• "benim milliyetim yok. vatanım pabuçlarımdır..."*
  • kendisinin hayati ve filmleri hakkinda internetten buldugum bir makaleyi hemen paylasalim sizlerle;

    o, sinemacı sıfatını kesinlikle kabul etmeyen ve ben öylesine bir insanım diyenlerden. 15 yaşında komünist olmayı deneyen fakat hayatı boyunca anarşist kalan, 18 yaşında ise kendi tiyatrosunu kuran biri. 1929 yılında şili'nin bir sahil kasabasında, rus yahudisi bir ailede açıyor meraklı gözlerini. henüz dört yaşında, üç silahşörler'le beraber okumaya başlıyor. bu yüzden kitapların her zaman güçlü bir silah olduğuna inanıyor. erken yaşlarda en çok şiirle sarhoş oluyor. o dönem gündüz öğrenci, akşam palyaço. üniversiteden ve köklerinden sıkılınca, buñuel'in de geçtiği yollardan geçmek üzere ipini koparıp fransa'ya doğru sürrealist bir yolculuğa çıkıyor. çıkmadan bütün adres defterini denize atar, geri dönüşü olmayan bir yolculuktur bu. farklı şehirler gezecektir hayatı boyunca ve en çok kendi içinde yaşamayı sevecektir.

    yıl, 1953. fransa'da, ispanyol oyun yazarı fernando arrabal ve roland topor ile panik tiyatrosunu kurar ve bir dizi happening gerçekleştirir. babaları tanrı pan'dır. buda'nın bile egosu olduğunu, egoyu yok etmekten çok (bilinçaltına) eğmek gerektiğini söyler. bu ise, kendisinin de herkes gibi dünyanın merkezi olduğunu keşfetmesiyle noktalanır. panik yılları sanatçı kimliğini güçlü bir şekilde oluşturacağı zamanlar olur. bu arada henüz dünyanın en iyi çizgi roman yazarlarından birisi değildir. çizgiler için yazmaya, 1966 yılında manuel moro ile anibel 5 ile başlar. fabulas panicas gibi, gazete için kendi çizdiği şeyler de olacaktır.

    1965 yılında, marcel marceau ile beraber meksika'ya gidince, tiyatro çalışmaları hız kazanır ve sınırları zorlayan tiyatro denemelerinin ardından sıra sinemaya gelir. meksika'da çektiği ilk film, arrabal'ın bir oyunun jodorowsky uyarlaması olacaktır: fando y lis. oyundan akılda kalanlar ve sıfır bütçeye rağmen, hedef on ikiden kanlar içinde yere düşer! sürreal aşk hikâyesi meksika'da olay olur, yönetmeni öldürmek isterler. jodo, şüphesiz buñuel'in geçtiği yollardan geçmektedir, fakat yıl 1967!

    eastern
    meksika zamanı. âlem, birbirinden kötü western yapmak için yarışıyor. kafayı zen'e takan jodorowsky, türe kendi imzasını atacağı bir western üzerinde çalışmaya başlıyor. bu, kadınları seven bir silahşorun hırsının kurbanı olup, yeraltında yeniden doğması ve çatlakları açıp ışığı yeniden yeraltına döndürmesinin mistik hikâyesi olacaktır. batıya özgü bireysel intikam ve mücadelenin yerini doğu mistisizminin alacağı kişisel bir deneme. sonuç inanılmazdır. tek kelimeyle!
    el topo, new york'ta bir sinemada yedi ay boyunca gösterilir. gerçeküstü, mistik, sert ve sapına kadar bir western. john lennon filmi izlerken gözlüğünü düşürür. karşıkültüre ilgi duyan yeraltı gezginleri ve limuzinler sinemanın önünden eksik olmaz. film, geceyarısı sineması kültürünü de başlatan filmlerden biri olur. j. hoberman ve jonathan rosenbaum, midnight movies kitabında filmin gece yarıları insanları küçük salonlara nasıl çektiğini ayrıntıları ile anlatır. gençler, geceleri yatağından kalkıp gizlice sinemaya gelmeye başlarlar.

    film, uyuşturucu kafasıyla bir tutulsa da, yönetmeni o dönemde lsd bile kullanmadığını itiraf ediyor. bu film en çok da john lennon'ı etkilemiş olmalı ki, müzisyen bir arkadaşını jodororowsy'nin yeni filmi için bir milyon dolar koymaya ikna eder. görüşme için yönetmen uçak ve limuzinlerle yolculuk eder ve hatta bizzat beatles tarafından tatlı bir kızılderili genç kızla ödüllendirilir.
    yeni film holy mountain'ın çılgın dekorları, kostümleri, şapkaları, ayakkabıları, hepsi yönetmenin öncülüğünde hazırlanır. film, yapımcısının negatif elektriğine rağmen bir kez daha batı seyircisini sarsar ve kendine getirir. gördüğü ilgi el topo'yu bile aşar. şüphesiz, önce avrupa sarsılır. kamera arkası da mistik bir mucize örneği olarak sanat dünyasının efsanelerinden birisine dönüşür. ekip aynı evde, az uykuyla ve sıklıkla kendinden geçerek çekmiştir filmi. batı uygarlığının çarpık köşelerinde zaman geçiren bir grup insanın yaşadığı uyanışın (tırmanışın) hikâyesidir bu. bir kez mutlaka ayık kafayla izlenmesi gereken, inanılmaz sahnelerden oluşan bir yolculuktur.
    ve fakat yönetmen yorulur, dinlenmeye karar verir. ileride bu dönemi anlatırken, buda'nın bekleyişini anımsatacaktır. zayıf tusk'ın ardından, dario'nun kardeşi claudio argento bir gün kapısını çalınca, santa sangre ortaya çıkar. bir sirk hikâyesinden, tuhaf bir anne-oğul ilişkisine dönüşen, türler üstü bir korku filmidir bu. üçüncü başyapıtı olarak kabul edilecektir.

    ne kadar şiddet, o kadar sanat!
    tusk ve sangre'den sonra çektiği the rainbow thief'i sevmez. fena da bulmaz bu filmleri, ama tam anlamıyla sevmez. çünkü içinde kendisi yoktur, şiddet yoktur. sanat şiddet ister, şiddet olmazsa, sanat da olmaz frank herbert'in dune serisinden yapılacak uyarlama ölü doğduysa da, ünlü çizer moebius ile çalışabileceğini anlar. fakat dune biraz içinde kalır, proje için nefis bir ekip kurmuştur. orson welles ve dali oynamayı, pink floyd ise müzikleri yapmayı kabul etmiştir. hollywood, proje büyüyünce panik yapar ve fişi çeker. jodorowsky için bu olay, sinemanın ticari yönüyle geç kalmış bir yüzleşmedir. hikâyelerini çizgi roman kitaplarında ve dergilerinde sunmanın büyüsüyle sarhoş olmaya başlar. devir, avrupa köşelerinde, yağmurlu manzaraya gözleri kapayıp yenidünyalar yaratma devridir. üstelik masadan bile kalkmadan!

    sanat, superman ve spiderman...
    sinemanın yerini çizgi roman almaya başlar. özellikle bilim-kurgularını çizgi roman sayfalarında diriltmeye karar verir ve ünlü evren kurucular ile beraber çalışmaya başlar. bu arada, dev çizer moebius'u gördükten sonra çizmeyi bırakıp sadece yazmaya karar verdiğini de eklemek gerek. iki sanatçının ilk işbirliği, 1978 yılında les yeux du chat ile oluyor. iki yıl sonra ise absürd bilim kurgu kahramanı john difool'u yaratıyorlar. 1982 yılında, alef-thau için arno ile beraber çalışıyor. daha sonra silvio cadelo, georges bess, zoran janjetov gibi sanatçılarla, çizgi roman yazarlığını geliştiriyor.

    bizde de moebius ile olan hikâyeleri ithaki'den çıkan the incal; yaratım süreci oldukça sancılı geçen, juan giménez'in çizdiği the metabarons; georges bess ile son of the gun ile the white lama ve françois boucq'la çalıştığı bouncer gibi başyapıtlara imza atıyor. 1997 yılında, janjetov ve frédéric beltran ile başyapıt the technopriests'i yaratıyorlar.

    son dönemde jodorowsky imzalı çizgi romanlar amerika'da da yoğun ilgi görüyor. humanoids/dc comics, sanatçının yazdığı çalışmaları özenle basıyor. ama o avrupa ve amerika ayrımının farkında. bir röportajında, amerika'da çizgi romanın superman, spidermen ve benzerleri; avrupa'da ise sanat olduğunu söylüyor. 1996 yılında, georges bess tarafından çizilen juan solo'nun ilk sayısı kendisine senaryo dalında bir ödül getiriyor.

    şüphesiz, jodorowsky'nin tarot uzmanlığı başka bir yazının konusu, ama belirtmek gerek. bu heyecan verici, anormal adam ölüme meydan okuyor ve bozuk ingilizcesi ile kurduğu cümlelerle sıkıcı dünyamızı etkilemeye ve baştan çıkarmaya devam ediyor. kolay kolay kimseyle konuşmuyor ve çalışmayı tercih ediyor. bu arada, 150 yaşına kadar yaşamayı hedefliyor. 120'den ise gayet emin. o gerçeküstü sinemanın en has yapıtları ile bilimkurgu çizgi romanının en sıkı örneklerini bir ömre sığdırmaya başardı. el topo'nun devamını kendi kafasına göre çekmek için ise, sinema endüstrisine kafa tutmaya devam ediyor. izindeyiz...
  • " bazı yönetmenler gözleriyle filmlerini çekerler, ben ise taşşaklarımla filmlerimi çekiyorum." sözünün sahibi.
    taşşaklarına zeval gelmesin...çekmeye devam ömrün yettikçe.
  • ilk olarak şunu söylemek gerekir ki if 2011 kapsamındaki söyleşisini dinleyemeyenler gerçekten büyük birşey kaçırdılar. birinci ağızdan sürrealizm ve sürrealistlik üzerine andre breton, luis bunuel anıları dinlemek başka nasıl mümkün olabilirdi bilmiyorum. 82 yaşında olmasına rağmen insan bir yorulur, oturur. oturmadı. çevirmen serra yılmaz'da ona eşlik etti.
    'benim vatanım ayakkabılarımdır' diyerek başladığı giriş konuşmasında bağımsızlığını, özgürlüğünü ve insanın kendini keşfetme konusundaki yetersizliği üzerine değinmeler yaparak, kolektif yaşam alanlarının bireysel etkilerini açıkladı. jodorwosky' nin vandalitesi, vitalitesi sanırım herkesi cezbetmiş olacak ki salon gülmekten ağzını düzeltemez duruma geldi.
    filmleriyle ilgili küçük detaylar vermekten de geri kalmadı tabiki. hayata geçiremediği (ki geçirseymiş muhteşem birşey olacakmış) 'dün' filmini belgesel olarak izleyeceğimizin müjdesini verdikten sonra, santa sangre'de oynayan küçük oğlunu sırf gerçeğe daha yakın olması için vizörün altından nasıl çimdikleyip ağlattığını anlattı. bol bol hollywood filmlerine ve oyuncularına göndermelerde ve eleştirilerde bulundu. andre breton'un hiçbirşeyi sevmediğini, luis bunuel'in müzikten hoşlanmadığı için filmlerinde müzik kullanmadığını, sürrealist gruptan kendi isteğiyle ayrıldığını, kültür yanılsaması ve insanlar üzerindeki uyuşturucu etkisi üzerine düşüncelerini paylaştı. ayşe sana pas vermiyorsa fatma'yı sev dedi. resim, müzik, pandomim(gençliğinde), tarotla ilgilendiği ve yaşlanmayı bile kendine yakıştırmış, bununla mutlu olabilen bir adamın hayatını, kendini deşifre etmekten en ufak rahatsızlık duymadan hamile kaldığını bile söyledi. varın siz yanın.
  • kendisiyle yapılmış bazı röportajların türkçe çevirilerine şu link'ten ulaşılabilir.

    röportajlardan alıntıladığım bazı bölümleri aşağıya bırakıyorum. bir merak uyandırır belki ve hepsini baştan sona okursunuz umuduyla..

    --- filmlerinizi ‘aydınlanma sineması’ ya da ‘sağaltıcı sinema’ olarak niteliyorsunuz. bunun ne anlama geldiğini anlatır mısınız?

    * aydınlanmadan ya da sağaltıcı sinemadan söz etmeden önce sinema endüstrisi üzerine konuşmamız gerekir. film endüstrisi eğlence sektörüne aittir. peki bu sektörü kim idare ediyor? sıradan insanların talepleri ve zevkleri değil mi? normal insanlar vasatlığı temsil ederler, sanatın kendisini değil! onların eğlence anlayışı kabadır ve size hayatınızı değiştirmek adına hiçbir şey sunmazlar. bu adeta sigara gibidir. tütün içersiniz ve size hiçbir şey vermez. oysa esrar öyle değil, size her zaman bir şeyler sunar. endüstriyel durum da böyledir. aydınlanmadan söz edeceksek endüstriyle yollarımızı ayırmak gerekir. marketin amacı para kazanmak üzerinedir. filmin ölçüsü de buna endekslenmiştir. üç yüz milyon dolar kazandıran film! tam bir baş yapıt! ancak para getirmezse çektiğiniz film, başarısızlıkla, kötü bir film olmakla suçlanır. peki birisini iyileştirmek ne anlama gelir? en büyük hastalık, kendiniz olmak yerine başkalarının istediği ‘şey’ olmaktır. aile, toplum ve kültür buna hizmet eder. onlar size şöyle olmalısınız, şu ahlaki değerlere dikkat etmelisiniz, şu duygulara sahip olmalısınız, şöyle bir para durumunuz olmalı, şu inanca odaklanmalısınız, şu dine inanmalısınız tadında öğütler verirler. sonra size, ruhani bir hapishaneye hayatınız boyunca kapatılacağınıza dair bir form imzalatırlar. işte aydınlanma sineması, bu formu imzalamaktan ve anneninizin rahmindeyken atıldığınız şu yapay dünyanın sınırlarından sizi uzak tutarak, içinde bulunduğunuz hapishaneden nasıl kaçabileceğinize dair öneriler sunar. onun sayesinde kendiniz olur, kendi fikirlerinizi tanırsınız. örneğin alfred hitchcock hasta bir adamdır. neden? çünkü sinema dahisi maskesi altında sahteleşmiştir. oysa aslolan, onun tüm filmlerini bir hapishanede çekmiş olduğu gerçeğidir. 'hitchcock', sizin duygularınızı yönetir, belli bir çizgide davranmanız için sizi hipnotize eder. oysa sağaltıcı sinemanın böyle dertleri yoktur.

    --- konuşmalarınızın birinde, sanatın, sanatçının nevrozuna ya da egolarına hizmet eden bir araç olarak değil, insanları sağaltmak adına bir silah olarak kullanılması gerektiğini söylemişsiniz. yaratma sürecinde hala aynı görüşü mü benimsiyorsunuz?

    * 40 yaşına kadar oldukça nevrotik bir insandım. edebi kahramanlarım da öyleydi, kafka, proust, cioran, samuel beckett vs... onlar benim için birer sakinleştirici ya da eninde sonunda ölümüme neden olabilecek uyuşturucu ilaç gibiydiler. zihinsel mastürbasyonun temsili poe, baudelaire ve borges gibi yazarları da sevdim. sonunda, bir çocuğun ölümünden o kadar etkilendim ki kendi kendime sordum: ‘sanatın anlamı nedir? yaşadığımız dünyaya daha fazla acı katmanın anlamı ne? biz sanatçılar birer şaklaban mıyız yoksa politik birer araç mı?’ 60’lı yaşlara dayanmışken, mutlak sanatın, sağaltım adına kullanılabilecek sanat olduğunu keşfettim.

    --- ‘el topo’ ile ‘the holy mountain’ filmlerindeki ritüelistik süreç farklılıkları konusunda neler söyleyebilirsiniz?

    * dinleyin, ben normal bir yönetmen değilim. yapmaya çalıştığım, kendi başyapıtlarımı ve ruhumu üretmek. benim için film yapmak, ‘kendiliği’ oluşturmaktır. ‘kendilik’ derken, ‘özbenlik’ten söz ediyorum. aradığım şey, önce deneyler yapmak ve sonra da onları birer filme dönüştürmek. 'bakire meryem' ile ilgili bir film çektiğimde, hıristiyan deneyleri yapıyorum demektir. 'el topo'yu çektiğim zaman, zen deneyleri yapıyordum. oldukça derinde yaşıyordum. 'the holy mountain' filmini çektiğim zaman yaptığım şey, gurdjieff ve sufi deneyleriydi. ‘tusk’ filminde ise hindu ve tantra deneyleri yaptım. çakralardan, yani bedensel tecrübeden söz ediyorum. bana niçin 'el topo'yu, 'the holy mountain'i ve 'tusk'u yaptığımı sormuştunuz. söyleyeceğim tek şey, her filmin birer zihinsel yaşam, birer ruhaniyet günlüğü olduklarıdır.

    --- ‘the holy mountain’, ‘el topo’, ‘fando y lis’ gibi filmlerin günümüzde çekilebilmesi mümkün mü sizce?

    * insanlar ‘ah, o günlere dönmek ne güzel, çünkü böylesine harika filmler yapmışsınız’ deyip duruyorlar. aslında o zaman film yapmak çok daha zordu. 'fando y lis'in çekimleri sırasında neredeyse öldürülüyordum. meksika savunma bakanı beni ölümle tehdit etti. kaçmak zorunda kaldım. beni linç etmek istediler. kolay değildi, ancak başardım. benzer bir şeyler yapmak isteyenlerin de yeterli cesarete ve arzuya sahip olmaları gerekir. hollywood, tüm arkadaşlarımın yeteneklerini öğütmüş durumda. örneğin guillermo del toro! onu severim çünkü sonraki kuşağın temsilidir. başarıyı yakalamasından önce tanırdım onu. yetenek dolu bir adamdı ancak sonraları hollywood tarzı vasat filmler üretmeye başladı. sam raimi de öyle, ‘spiderman’ adında bir film çekti. ne büyük utanç! asya hareketi içersinde var olan hong kong’lu, japon, koreli yönetmenler de öyle; yetenekleri hollywood tarafından tarumar edilmiş durumda. metinler de bundan nasibini aldı elbette. örneğin ‘the infernal affairs’in orjinal öyküsü muhteşemken sonrasında ‘the departed’ adıyla onu yeniden çektiler ve ortaya berbat bir film çıktı elbette. kötü bir filmde bile çoğu zaman fantastik bir cevher keşfedebilirsiniz. takashi miike örneğin, bazı sahnelerde gerçek bir dahiyken bazı sahnelerde ise berbat bir tarz ortaya koyuveriyor. tam anlamıyla kendisinin hayranı olmasam bile az da olsa seviyorum onu.

    --- ‘el topo’nun devamı gelecek mi?

    * gelenek olduğu üzere 'bölüm 2' anlayışına hiç girmeyeceğim. 'abelcain' isimli bir senaryo yazdım. bu öykü, 'el topo'nun çocukları' olarak da düşünülebilir. beş yıldır projeye beş milyon dolar yatırabilecek bir prodüktör arıyorum. imkansız...

    --- ‘santa sangre’nin birleşik devletler gösteriminde hangi sahneleri kesilecek?

    * aptallık! fil hortumundan kan boşalma sahnesini kestiler! tam bir aptallık! ve dövmeli kadının bıçaklanma sahnesinin de tamamına yakını atıldı. hitchcock’un ‘büyük’ cinayet filmleriyle ilgili kendi kendime gülerim hep. kalitesiz cinayet filmleri hepsi de. benim için hiçbir şey ifade etmiyorlar. televizyon filmi gibiler. bunun dışında bir şeyler arıyorum. kötü bir tat, meksika dans müziği eşliğinde şiddetli bir cinayet ve daha fazla kan, daha fazla! kusursuz cinayet!

    --- halüsinojen maddeler, her zaman için yarattığınız ürünlerin bir parçası mıydı?

    * ‘el topo’ filmini izlemeye gelenler sürekli esrar içiyorlardı. ‘the holy mountain’ için de geçerli bu. benim için durum farklı. çünkü ben film yapıyorum. neden bunlara ihtiyaç duyayım ki? sadece bir kez mantar ve bir kez de lsd deneyimim oldu, ne olduklarını merak ediyordum. hocam oscar ichazo ile birlikte denemiştim. lsd sayesinde bir sabah tam sekiz saat boyunca aydınlanma tecrübesi yaşadım. bence bush ve blair dahil her insan, zihnini açmak adına bir kez mantarı denemeli. ama sadece bir kez... çünkü bu boktan politikacılar, sadece maddiyattan söz ediyorlar. ruhanilikle hiç işleri yok. zihinlerini açmaları gerekiyor.

    --- filmlerinizi ilk kez görecek olanlara ne önerirsiniz?

    * ben bir sanatçıyım. şimdilerde filmler sanatçılar tarafından değil şirketler ve multimilyonerler tarafından çekiliyor. sinemada sanat ortadan kalkmış durumda. günümüzde sanatçı geçinenler bir film çektiklerinde, bunu o filmi müzede saklamak adına yapıyorlar. benim için müzeler, mezarlıklardır. ‘el topo’ bir western, ‘the holy mountain’ ise bir 'dağcı' filmidir, dağlara tırmanmayı konu alır. ‘el topo’ modern bir filmdir. işte bu yüzden asla yaşlanmıyor. ‘the holy mountain’ ise ancak on yıl sonra anlaşılıp doğru yerlere oturtulacak bir film. filmlerimin, 'zihni' değiştirebilen bir tür iksir olduklarına inanıyorum. aptal olarak girip de salak olarak çıkılan filmlerden nefret ediyorum. oysa benim filmlerim gördüğünüz dünyayı sizin için tamamen değiştirebilir. benim için sinemanın anlamı budur.

    --- çektiğiniz her filmin arasında yeniden doğmayı nasıl beceriyorsunuz?

    * her filmde, ne isem ya da ne değilsem onu ortaya koyarım. aramak... her şey aramakta gizli. dışa vurumu aramak, bilgiyi, duyguları aramak... ‘the holy mountain’ bir kimlik arayışını anlatıyordu. ‘santa sangre’ ise duyguların arayışını. çünkü ailemin kurbanı gibi hissediyordum kendimi. sonra sahip olduğum özü nasıl duyumsadığımı araştırmaya başladım. kendim olan her şeyi bu işe yatırdım. sonra bir baktım, bomboş kalmışım. uzun süreler film yapamadım çünkü söyleyeceğim her şeyi söylemiştim. yeni olan ne idi? niçin farklı bir film yaparak kendimi tekrar edeyim ki? ben sosisli sandviç yapmıyorum. neden 40 film birden çekeyim? john ford garip bir yönetmendir. bir, iki filmini görmüşseniz john ford'un tüm filmlerini görmüşsünüz demektir. çünkü hepsi birbirinin aynıdır.

    --- ‘el topo’nun tarzını seviyorum. film, tam bir saat boyunca doruk noktasında kalıyor. dördüncü master’ın ölümünden sonra bile sürüyor bu yüksek atmosfer. başka bir film olsa muhtemelen bu sahneden sonra sonuç bölümüne geçerdi.

    * ben sonlara inanmam. sadece süreklilik vardır. filmin dağıtımı sırasında bile büyük sorunlar yaşandı. filmin dağıtılmasından korktular. bunu anlıyorum, steven spielberg olmaya çalışmıyorum. spielberg olmanın üzücü bir şey olduğunu düşünüyorum. ingiltere’de peter greenaway’i severim. belly of an architect filmini aldım dün. nefis bir film.

    --- 60’larda çekilen ‘mondo cane’ isimli belgesel filmi görmüş müydünüz?

    * bayılırım ona. ‘mondo cane’ dahi bir filmdir. şimdilerde televizyon bu filmden aşırmalar sunuyor, her felaket sırasında televizyon kameraları orada, bedenleri filme alıyorlar.

    --- ‘david lynch’ filmlerini sever misiniz?

    * içlerinde en çok blue velvet’i ve elephant man’i sevdim ama eraserhead mükemmeldi tek kelimeyle... videodrome da iyi filmdir örneğin.. korku filmlerinin bizi özgürlüğe ve şiirselliğe ulaştıran yegane güç olduklarını düşündüm hep. örneğin hellraiser 1 ve 2... bu bölümler tam bir baş yapıttır. evil dead 2’nin de benzer bir ritmi vardır. her şey ritmde saklı, muhteşem! endüstride bir daha böyle şeyler göremezsiniz. street trash filmindeki bedenlerin yıkımı da tıpkı sanat gibiydi, modern ressam pollock’un yapıtları gibi! brain damage filminde genç adam beynini kulağından çıkarıyordu. filmler içinde gördüğüm en şiirsel örnek budur. bu adamlar gerçek sinema yapıyorlar. eleştirmenler bu filmleri sanat filmi sınıflandırmasına sokuyorlar mı bilemiyorum ama benim için öyleler. dario argento’nun bazı filmlerini de gördüm. opera’yı çok sevdim. aslında görüntüleri çok beğendim ve bir sonraki filmimde ronnie taylor’u görüntü yönetmeni olarak çalıştırdım. opera, ticari bir başarı getirmedi ama benim için güzel bir filmdi.

    --- öyleyse bir arama aygıtıymışçasına film yapıyorsunuz.

    * evet! kendimi bulmak, ortaya koymak ve dışa vurmak için film yapıyorum. kendi filmlerimi sevmiyorum. onları izlediğimde utanç duyuyorum. asla bir daha çekmek istemiyorum. hiç sevmiyorum filmlerimi.

    --- biraz 'panik' hareketinden söz edebilir misiniz?

    * 1960'lar olmalı. andré breton'la sürrealist grupta bir aradaydık. o yıllarda şans eseri arrabal ve topov gibi büyük sanatçılarla tanışmıştım. sonra sürrealist hareketten ayrıldım. 'breton' oldukça yaşlanmıştı ve kendine çok fazla sınır koyuyordu. nihayetinde sürrealizm romantik bir akımdı ve bu yüzden 'breton', bilim kurgudan, rock müzikten, pornografiden ve dünyadaki pek çok şeyden hoşlanmıyordu. bizler daha ileriye gitmek arzusundaydık ve bu yüzden panik hareketini kurduk.

    --- şu an 77 yaşındasınız. yaşlanmak konusunda ne düşünüyorsunuz?

    * bu harika bir duygu! çok seviyorum. kendimi değiştirmek istemiyorum. yeniden 40’lı yaşlara dönmek ister miydiniz diye sorarsanız, bedensel olarak evet ancak akılsal olarak hayır yanıtını veririm size. yaşlanmanın sosyal bir kabus halini aldığı durumlar da var elbette, parkinson olmak ve salaklaşmak gibi. ancak beyin, evren misali sürekli gelişiyor ve yeni iletişim ağları kuruyor. ruhunuz, gereksiz olandan sıyrılarak sürekli daha iyiye gidiyor. yaşlanmak harika bir duygu, özgürlüğün müthiş bir biçimi! şimdilerde sevişmek için ereksiyon problemi yaşıyorum. bazen kaldırmak çok zor oluyor. ancak bu da sorun değil çünkü ellerimi kullanabiliyorum; okşayabiliyor, bir kadını farklı yollarla mutlu edebiliyorum, tıpkı lezbiyenlerin yaptığı gibi. öyleyse sorun ne? bu teknikler sayesinde 80 yaşında bile cinsel sorunlarınız olmayabilir...

    --- peki siz de cinselliğe küçük yaşta mı bulaştınız?

    * evet, küçük bir kasabada yaşadım ve denizciler kasabaya geldiklerinde her tarafa orospular doluyordu. dört beş yaşlarında arkadaşlarımla hep birlikte mastürbasyon yapmaya başlamıştık. yedi dokuz yaşlarında orospularla yatıp kalkıyorduk. bir gün sekiz yaşındaki küçük dostum bir kovayla geldi. kovanın içinde bir adet erkek cinsellik organı vardı. arkadaşım, orospuların kızlarından birinin arkadaşıydı. söylediğine göre orospular bir denizciyi öldürüp penisini kesmişler. o da penisi alıp bize göstermişti. doğrusu çok garipti. mezarlığa gittik ve küçük bir mezar açıp penisi toprağa verdik.

    --- bir milliyete sahip olmak gibi dışsal kimlikler bizi insanlığımızdan uzaklaştırıyor mu demek istiyorsunuz?

    * başka şeyler de var. örneğin cinselliğe çok fazla önem veriyoruz. ancak yakın zamanda cinselliğin şekli değişecek. hep aynı biçimde düzüşüyor olmaktan yorgun düştük. yorgunuz ve bu bir değişim yaratacak. öyle bir zaman gelecek ki insanlar, bu limitleri aşmak için büyük kurbanlar verecekler. onların bir yaşı, bir cinsiyeti, bir milliyeti ve hatta yüzleri olmayacak.

    --- içsel kavrayışlarımız gerçekliğimizi nasıl etkiliyor?

    * tam olarak olduğumuz şey değiliz. tersine ve en azından başlangıçta, diğerlerinin olmamızı istediği şeyiz. içsel kavrayış ise basitçe biri olabilmektir. mutluluğun tek yolu 'biri' olabilmekten geçer. başka mutluluk yoktur. en büyük ceza, o anı ve o anda yaşamıyor olmaktır. oysa kusursuz içsel kavrayış yakalandığında mutluluk da yakalanmıştır.

    --- yeniden egoya geri dönelim. amerikalıların egosu yüksek mi dersiniz? devlet okulları sizce meditasyon yapmayı, yogayı öğretebilecekler mi günün birinde?

    * sanırım evet. çünkü bir gün çocuk büyüyecek, yaşlanacak, üstat olacak ve onlara bu fikri önerecek. aydınlanmadan söz ediyorum, düzeyden, merkezlerden ve çakralardan. örneğin çakralar şiirseldir. soyut olan bu merkezleri vücudunuzda yaratmak zorundasınız. gerçekte vücudumda hiç çiçek yoktur. bir şiirin var olabilmesi için onu keşfetmek gerekir. bu egzersizin ana fikri tasavvur edebilmeyle ilgilidir. tasavvur edişte kafanıza bir harf iliştirirsiniz. sonra tüm vücudunuzla o harfin kendisi olursunuz. tüm zihniniz o harf olduğunda ertesi gün bir kaplan, bir insan ya da bir melek olursunuz. rahatlıkla plastik olabilirsiniz örneğin. bu yüzden marvel karikatürlerindeki 'fantastik dörtlü' karakterlerinden en çok plastik adam'ı seviyorum. onun adı neydi? görünmez kızla evlenmişti. plastik adam ve görünmez kız muhteşem bir pornografidir. plastik adam kızı sikiyor ve sonra penisini çok çok ince kılarak onun damarına sokuyor. sonra penis içerde ilerleyerek kızın damarlarından kalbine ulaşıyor. sonra plastik adam kızın kalbine boşalıyor. muhteşem! muhteşem!

    kaynak: surrealismus.blogspot.com

    çeviri: tan tolga demirci
  • tipi aziz nesin'e benzeyen yönetmen.

    filmografisi şöyle:

    1. the rainbow thief (1990)
    2. santa sangre (1989)
    3. tusk (1980)
    4. the holy mountain (1973)
    5. el topo aka the mole (1970)
    6. fando y lis (1968)
    7. la cravate (the severed heads) (1957)
  • bugun santa sangre'nin gosteriminde pek uzun dinleme imkani bulamadik bir sonraki filmin gosteriminin baslayacak olmasi nedeniyle, ama 22 subat 2011 sali gunu 19.30'da 1.5 saatlik bir sure icin the hall'da tekrar gormek - dinlemek mumkunmus. kendisine yonlendirilen donuk zeka urunu birtakim sorulara ragmen yine de son derece icten, seker ve konuskandi, sali gunu isten vakitlice cikarsam gidip dogru durust dinleyebilmeyi umuyorum.
  • "hayatın anlamı, neşe içinde ölmektir ve neşe içinde ölebilmek için neşe içinde yaşayabilmek lazım" diyen adam.
  • hatun: surrealist adama, 'sizin kafanızda biri, hamile kalabilmeli' dedi.
    alejandro jodorowsky: soruyu soran ve kalabalığın icindeki az sayıda insanla beraber, aynı kafayı yakalayınca mutlu olup özel bir rüyasını paylaştı, hamilelliğiyle kendisini nasıl doğurduğunu anlattı. salonun gereksiz misafirleri anlamasalarda, jodorowsky'nin de konuşmasının başında söylediği beyinlerde buluşmayı başardılar.
hesabın var mı? giriş yap