iki yazar-eser ve öss sorularındaki anlatım bozukluklarından ibaret "edebiyat" bilgin. bir de utanmadan sağa sola bok atıyorsun.

    delirttiniz lan beni! o yüzden sövmeli saymalı, ucundan akademik, eleştiri kuramlı entry'm ile karşınızdayım. eğil de kulak ver, bu çılgın entry edebiyatın kalbinin attığı yerdir. yetkili bir abiye benzediğim doğrudur.

    adam yüz yıllarca önce çoktan terk edilmiş olan realizmi, hatta hatta romantizmi henüz keşfedip okuduğu için modernizmden de postmodernizmden de hadi lan bunları geçtim yapısalcılıktan (structuralism) postyapısalcılıktan (poststructuralism) da bihaber. roland barthes'in ismini duymamış, kalkıyor benim adım kırmızı'yı, kara kitap'ı eleştiriyor. kimsin amk sen ya tamam okur-merkezli (reader-oriented) teoriler var, tamam bu okuru özgür kıldı, tamam istediğin yorumu yapabilirsin, tamam tamam da ayağın yere bassın iki dakika. donanım diye de bir şey var. adam kalkmış postmodern dönemde bir romanda intihalden bahsediyor. hey yavrum hey! manyak mısın lan? akademik makale mi bu? anlatıların yazarların kişisel yeteneklerine ait olduğunu mu sanıyorsun sen? öldü arkadaşım, yazar öldü. duydun mu sen bunu? nerdee... artistic license, poetic license diye bir şeyden haberin var mı? bak ekşi sözlük'te başlık bile açmışlar kendisi için. demek gizli saklı bir bilgi değil. milletin romanında hata bulacağım, çok pis laf sokacağım diye ayırdığın vakti bunlara ayırsaydın keşke. dediklerimden bir şey anlamadın mı? dur dur, sabret açıklayacağım birazdan. hem hızlandırılmış eleştiri kuramları dersi alacaksın bedavadan. hazırsan başlıyoruz.

    bak şimdi. yıllaar yıllaaar önce yapısalcılık diye bir şey çıktı kardeşim. dediler ki aslında dünyadaki her edebiyat eserinin temel çerçevesi, iskeleti, yapısı aynıdır. bakalım bakalım öyle miymiş dedik: zengin kız-fakir oğlan, yolculuğa çıkan bir kahraman, katili kim olduğu bilinmeyen bir ölü. ulan, demişler zaten her roman, öykü cümlelerden meydana gelmiyor mu? cümle nedir peki? bir yapan vardır bir de yapılan iş. temelde budur. bir özne vardır, bir de yüklem yani. ee ne kadar farklı olabilir ki o zaman temelde. adam bir bakmış mesela masallara, ki kendisi rus biçimcisi vladimir propp abimiz olur, lan demiş bunları ben birkaç maddede toplayabilirim bunların yapısı aynı.

    tamam mı tuttun mu bunu kafanda?

    sonra roland barthes diye bir adam çıkmış piyasaya. salâ okumuş kiliseden: yazarın ölümünü duyurmuş cemaate. demiş ki yazar öldü kardeşim. allah rahmet eylesin. yahu demişler neden? bu yazarın ingilizcesi author değil mi demiş? authority ile etimolojik olarak ilgili di mi demiş? yazar demiş bildiğin gibi bir otorite oldu artık. adam metindeki tek otorite. bütün güç ve yetenekler ona ait. ama demiş bakalım, eskiden böyle miydi bu işler? bakmışlar: yok lan ortada yazar bile yok demişler. bak mesela bu masalı kim anlatmış? belli değil. bu destanı? o da yok. gördünüz mü demiş barthes bunların hep modernitenin bok yemeleri. yazar diye bir şey yoktur demiş. yazıcı vardır demiş. scriptor diyor buna elin ingilizi, author yok yani artık demiş. niye? yazardan authority'i aldık o yüzden. neden aldın lan diye sor bakalım sen şimdi? sordun mu? çünkü, demiş, bu yazar bir şey yapmıyor ki biz bunu hep abarttık. biz dediği aslında romantikler* yani. orasını da anlayın artık. onlar, yazar şöyle zeki adam, böyle dâhi, şöyle kişisel yetenek sahibi diye diye göğe çıkardılar bireysel yeteneği. bu da ona itiraz etmiş işte: öyle değil, demiş. yazar bunları kafasından yazmıyor ki. e götünden mi uyduruyor yani? yok lan bunları toplumdan duyuyor; okuduğu kitaplardan, izlediği filmlerden, ettiği sohbetlerden bilinçli ya da bilinçsiz olarak etkileniyor. sonra da ortaya roman çıkıyor. yani bu ona ait değil, demiş. çaldım veli miri malı çaldım lan çıldırtmayın adamı demiş.

    yazdın mı bunu da kafana?

    birileri de şöyle demiş: artık her şey yazıldığına göre, insanlar hep aynı şeylere alıştığına göre, her gün görerek alıştıkları bu şeyleri okura öyle anlatalım ki birden uyansın "vay amk ben bunu hiç böyle düşünmemiştim!" desin. ee konuyu değiştiremeyeceğimize göre o zaman biçimi değiştirelim, diye eklemişler. eski şeyleri alalım onları da bizim bu yeni metinlere koyalım demişler. bununla alay edersek buna parodi diyelim demiş aralarından biri. öteki atlamış: "böyle sanki gazeteden harfleri kesip mektup yazar gibi ben farklı yazarların üsluplarını taklit etsem tek bir metin içinde, öyle oyun işte, eğlencelik" our, demişler. pastiş diyelim buna da demiş. sadece gönderme yaparsak ya da oradan bir şeyler alıp bunu yeni bir formda değerlendirirsek buna da metinlerarasılık diyelim diye karar almışlar.

    anladın mı şimdi senin intihal dediğin ne?

    yazar kitabında bunları yapar, kaynak göstermek zorunda da değildir. bu göndermeleri görüp metnin içine girmek okurun işidir.

    peki şimdi bunları okuyunca "aa ulan zaten minyatürde de imza yok, resimde var, kişisel üslup meselesi falan... bunlar hep bu romanın konusu" dedin mi? demediysen düşün bakalım. o nakkaşlar ustalarını ve kendilerinden önce ortaya konan geleneği taklit edince intihal mi yapmış oluyor? sadece batılılaşma, kimlik meselesi gözüyle mi okudun romanı? ama ne demişti postyapısalcılar: bir şeyin birden fazla anlamı vardır. bir gösteren en az iki şeyi temsil eder: bir kendisini, iki gösterileni. (kitabın "ben" diye konuşan kısa kısa bölümlerden oluşması bakımından resme; hiçbirinin öne çıkmaması, eşit kalması, bakımından da minyatüre benzediği ise kitabın biçim-içerik uyumu açısından başarısını gösteriyor ama sen yine de beğenme tabi.)

    işte böyle sevgili çok bilmiş kardeşim. he, anlatım bozuklukları kaldı di mi? yoruldum. ona şuradan bak: (bkz: artistic license) (bkz: poetic license) yazar, senin konuştuğun verili dili kullanmak zorunda değil. bu kafayla 2. yeni şairleri anlatım bozukluğunun amına koymuş durumdalar. kaldı ki kara kitap üzerine yazılar'ı açıp bakma zahmetine katlanırsan orada bir makalede bir dilbilimcinin pamuk'un türkçe sözdizimine kattığı yeni biçimleri tartıştığını da görürsün.

    bunlar seni kesmediyse şurdan devam et:
    lan zaten kara kitap'ı da hüsn ü aşk'tan aparmış.
    veya şöyle de:
    postmodernizm icat olmuş edebiyat bozulmuş. intihalin adı metinlerarasılık olmuş.

    he he, öyle olmuş.

    edit: hiç haberim olmayan bir tartışmanın (bkz: #70929132) ortasında kalmışım, mesaj gelince haberdar oldum. bir vakit bulunca o iddialara da cevap vermeyi düşünüyorum.
  • "....allahima sukrediyorum. frenk usullerince resmedilseydim beni sahici bir agac sanan istanbulun butun kopekleri uzerime iser diye korktugumdan egil. ben bir agacin kendisi degil manasi olmak istiyorum"

    manyak oldugumdan hem turkcesini hem de ingilizce cevirisini okuyorum, vallahi bazi bolumlerinde cevirmen oyle iyi kivirmis ki orjinalinden daha guzel olmus. yazarinin arastirmalari, cevirmeninin de dil hakimiyetiyle tesekkuru rahatca hakeden kitap. nakkaslar hakkinda bir halt bilmiyordum, durup dururken merak etmeye basladim, kimdir bu yari deli yari evliya kor ustalar diye.
  • dayanamayacağım, kaç yıldır tutuyorum kendimi;
    (bkz: benim adım cemil)
  • kara, on iki yıllık ayrılığı boyunca, şeküre'nin yüzünün italyan üstatların usulleriyle yapılmış bir resmi keşke yanında olsaydı diye düşünürken şöyle diyor:

    "çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir."

    aynı bölümün devamında ise kara, şeküre tarafından reddedildikten sonra kendisini berbat eden karanlığı şöyle ifade ediyor:

    "buz gibi gecelerde, han odalarında ocağın sönen aleviyle birlikte yok olup gitme isteği, seviştikten sonra rüyalarımda sık sık yanımdaki kadınla birlikte ıssız bir uçuruma düştüğümü görmem ve 'beş para etmez herifin tekiyim' fikri şeküre'den bana mirastır."

    orhan pamuk'un buna benzer şekilde kara kitap'ta da çok iyi yaptığı bir şey var. kadın-erkek ilişkilerinde erkeğin dalgalanmasını, duygularını keskin ve uçlarda yaşamasını, bazen bir enerji topuna dönüşüp bazen bitap olmasını; kadının ise olağanüstü soğukkanlılığını, duygusal istikrarını, ben merkezciliğini ve güçlü halini inanılmaz anlatıyor ya :)
  • anlatim bozuklugu icerdigine dair elestirileri duyunca, aklima yine ayni kitapta okudugum "kusur uslubun anasidir" lafini getiren kitap.
  • herşeyden önce okunduktan sonra ağızda bıraktığı kekremsi tadı doğunun ve islamiyet dünyasının hor kullanılmamış potansiyeline borçlu olan roman. roman boyunca işlenen en önemli tema nakkaşların bir üsluplarının olmasının doğru olup olmadığıdır. bu noktadan hareketle şiddetli bir doğu-batı karşılaştırması başlar. çünkü doğu; islamiyet inancını taban alarak üslubu küçümser-yadsır ve bir nakkaşın üslup sahibi olmasını veya imza atmasını küfür sayar (yaratma ve olduğu gibi resmetme kavramları doğuya terstir). batı ise çoktan beri perspektifi kullanmaya başlamış ve nesneleri oldukları gibi resmeylemeyi düstur edinmiştir.

    bu minvalde, osmanlı nın bozulma döneminde geçen bir hikayenin (aynı zamanda doğunun her anlamda çökmeye başlamış olması anlamına gelir) doğudaki resim sanatının çöküşü ile bağlantılı bir kurgusu oluşturulmuştur.
    kompozisyon gayet şıktır.

    ayrıca roman içerisinde sürekli göz önünde tutulan figürlerden biri ise kör olmaya çalışan ve ya kendini kör eden nakkaşların roman karakterleri arasındaki paralelliklerdir. kör olma/etme ile renksizliğe kavuşma, hayatı boyunca uğraştığı renkleri aşma, herşeyi hafızan çizme özellikleri de vurgulanmaktadır. zannımca bu figür ile pamuk un vermeye çalıştığı şey ise sufizm inancının temel öğretilerini roman bünyesine dahil etmektir.

    şimdi neden bu kitabın ödül almış olduğu daha nettir; kitap hem doğuyu hem batıyı anlatır. doğunun çöküş sürecine ve nedenlerine göndermeler yapar, kimi zaman ağıt yakar. zengin altyapısı ise batı için rakı-kebap ikilisinden çok daha anlamlıdır.
  • karlı dokuz kış gününde geçen ve istanbul'un karla örtüldüğü şu günlerde tekrardan okunması hoş ambiyanslar yaşatabilecek olan orhan pamuk romanı.kanaatimce orhan pamuk'un en kolay okunan kitabı olmasına rağmen pamuk'un kitabı dört yılda tamamladığını ve bunun 2 yılını hiçbir şey yazmadan sadece araştırma yaparak geçirdiğini düşünürsek okunduğu kadar kolay yazılmadığı açıktır.(nispeten) kolay okunuyor oluşunu da kitabın geneline hakim olan (nispeten) iyimser havayla açıklamak mümkündür sanıyorum.
    zaman zaman içinden rastgele bir bölümü açıp okuduğumda romanın bütününden bağımsız olarak aldığım edebi keyifle bana yine aynı keyfi aynı şekilde fakat daha yoğun ve daha karamsar olarak yaşatan pamuk'un başyapıtı kara kitap'ı hatırlatmakta bu yönüyle de her daim baçucumda bulunmayı hak eden bir kitap olmaktadır.
    (sırf bu yüzden size "yurdum eblehi" diyebilecek "densiz"lerden "minyon'larcasının etrafta aylak-aciz gezinmeqte" olması ise üzüntüyle izlenmekte gereksiz vakit ve parantez sarfiyatına sebep olmaktadır)
  • meddah'ın konuştuğu "ben, şeytan", kitabın en ilgi çekici bölümlerinden biridir bana göre:

    ben, şeytan

    zeytinyağında kızarmış kırmızı biberin kokusunu, açık pencerenin kenarında bir an bir kadının belirişini, sessizlikleri, düşünmeyi ve sabrı severim. kendime inanırım ve çoğu zaman benim hakkımda söylenenlere aldırmam. ama bu akşam, bu kahvehaneye nakkaş ve hattat kardeşlerimi bazı dedikodular, yalanlar, söyletiler yüzünden uyarmaya geldim.

    elbette, ben söyledim diye tam tersine inanmaya hazır olduğunuzu biliyorum. ama benim söylediğimin tam tersinin her zaman doğru olmadığını sezecek kadar da akıllı ve kanmasanız da söylediğim her şeye ilgi duyacak kadar da hassassınız. kuran-ı kerim'de elli kere geçen adımın, en çok anılan adlardan biri olduğunu bilirsiniz.

    peki, allah'ın kitabından, kuran-ı kerim'den başlayalım. orada hakkımda söylenenlerin hepsi doğrudur. bunu söylerken bir alçakgönüllülük ettiğim bilinsin isterim. çünkü bir de üslup meselesi var. kuran-ı kerim'in beni aşağılayışı bana hep acı verdi. bu acı benim hayat tarzımdır. bunu tartışmıyorum.

    evet, biz meleklerin gözleri önünde allah insanı yarattı. sonra bizden ona secde etmemizi istedi. evet, araf suresinde yazıldığı gibi bütün melekler secde ederken ben itiraz ettim. adem'in çamurdan, benim ise, çok daha üstün bir madde olduğunu hepinizin bildiği ateşten yaratıldığımı hatırlattım. insana secde etmedim. allah da beni "mağrur" buldu.
    "cennet'ten in," dedi. orada büyüklük taslamak senin haddin değil."
    "kıyamete, ölüler dirilene kadar yaşamama izin ver," dedim.

    verdi. ben de, bütün bu sürede ona secde etmediğim için cezalandırılmama sebep olan adem'in soyunu, yoldan çıkaracağımı söyledim. o da, yoldan çıkardıklarımı cehenneme'e yollayacağını söyledi. bunları karşılıklı yapmaya devam ettiğimizi biliyorsunuz. bu konuda ekleyecek çok fazla bir şeyim yok.

    bazıları, o sırada yüce allah ile aramızda bi anlaşma yapılmış olduğunu ileri sürdüler. bu mantığa göre, ben yüce allah'a kullarını sınamak için yardımcı oluyor, onların aklını çelmeye çalışıyordum. iyiler iyi karar verip yoldan çıkmıyor, kötüler nefislerine yenik düşüp günah işliyor, cehennem'i de boyluyorlardı. herkes cennet'e gidecekse kimse korkutulamayacağı, dünya ve devlet işleri yalnız iyilikle yürütülemeyeceği ve alemde iyilik kadar kötülük, sevap kadar günah da gerekli olduğu için yaptığım çok önemliydi. allah'ın düzeninin benim sayemde ve yüce allah'ın (niye kıyamete kadar yaşamam için bana süre vermişti?) izniyle gerçekleştiği halde, benim "kötü" olmam, akkımın hiçbir zaman teslim edilmemesi benim gizli acımdı. benim hasabıma bu mantığı sonuna kadar götüren hallacı mansur, veya meşhur imam gazali'nin kardeşi ahmet gazzali gibiler, demek ki, allah'ın izni ve isteğiyle yapıldığına göre, aslına benim işlettiğim günahların da, allah'ın istediği şeyler olduğu, iyi ile kötü olmadığı, çünkü her şeyin allah'tan geldiğini, hatta benim de allah'ın bir parçası olduğumu yazıp söylemeye kadar vardırmışlardır işi.

    bu akılsızların bazıları, haklı olarak, kitaplarıyla birlikte yakılıp öldürülmüşlerdir. çünkü, tabii ki, iyi ve kötü vardır, bu ikisi arasında bir sınır çizmek hepimizin işidir, ben -haşa- allah değilim ve bu saçmalıkları da bu akılsızların kafasına ben sokmadım, onlar kendileri düşündüler.

    bu da beni ikinci itirazıma getiriyor: alemdeki bütün kötülüklerin, ve günahların kaynağı ben değilim. pek çok insan benim kışkırtmam, kandırmam, vesveselendirmem olmadan kendi hırsları, şehvetleri, iradesizlikleri, alçaklıkları ve çoğunlukla da aptallıkları yüzünden günah işliyorlar. bazı okumuş yazmış mutasavvıfların, beni bütün kötülüklerden arındırma gayretleri ne kadar saçmaysa, her kötülüğün benden çıktığını sanmak da kuran-ı kerim'e o kadar aykırı. müşterisini kazıklayıp çürük elmayı hileyle satan her manavı, yalan söyleyen her çocuğu, her dalkavukluk edeni, edepsiz hayaller gören her ihtiyarı, otuz bir çeken her oğlanı ben kandırmıyorum. hatta, yüce allah, bu son ikisinde beni anmalarına yol açacak bir kötülük bile bulamaz. elbette vahim günahlar işlensin diye çok uğraşıyorum, ama ağzı açık esneyenleri, hapşıranları, hatta osuranları da benim kandırdığımı yazıyor bazı hocalar. beni hiç anlamadıkları anlamına geliyor bunlar.

    anlamasınlar, sen de onları daha kolay kandırırsın, diyebilirsiniz. doğru. ama benim de bir gururum olduğunu, zaten yüce allah ile aramı bunun açtığını hatırlatmam gerekir. her kılığa kolaylıkla girebildiğim, özellikle şehvet uyandıran güzel kadın olarak dini bütünlerin yoluna çıktığım on binlerce cilt kitapta kaç kere yazıldığı halde, buradaki nakkaş kardeşlerim beni niye hala yüzü et benleriyle kaplı, eciş bucüş, boynuzlu ve kuyruklu bir korkunç mahluk gibi çizdiklerini açıklayabilirler mi?

    asıl konumuza böylece geldik: nakış. istanbul sokaklarını dolduran ve sizleri daha sonra üzmesin diye adını anmayacağım bir vaizin kışkırttığı bir kalabalık, makam ile ezan okumanın, tekkelere toplanıp kucak kucağa zikredip çalgı eşliğinde kendinden geçmenin allah'ın sözüne aykırı olduğunu söylüyormuş. bu vaizden ve kalabalığından korkan aramızdan bazı nakkaşlar, frenk usüllerince nakşetmenin benim işim olduğunu söylüyorlarmış, işittim. bana yüzlerce yılda sayısız iftira edildi. hiçbiri hakikatten bu kadar uzak değildi.

    her şeyin başına dönelim. herkes havva'ya yasak meyveden yedirmeme takıldığı için bu başlangıcı unutuyor. hayır, başlangıç yüce allah'ın beni mağrur bulması da değildir. her şeyin başlangıcında o'nun bana ve diğer meleklerine insanı gösterip secde etmemizi istemesi ve öteki melekler insana secde ederken çok yerinde bir kararla,

    benim insana secde etmemem

    var. beni ateşten yarattıktan sonra, daha değersiz bir malzeme olan çamurdan yapılmış

    insana secde et

    demesi sizce yerinde mi? vicdanınızla söyleyin kardeşlerim? peki, biliyorum, burada hiçbir şeyin aramızda kalmayacağını, o'nun her şeyi işiteceğini ve birgün de sizden hesabını soracağını düşünüp korkuyorsunuz. o zaman size o vicdanı niye verdi diye sormuyorum, korkmakta haklısınız, diyorum ve bu sorumu ve ateş-çamur ayrıntısını unutuyorum. ama hiç unutmayacağım, evet gururla hatırlayacağım bir şey var:

    ben insana secde etmedim.

    oysa yeni frenk üstatları, şimdi tam bunu yapıyorlar. beylerin, papazların, zengin tüccarların ve hatta kadınların bile gözlerinin rengi, tenlerinin dokusunu, dudaklarının benzersiz kıvrımını, göğüslerinin arasındaki güzel gölgeye, alınlarındaki kırışıklara, parmaklarındaki yüzüklere, hatta kulaklarından fışkıran iğrenç kıllara kadar her şeyi olduğu gibi resmedip göstermekle yetinmiyorlar, sanki insan secde edilecek bir yaratıkmış gibi onları resimlerinin tam merkezine yerleştirip bu resimleri tapılacak put gibi duvarlara asıyorlar. insan, gölgesi bile bütün ayrıntısıyla resmedilecek kadar önemli bir mahluk mudur? bir sokaktaki evler insanın gözünün yanlışlıkla gördüğü gibi gitgide küçülüyormuş gibi resmedilirse alemin merkezine allah değil, insan yerleştirilmiş olmaz mı? bunları her şeye muktedir yüce allah daha iyi bilir. ama, insana secde etmeyi reddetmiş, bu yüzden ne acılar, ne yalnızlıklar çekmiş, bu yüzden allah'ın gözünden düşmüş, küfürler edilmiş olan benim, bu resimlerin fikrini verdiğimi ileri sürmenin ne kadar saçma olduğu anlaşılmıştır sanıyorum. bazı mollaların yazdığı, bazı vaizlerin söylediği gibi, bütün çocukların benim yüzümden otuz bir çektiğine, herkesi benim osurttuğuma inanmak bile daha mantıklıdır.

    bu konuda son bir şey daha söylemek istiyorum, ama sözüm kafası kendine gösterme hevesleri, şehvet ve para düşkünlüğü ve abuk sabuk tutkuları yüzünden her zaman bulanık olan insanlara değil! sınırsız aklıyla beni yüce allah anlar ancak: meleklerini insana secde ettirerek onlara mağrur olmayı sen öğretmedin mi? şimdi de senin meleklerinden öğrendikleri şeyleri kendileri yapıyor, kendi kendilerne secde edip kendilerini alemin merkezine yerleştiriyorlar. herkes, senin en sadık kulların bile, frenk üstatlarının tarzında resmedilmek istiyor. bu kendine hayranlığın sonucu, yakında seni unutmaları olacak, bunu kendimi bilir gibi biliyorum. üstelik, seni unutmalarının bütün suçunu yine bana atacaklar.

    bütün bunlara sanıldığı kadar aldırmadığımı nasıl anlatabilirim size? tabii ki yüzlerce yıldır acımasızca, taşlanmama, küfürlere, lanetlere, beddualara rağmen sağ salim ayakta durduğumu göstererek. kıyamete kadar yaşam iznimi bana ulu allah'ın verdiğini, bana olur olmaz küfür eden öfkeli ve yüzeysel düşmanlarım hatırlasalar hepimizin işi kolaylaşırdı. onların ise, allah'tan alabildikleri ömür altmış yetmiş yılı ancak geçer. bari kahve içerek bunu uzatmaya çalışın, desem, aman şeytan böyle istiyorsa tam tersini yapayım diye bazılarının hiç kahve içmeyeceğini ya da baş aşağı dikilip kıçına kahve döktürmeye çalışacağını da biliyorum.

    gülmeyin. düşüncelerin içeriği değil, biçimi önemlidir. nakkaşın ne resmettiği değil, üslubu. ama bunların da hiç belli olmaması gerekir. son olarak bir aşk hikayesi anlatacaktım, geç olmuş. beni bu gece seslendiren üstat meddah, yarın değil, öbür gün, çarşamba gecesi duvara bir kadın resmi astığında bu aşk hikayesini tatlı diliyle seslendirmeye söz verdi.
  • yapı kredi yayınları'ndan çıkan baskısındaki sonsözde orhan pamuk'un hakkında şunları söylediği romandır:

    '' çocukluğumun unutulmaz hatıralarından biri de, istanbul'da 1960'ların başında, bir pazar sabahı, annemin beni ve ağabeyimi götürdüğü ''çocuk tiyatrosu'' denen bir şeydi: sahnede kucağına aldığı oyuncak bir bebekle eğlenceli bir sohbete dalan vantriloğu (karından konuşan kişi) seyrederken yalnız eğlenmemiş, eşyanın -oyuncak bebeğin- konuşmasından korkmuştum da. okurların benim adım kırmızı'nın mizah ile korku arasında gidip gelen bir yanı olduğunu bana söylemeleri belki aynı duyguyu hatırlattığı için beni çok mutlu eder. ''
  • roman hakkında belli ki farklı düşünceler var üsluba dair. kitabı okuyarak bulunan ve hatalı olduğu iddia edilen cümleler dil dernegince dilimizin kurallarına uygun bulunmamış. ne şahane. dilimizin kuralları derken sanırsam ki türkçeden bahsediliyor. (bir romana dair eleştirilere cevap verecek bir entry girerken insanin dil kurallarina dikkat etmesi gerekir şüphesiz lakin "adım hıdır elimden gelen budur" misali sadece nacizane fikir belirtmek isterim. demem o ki, hatam olursa affola)

    şimdi olaya bir de su acidan bakmaya ne dersiniz; benim adim kirmizi, osmanli dönemini, o yillarda nakkaşlar arasında geçen olaylari farkli karakterlerin ağzından anlatan bir romandır. bundan olabilir mi bu yanlış olan cümleler? orhan pamuk gibi bir yazarın üslubunu eleştirirken, onu devrik ve hatalı cümle kurmakla suçlarken tüm eserlerine bakmak gerekmez mi?

    bir başka açı da, kurallara uygun mu olmalı illa ki kurulan her cümle? devrik cümlenin edebiyata hiç mi katkısı, eklediği güzellik yok? ki belirtilen örneklerdeki cümleler gayet de anlaşılabilir hatta farklı yapısıyla çekicidir. belki de tartışma klasik ve modern edebiyatın farklılıklarıdır. şayet orhan pamuk'un tamamen türk dil kurallarına bağlı kalacağına dair bir yemini var ise ben zaten tüm bu yazdıklarımı yutmaya ve gerekli mercilere özrümü bildirmeye hazırımdır. (bu da hatalı)
hesabın var mı? giriş yap