• 1887 - 1933 tarihleri arasında yaşamış, patafizikçi olarakta bilinen, ouliponun büyük etkisi altında kalmış, sürrealist yazar. 56 yaşında sinirlerinin zayıflığından mı ne ölmüş. başlıca eserleri;
    la vue (1904)
    impressions d'afrique(1910)
    locus solus (1914)
    l'etoile au front (1924)
    la poussiere de soleils (1926)
    documents pour servir d'esquisse (1936)
  • genellikle şehir içi otobüs yolculuklarında "neden bir raymond roussel olmuyorum" sorusuna müteakip kılınan öğle namazıyla toprağa veririm hayallerimi. gencim, çılgınım, yazdıkça postumu yere atıp kabuklar değiştiriyorum. öyleyse nedir raymond roussel olabilmek ? tavanarasında dar bir odada, mum ışıklı çalışma masalarında masallar sahibi olmak mı?
  • foucault'nun üzerinde büyük etkisi olmuş bir yazardır aynı zamanda.
  • giderken (seyahat değil elbet), son bir mürşit bellenecekse roussel olmalı. efekare.

    perec, cantatrix sopranica l: et autres écrits scientifiques'de, şöyle diyordu:

    “roussel'in üretiminin tamamı ne eserin tasvirini yapmaya veya evrimini sağlamaya elverişli olmayan bir "psikoloji"yi, ne de gizemli niteliklerine rağmen zaten artık kimsenin çözmeyi istemeye devam etmediği kodlanmış, anlaşılmaz bir mesaj ortaya koyan bir alt birlik içeriyor. hayatta eserde olduğu gibi "kişinin en ufak değişikliğine olanak tanıyacağına değiştirecek olan" cevap banal ve kelimesi kelimesine seyahattir. hayatında kaygısız ve yolunu şaşırmış davranışlarıyla seyyah, eserinde engin olduğu kadar imkânsız olan kıtaları adımlayarak seyyah olan roussel görmeden, bakmadan, bir an bile etkilenmeye izin vermeden dünyayı dolaşıyor: "görünürdeki" seyahatleri değildir incelenmesi gereken.”

    ve foucault da, death and the labyrinth'de şöyle demişti:

    “tutun ki, gemi kazasından sonra siyahi bir kabile reisinin eline düşmüş bir avrupalı var; diyelim ki mucizevi bir şekilde kâğıt ve mürekkep bulmuş, güvercinlerle karısına uzun uzun mektuplar gönderiyor, kabile reisinin başkahramanı olduğu vahşi savaşları ve yamyam ziyafetlerini anlatıyor. roussel daha kısa ve daha iyi ifade ediyor işte bunu: "ihtiyar yağmacının çapulcu sürüleri üstüne beyaz [adam]ın yazdığı mektuplar" [les lettres du blanc sur les bandes du vieux pillard].

    ardından da "eski bilardo masasının kenarlarına yazılmış beyaz harfler" [les lettres du blanc sur les bandes du vieux billard] der; bu defa söz konusu olansa, yağmurlu bir ikindi vakti, bir kır evine hapsolmuş bir grup arkadaşa hoşça vakit geçirtmek için ilginç bir oyun oynayan bir adamın çiziktirdiği işaretlerdir; eskimeye yüz tutmuş yeşil çuhayla kaplı büyük masanın kenarlarına, anlamlı şekiller çizemediği için tebeşirle yazdığı birtakım dağınık harflerden tutarlı kelimeler kurmalarını ister adam. bu iki cümle arasındaki o hem çok küçük hem de çok büyük mesafede, roussel'in en sevdiği mecazlar bir bir arzı endam eder: hapsolma ve kurtuluş, egzotizm ve şifreli metinler, dilin çektirdiği çile ve yine o dille kurtulabilme imkânı, kelimelerin hükümranlığı ve sessiz sahnelere —bilardo masasının etrafında dönen şaşkın misafirlerin görüldüğü ve adeta bir cümlenin kendi kendine kurduğu o sahne gibi birtakım sahnelere— yol açan muamması. işte bütün bunlar, roussel'in dört temel eserinin, sözü geçen "tekniğe" uyan dört büyük metninin doğal manzarasını oluşturur: impressions d'afrique, locus solus, l'etoile au front, poussière de soleils.

    bütün o hapishaneler, o insan-makineler, o şifreli işkenceler, bütün o kelime, sır ve gösterge labirentleri, bunların hepsi mucizevi bir şekilde tek bir dil olgusundan doğar: aynı anda iki farklı anlama gelebilen bir dizi kelimeden. iki ayrı yöne fırlatılan, sonra birden kendisiyle burun buruna gelen, çarpışmak zorunda kalan dilimizin yetersizliğinden. ama bu durumun büyük bir zenginlik olduğu da söylenebilir, çünkü bu basit kelimelerin örtüsünü kaldırdığımız anda, altında yatan bir sürü, kocaman bir anlam farklılığı sürüsü kaynaşmaya başlar: lettre hem mektuptur, hem harf; bande hem yeşil çuhalı masanın kenarıdır, hem de yamyam kralın çığlıklar atıp duran o vahşi çapulcu sürüsü. kelimelerinin özdeşliğinin de —dilde adlandırılacak nesnelerle aynı sayıda sözcük olmamasının, bu basit, temel olgunun da— iki veçhesi vardır: bir yandan kelime, dünyada birbirine alabildiğine uzak olan şeyler arasında beklenmedik bir karşılaşmanın vuku bulduğu yer olur (ortadan kaldırılmış mesafe, varlıkların çarpışma noktası ve tekli, çift-değerli, adeta minatauros gibi üst üste binmiş farklılıktır); bir yandan da, basit bir çekirdekten çıkıp gitgide kendinden uzaklaşan ve hiç durmaksızın başka mecazlar (mesafenin çoğalması, ikizin dümen suyunda doğan boşluk, birbirine hem benzeyen hem benzemeyen dehlizlerin labirent gibi uzayıp gitmesi) doğuran dilin ikiye bölündüğünü gösterir. yokluk içinde zengin olabilen kelimeler hep uzağa, daha uzağa götürür ve sonra kendilerine geri getirirler; kaybolur, sonra yeniden yollarını bulurlar; defalarca ikiye bölünerek ufka doğru kaçar, sonra tam bir kavis çizerek başlangıç noktasına dönerler: kelimelerin meydana getirdiği düz çizginin dairesel bir hat olduğunu fark ettikleri zaman, o bilardo masasının etrafında dönen, hayretler içinde kalmış misafirlerin anlamaları gereken şey tam da buydu işte.

    dilin bu hayret verici özelliğini, yoksulluğundan ötürü zengin olabildiğini 18. yüzyıl gramercileri de yakından biliyordu; salt ampirik olan gösterge anlayışları nedeniyle bu gramerciler bir kelimenin "anlamıyla" bağlı olduğu şeyden kopup, bir başka şeye bağlanabilmesine, kendisi için hem sınır hem de kaynak teşkil eden bir muğlaklık sayesinde o yeni şeyin adı olabilmesine hayranlık duyarlardı. dil, kendi içinde olup biten bir hareketin kökenini buluyordu bu noktada: kendi biçiminin değişmesine gerek kalmadan, söylediği şeyle arasındaki bağ değişebiliyordu, adeta kendi üstüne kapanıyor, sabit bir nokta (o dönemde "mânâ [sens]" dedikleri şey) etrafında dönerek olanakların dairesini çiziyor, tesadüflere, karşılaşmalara, etkilere ve oyun'un az çok uyumlu bütün zahmetli işlerine imkân veriyordu. bu gramerciler içinde en yetkin olanlardan birine, dumarsais'ye kulak verelim: “ister istemez aynı kelimeleri farklı amaçlarla kullanmak gerekmiştir. bu hayranlık verici hal çaresinin konuşmaya daha çok enerji ve çekicilik kattığı fark edildi zamanla; bu işi oyuna, zevke çevirmemek olmazdı. böylelikle hem ihtiyaçlar hem de tercihler nedeniyle, kelimeler ilkel anlamlarından kopup o anlamdan az çok uzaklaşmaya, arada iyi kötü bir bağ bulunan birtakım yeni anlamlar edinmeye başlamıştır. kelimelerin bu yeni anlamlarına mecazi anlam deniyor, mecazi anlamı üreten bu dönüştürmeye, bu çevirme hareketine de mecaz.” retoriğin bütün söz sanatları (dumarsais'nin sözünü ettiği "döndürme" ve "çevirme"ler) işte bu yer değiştirme hareketinin yarattığı mekânda doğar: bütün o kaydırmalar, düzdeğişmeceler, ötelemeler, kapsamlamalar, dolaylı adlandırmalar, yeğinsemeler, eğretilemeler, değişlemeler ve kelimelerin dişin üç boyutlu mekânında döndürülmesiyle çizilen daha nice hiyeroglifler.

    roussel'in deneyimi söz dağarcığının "mecaz mekânı" diyebileceğimiz kısmına yerleşir. tam olarak gramercilerin diyemeyeceğimiz, daha doğrusu gramercilerin olan ama başka bir şekilde yaklaşılan bir mekâna. belli başlı söz sanatlarının doğduğu yer olarak değil, dil içinde yaratılmış ve kelimenin içine kendi ıssız, sinsi ve tuzaklarla dolu boşluğunu açan bir boş alan olarak görülür bu mekân. retoriğin söyleyeceği söz ağırlık katmak için başvurduğu bu oyunu roussel, kendi namına, olabildiğince genişletilmesi ve titizlikle ölçülmesi gereken bir boş yer olarak görür. o boş yerde anlatımın yarım yamalak özgürlüklerinden ziyade, varlığın kuşaltılması, hâkim olunması ve tam anlamıyla buluşlarla doldurulması gereken bir mutlak boşluk olduğunu hisseder: gerçeklik ile karşıt olarak değerlendirip "tasarım" [conception] adını verdiği şey budur işte ("bende hayal gücü her şeydir"); yapmak istediği, gerçeğin üstüne bir kat "başka dünya" çekmek değil, dilin kendiliğinden katmerlerinde kimsenin aklından bile geçirmeyeceği bir mekân keşfetmek [découvrir] ve o mekânı o güne dek hiç söylenmemiş şeylerle kaplamaktır [recouvrir].

    roussel'in bu boşluğun üstüne kuracağı mecazlar, "üslup sanatları" denen şeyin yöntemsel olarak zıddı olacaktır: kullanılan kelimelerin kaçınılmaz zorunluluğuna tabi olan üslup, aynı şeyi farklı şekilde söyleyebilme imkânı, işte bu hem gizli hem de herkesçe bilinen imkândır. roussel'in o dili, o terse çevrilmiş üslubu, aynı kelimelerle gizlice iki ayrı şey söylemeye çalışır durur. kelimelerin normalde mecaz denen harekete göre "kımıldamalarına" ve derinlerindeki özgürlüğü açığa çıkarmalarına imkân tanıyan o burkulmayı, o hafif dönüşü acımasız bir daireye çevirir roussel; kelimeleri sınırlayıcı bir yasanın gücüyle başlangıç noktalarına geri döndüren bir daireye.

    şimdi iki çehreli dizimize dönelim: afrika'nın siyah ve yamyam çehresi, bilardo masası/şifreli metnin yeşil çehresi. bu diziyi iki sıra, biçimce özdeş ama anlam bakımından olabilecek en büyük mesafeyle birbirinden ayrı iki sıra halinde yerleştirelim (bilardo masası — yağmacı [billard-pillard] yakınlaştırmasına ileride yeniden dönmemiz gerekecek; böylesine sıkı örülmüş, istikrarlı, her konuda tutumlu ve hep kendine gönderme yapan bir eser hakkında öngörüde bulunmadan veya geri dönüş yapmadan sıra gözeterek ilerlemek hiç mi hiç kolay değil): şimdi dilin özdeşliğinde bir gedik, hem gösterilmesi hem de kapatılması gereken bir boşluk açılacak. şöyle de ifade edilebilir: bir kenardan öbürüne değin harflerle doldurulacak bir beyaz-boşluk (kelimelerin üçüncü bir kullanımıyla oyuna yeni bir serüven eklemek değil niyetim; roussel'in eserinin her zaman için tumturaklı bir tezahürü olduğu —mantıkçıların deyişiyle— bu "kendini içerimleme" halini, bu kendine özdeşliği gün ışığına çıkarmak sadece). dolayısıyla, "iki cümle bulunduktan sonra, geriye bir tek bu cümlelerin ilkiyle başlayıp ikincisiyle bitecek bir hikâye yazmak kalır. ben bütün malzemelerimi işte bu problemin çözümünden devşiriyordum." anlatı bilardo masasındaki esrarlı metinle açılacak ve, hiç anlam kopukluğu olmadan, güvercinlerin taşıdığı mektuplarla son bulacaktır.”
  • michel foucault, 1957 yazında keşfedip 1963’te koca bir kitap yazdığı raymond roussel’ in eseriyle karşılaşmasını şöyle anlatıyor: corti kitabevi’nde, “bir dizi kitap dikkatimi çekti; biraz eski moda sarı renkleri geçen yüzyıl sonundaki eski basımevlerinin geleneksel rengiydi. (...) karşıma adından söz edildiğini hiç işitmediğim bir yazar çıktı: raymond roussel. kitabın adı la vue’ydü (bakış). daha ilk satırlarında karşıma çıkan şey, son derece güzel bir nesirdi."
  • 1877’de paris’te doğmuş, 1933’te palermo’da aşırı doz barbitürat’tan ölmüş, belki de çocukluğunda piyano çaldığı ve satranç oynamayı sevdiğinden matematik zekası yazım dilini zenginleştirmiş, edebiyat akımları oulipo ve nouveau roman yazarlarına ilham olmuş bir sürrealist.

    marcel duchamp ve salvador dali’nin kendisinden etkilendiği söyleniyor.

    locus solus’un yazarı.
  • 14 temmuz 1933'te, 56 yaşındayken intihar eden fransız şair, romancı, oyun yazarı, müzisyen.

    okuması en zor kitapların başında gelen locus solus'un yazarıdır.

    bu arada michel foucault'un edebiyat eleştirisi üzerine yazdığı tek kitabı "raymond roussel"dır.
hesabın var mı? giriş yap