• peter brötzmann'ın albert ayler'ı anlattığı bir röportajı şu cümleyle sonlanır: "... bir köpek gibi öldü."

    acı verici elbette, onun gibi kutsal güce sahip dehanın kardeşinin* depresif bozukluk nedeniyle trompet çalamamasının verdiği üzüntü nedeniyle kendini suçlayıp bir daha saksofon çalmak istememesi; bunu da hazmedemeyip kafasında kurşunla hayatını sonlandırması. gerçi ani bir karar değil intiharı, defalarca intiharı denediğini öğrenmek için adını arama motorlarında zikretmek yeterli. geçelim bunları, albert ayler virtüözlük bir yana; "iyi çaldığı" ya da "çaldığı" dahi şüpheli bir ustadır. ama bana göre bir deha; insan ordu görevinde çılgınca doğaçlama yapabiliyorsa özgürlüğü hemen her ortama taşıyabiliyordur bana kalırsa.

    brötzmann'ın çaldığı bara -altmışların ortalarında- ordudaki görevinden boş kalan zamanda uğrar ayler. o döneme dek özgür doğaçlama konusunda john cage ve lennie tristiano minimalizmiyle ilerlemeyi deneyen genç ve dinamik -ya da daha sonra don cherry'nin makineli tüfek* olarak tanımlayacağı tonuyla- brötzmann, lp'lerine vurulduğu ayler'la görüşme fırsatına eriştiğinde heyecandan yerinde duramamaktadır. eh, ne de olsa dünya üzerinde "onun gibi olan ve bunu daha da ileriye götüren" biri; ayler vardır. ayler ve brötzmann konuşurlar, adamakıllı müzik eğitimi olmaksızın bir şeyler deneyen brötzmann'a bir parça yol gösterir büyük usta. derken yollar ayrılır, ayler bir su arıtım tesisinde çürümüş olarak bulunur. gazetedeki haberi okuyan brötzmann üzülmüş, etkilenmiştir. ayler'la ilgili yazdığı bir makalenin başlığı "...die like a dog" oluverir böylece. albert ayler tüm mirasını, bir başka deyişle sadece bestelerini ve umutlarını geride bırakarak bir köpek gibi ölmüştür.

    etkilenmemek mümkün değil. kür olamayan bir hastalık gibi albert ayler adeta. eminim, eğer içinize girerse bir yerde kalıyor ve yerini iyice benimsiyor. daha sonra her yorumunuza ekleniyor. bir parça dikkatli bir kulak ayler'ı yakalayıveriyor stilinizden.

    albert ayler caz devriminin; özgür doğaçlamanın kibritini çakıveren önderdir.*
  • albert ayler’ın vücudu, 25 kasım 1970 sabahı brooklyn'in congress street rıhtımının bitimindeki east river sularından çıkarıldığında müzik dünyası, yerleşmiş inançlara ve geleneklere karşı çıkan birini, bir "ikonoklast"ı kaybederken, siyah kültür bir şehit daha vermiş oluyordu.

    new york tıbbi incelemeler ofisi'nin kararı "su altında kalma sonucu asfiksi"ydi ve görünüşte cinayet olasılığı olmadığı için otopsi yapılmasına gerek duyulmamıştı.

    brooklyn polis teşkilatı karardan tatmin olmuş olabilirdi, ancak müzisyenin çevresi aynı görüşte değildi. ayler'ın otuz beşinci yaş gününden beş ay kadar önceki ölümü, arkadaşı ve fikir hocası john coltrane'in ölümünün hemen ardından gelmişti.

    müzisyenler şaşkındı.

    altı ay sonra saksofoncunun vurulmuş olduğuna dair söylentiler dolaşmaya başladı.

    söylentiye göre başının arka tarafında "polis tarafından açılmış" bir kurşun yarası vardı.
    bu ifade, hiçbir zaman doğrulanamadı -ve- yanlışlanamadı.
  • icra ettiği müziğin eleştirmenlerce "acı bir tebessüm yaratıyor" yorumları alması bir yana, 1970'te bir su arıtma tesisinde bulunduğunda ölü bedenindeki kasların gerilmesi nedeniyle yüzünde oluşan tebessüm ironiktir.
  • "man, what kind of reed you using?"

    - john coltrane
  • özgür caz akımını başlatan, saksofon çalış tekniği bakımından o döneme kadar yapılan her işi daha da ileriye taşıyan bir adam. avrupa "ileri caz"ına ön ayak ve ilham kaynağı olmuş çok değerli bir sanatçı. sakalının ucunda bir tutam beyaz vardır. kafasında bir kurşunla brooklyn köprüsünden aşağıya atıldığı söylenegelir. cesedini günler sonra bulabilmişler.
  • cazın sonunu nasıl getirmeli? kişi bunu bilemez, çünkü bilmek istemez. bir çıkmaz sokağın sonuna vardığınızda ne yapardınız? bunda bir başarı ve tamamlanmışlık bulup o andan zevk almak yerine yere eğilip sessiz kalmayı tercih edebilirsiniz ya da kendinize başka bir yerde olduğunuzu fısıldar ve kendinizi buna inandırabilirsiniz, veya bir çıkış bulmak üzere adımlarınızı izleyerek geriye dönebilirsiniz, anılarınıza sığınabilirsiniz; kafanızı bir duvara vurabilir, olmadı iki duvara birden vurabilirsiniz; ayağa kalkıp zıplayarak kaçacağınızı düşleyebilir; işin olurunu buna gücü yeten bir başka olgu için feda ettiyseniz sonun çok daha çabuk gelmesi ve böylece gerçek bir son olmaması için dua edebilir ya da başarılı sonuçlar için çabalayabilirsiniz. ne olursa olsun chordlar ya da harmony -ne kadar dışlasanız da- yanınızda duruyor olacak.

    tüm bunların yanı sıra sonu kabullenmeyebilir ya da onunla karşılaşınca avazınız çıktığınca haykırabilirsiniz.

    işte albert ayler'ın cazın sonunu yaşayışı da böyledir. yalnızca çığlık atarak değil; anımsayarak, düşünerek, kafasını duvara vurarak ve her yöne doğru koşarak. (unutmadan, içten bir coşkuyla bunu hızlandırdığını belirtmek gerek)

    herkesten daha ateşli ve daha samimi bir şekilde arayışını sonuna dek götürür. yeni bir başlangıcın olanaklılığını taşımayan hiçbir sonun bulunmayışının bilinciyle, her sonun varoluşa daha da çok katkıda bulunduğunu düşünür. bu nedenle kafasını aşılması olanaksız bir sınıra değil, içinde sonun bulunabileceği ve yalnızca hayaletlerin* ilerleyebildiği nüfuslu şeytanlar*, büyücüler*, ruhlar* ve titreşimlerden oluşan kıpırtısız ve sonsuz bir yere doğru vurmaktadır. panikten çılgına dönmüş bir halde bunları etrafından kovalar. buna dayanabilmek için de ilahiler ve askeri marşlar çalmış, sarhoş melodiler ve hıçkırıklarla dolu aşk şarkıları mırıldanmıştır ayler. sonun kendi öksürüğü içinde boğulup gitmesi ve çığlığının içinde bulunduğu vakumu yırtarak yeni bir gerçek ortaya çıkması amacıyla tüm olguları birleştirmiştir.

    (entrynin bir kısmı için kaynak: mikan kzinak, destroyed music 1963/1980 - aykırı sesler, dost yayınları sf. 130-131)
  • albert ayler, kendisini hayata bağlayan tek şeyin müziği olduğundan bahsederken dürüsttü. müziğinin dünyanın ötesine ait olduğunu, tanrının o'na verdiği bir şeyler yaratma yalnızlıklığından ve müziğinden daha fazlasını bekleyemediğinden bahsediyordu son söyleşisinde.

    25 ekim 1970 sabahında, brooklyn köprüsü ayaklarındaki su arıtma tesisinin kolonları arasında bulunduğunda, müzik evreni bir put-kıranı daha kaybetmişti, gerçek bir alışılmadık ses kendini sonsuz boşlukta, bizlerin duyamayacağı bir başka evrene hapsetmişti. gel gelelim "siyah kültür" bir efsaneyi daha kazanıyordu. ayler aramızdan ayrıldığında henüz tenor saksofonuna verdiği ruhunun tüm parçalarıyla bizi kutsamamıştı, işleri bitmemişti belki. ancak mirası o kadar büyük, derin ve güçlüydü ki, "korkunç" bir arzu çığı meydana getirmesi hiç de zor olmadı. ilahiler, ağıtlar, cenaze ve tören marşları, blues ve sonsuz acı: cazın tam da kökleriydi bunlar!

    ayler'ın müziği, mükemmellik dışındaki tüm unsurları barındırıyordu. ornette coleman, dizzy gillespie yahut charlie parker'ın tutkulu ateşinin yanında ike quebec burnu havadalığını/küstahlığını da adım adım hissedebilirsiniz ayler dinlerken. bırakın kutsal müziğini, dinleyenler açısından bile hiçbir zaman orta yol insanı olmadı ayler, doğası gereği bu mümkün değil zaten. günümüzde cazı entelektüel havaya sokmak adına içerdiklerini kötü bir cerrah edasıyla söküveren beş para etmez eleştirmenlerine altmış altıda "anlamaya çalışmayın benim müziğimi, denemeyin bile. sadece dinleyin" yanıtını vermişti. elbette, belki bu satırların yazarı dahil hepimiz ayler'ın müziğini bir şeylere koymaya, sınıflandırmada ayrı bir basamağa koymaya çalışıyoruz. acaba, "bambaşka" oluşundan ileri geliyor olabilir mi?

    "müzik, sesin ta kendisidir ve ses ile başlar. teorilerin ağırlığı altında ezilmek zorunda değilsiniz."

    yeterince uzun yaşadı albert ayler, tüm peygamberler gibi.
  • benim için hakkında yazmak çok zor. nereden başlasam bilmiyorum...

    summertime yorumundan başlayayım. çok popüler bir caz standardı, kimlerden duymadık ki. ayler'i ilk duyuduğum zaman, summertime'ydı işte. öyle bir çalıyordu ki; sanki hayata sadece çalarak tutunuyordu ya da kendisinde yaşayan ne varsa o saksafona veriyordu. o doğaçlama her şeyin anlamıydı ya da hayatını tüketen şey. bilmiyorum... ama en azından ayler'in müziğininin çıplak olduğunu söyleyebilirim(galiba ilkel diye eleştirdikleri şey bu olsa gerek) oysa ki benim için bu kadar önemli olmasının nedenlerinden biridir bu.

    ilk dinlediğimde muhteşem bir şey keşfetmeye başladığımı anlamıştım ama müziği hakkında ne söylesem haddimi aştığımı hissediyorum. o yüzden benim hissettiklerimden bahsetmek en doğrusu. acı bir tebessüm bırakır denilmiş. aslında en oturan basit anlatımı bu olabilir ama değil. en azından benim için değil. bazen dinlerken öyle bir yere çeker ki, nedensiz yere ağlamaya başlarım. aslında nedensiz değil, nedeni müzik... tebessüm falan yok burada; müziği acı verir. evet, bildiğin, salt ve çıplak bir acı verir. klişe olacak ama gerçekten ayler'in depresyonunu hissedersin, sıkıntıları seni bunaltıdan ağlatacak kadar sıkıştırır. o kadar küçük ve önemsiz hissedersin ki, ayler'in büyüklüğü, yaratıcılığı altında ezilirsin.

    bazen de nedensiz bir mutluluk sarar, kalkıp dans ederim. ki bu müzikle kalkıp dans ettiğimi görenler genelde " kafana ne oldu be" derler. bilmiyorum, durup dururken bir cafe'de dans edebilirim, çünkü ayler'i dinlerken bunu yapabileceğimi hissederim, tanrı gibim bir şeyim o anda. dans demişken music is the healing force geldi bak şimdi aklıma.

    anlatabildim mi? hani müziğin ne kadar büyük, ne kadar güçlü olduğu hakkında bir sürü süslü püslü sözler, binlerce kez söylenmiş klişeler vardır. ha, albert ayler benim için bütün o klişelerin ve koca koca sözlerin somutlaştığı, katılaştığı, bedene dönüştüğü isimdir. onun müziği benim gibi ortalama bir insanın ulaşamayacağı bir yerde ama sadece gölgesini algılayabilmek bile büyüleyici (büyü demişken wizard'ı açalım bir:)

    neyse, biraz dinledikten sonra tabiki de açıp hayatına bakmıştım. yaşamı da, ölümü de tanıdık gelmişti, çünkü önceden dinlemiştim. ara ara ölümü üzerine spekülasyon yapmayı çok severim. bir hayranı da sırtından vurup öldürmüş olabilir ya da son derece talihsiz olaylar silsilesi sonucunda düşmüş olabilir. daha ayrıntılı da anlatabilirim ama kendimi bile korkuttuğum nadir anlardan birini yaşıyorum şu anda.

    ayler, garip bir şey. dokundun mu, içinde yaşamak istiyorsun.
  • albert ayler'ın deneysellik sırasında ortaya çıkan "buluş"larının o dönemde batıda, ekseriyetle avrupa'nın ikinci dünya savaşı sonrası rejeneratif müzikal ekseninde sahne alan minimalizm, elektronik kompozisyon merakı ya da harry partch usûlü notalar üzerindeki çokluk anlayışının egemen olduğu birtakım gelişmelerle alakası yoktu. ayler'ın salt ses üzerine kafa yorduğu anlara dair fikirler, ikinci dalga enerji-ci saksofoncuların dahi bir adım gerisinde durduğu, dinamizmin sonsuza yakınsadığı roscoe mitchell sextet'in sound'ında vücut bulmuştur.

    [ek not: aacm üzerindeki elle tutulur ilk grup olan art ensemble of chicago'nun ilk albümüdür sound. ayler'ın fikirlerini idealize ederek bunları sunabilecek bir becerisi, yahut slavoj zizek gibi gereksiz bir 'ben buradayım' edası olmadığı için aynı zamanda bir düşünür olan roscoe mitchell o dönemin müzikal yapısına kuşbakışı bakarak muazzam bir eser ortaya atmıştır. olur da cazın içindeki en özgür cazı ele almak, bunu da "salt ses" olarak duymak istiyor ve şu entryi halen okuyorsanız roscoe mitchell sextet'ten sound'u edinip dinleyiniz. pek önemlidir!]

    komik gelebilir, ancak ayler'ı en çok etkileyenlerden biri, o ultra-vibratosuyla sidney bechet'dir. ne açıdan/nasıl etkilediğini somutlaştırmamı istiyorsanız önce bechet'den petit fleur'ü, peşine ayler'dan bye bye blackbird'ü dinleyiniz. ayler, bechet hakkında "bir dixieland müzisyeninin bu denli vibrato yapabilmesinin kendisini hipnotize ettiğini ve sesi temizleyip kristelize ettiğini" belirtmiştir.

    aklıma gelen son bir bilgi; canlı dinlemek için canla başla uğraşan üç müptelası vardır: john coltrane, eric dolphy ve peter brötzmann.
  • az bilinen özgür caz saksofoncularından noah howard, ayler'ı son görüşünde pek de soğuk olmayan bir havada* üzerinde kürk, ellerinde eldiven ve yüzünde vazelin olduğunu belirtmiş.
    "sıcağa rağmen kendini koruyordu." demiş howard, ayler için. yakın arkadaşı donald strickland [müslüman olduktan sonra mustafa abdul rahim olarak adını değiştirdi] ise ayler'ın japonya turunun planlarını kurduğundan, fransa sokaklarını arşınladığından söz etmiş.

    ayler müzik bir yana, 1970 yazında gerçekten "bocalamıştı".
    sonbahar, onun son-baharıydı. birkaç ay sonra babası o tebessüm eden bedene bakarak "evet, bu o. albert." diyecekti.

    zaten psikotik özellik gösteren major depresif bozuklukla savaşan, iyileştiğinde dahi "distimik" yaşayan kardeşi donald ayler ise içten içe kendi hayatı için endişelenmeye başlamıştı. işlevselliği kısmen düzeldiğinde abisinin band'inde hayat buluyor, bir süre sonra tekrar geride kaldığını fark ettiğinde kendini hastanede buluyordu. [ayler'ın burada tıpkı japon özgür cazcıları gibi fazla altruist olduğunu, don'ın ruhsal durumuna özdeşim kurduğunu belirtebiliriz.]

    ve nitekim ayler'ın ölümü hakkında onlarca söylenti mevcuttu, halen bu tartışma sürmektedir.
    kimi hayalperestlere göre altmışların ortalarında giderek yükselen "siyah güç"le savaşabilmek için malcolm x, jimi hendrix, john coltrane gibi "önemli noktaları" öldürmeye çalışan fbi'ın kurbanıydı ayler, kimilerine göre uyuşturucu mafyasıyla sorunları vardı, sadece kendine kıydığını söyleyenlerin sayısı da azımsanamayacak çokluktaydı. [yakın arkadaşları sunny murray ve beaver harris bunları yalanlamaktadır.]

    temmuz sıcağında, haftalardır güneşten başka hiçbir varlığın kendini gösteremediği bir şehir için "bulutlu" bir gündü bugün.
    çünkü bugün albert ayler 77 yaşından gün aldı, çünkü müziğin evrenin iyileştirici gücü olduğunun en "farklı" doğaçlayıcısı bir kez daha 4 numara fibrecane reed'iyle odamın içine misafir olacak.
    hemen her gece olduğu/olacağı gibi.
hesabın var mı? giriş yap