• ''filmlerim hiç para kazanmadı. bana ya da şirkete hiç para kazandırmadılar. ama sevildiler. cléo de 5 à 7'den bahsediyorsunuz, o filmi 1961'de yaptım! herkes hâlâ bu film hakkında konuşuyor. güney kore'ye, kuzey brezilya'ya gidiyorum ve benim için çok önemli bir film olan cléo'dan, le bonheur'den, vagabond'dan bahsediyorlar. öyle görünüyor ki filmlerim insanların hafızalarında ya da zihinlerinde bir anlam ifade ediyor. benim için en iyisi bu: başkalarının zihninde var olmak, çalışmalarımı takip eden bir izleyici kitlesi olduğunu bilmek. küçük bir seyirci kitlesidir. büyük bir başarı ile alakası yok. ama kendi kategorimde, bulunduğum sınırlarda kendimi prenses gibi hissediyorum. çünkü marjinal filmler kategorisinde gerçekten iyi bir üne sahip olduğum doğru. bazen faces places oynuyor ve insanlar alkışlıyor; bence bunun nedeni insanlara dokunması ve paylaşabileceklerini anlamalarını sağlaması. ve buna ihtiyacımız var...''
    röportaj

    agnes varda ve sinemasını bir başkasına anlatmak hem çok zor hem de çok kolaydır. bu yüzden anlatmak istemem, çünkü filmlerinin zihnimdeki karşılığını dile döktüğüm zaman geride çok şey bırakırım. visages villages'ın alakasız zamanlarda, hiçbir neden olmaksızın aklıma gelmesini, cleo'nun sokaklarda yürüdüğü imajların durduk yerde gözümün önüne gelmesinin ve bende uyandırdığı duyguların hiçbir sinematik, somut karşılığı yok. bunlar ya da diğer filmleri, seyrettiğim en güzel filmler veya belgeseller değil. ama hep zihnimdeler. seyrettiğim anları dahi anımsıyorum. sanki unutulmaması gereken bir günmüş gibi hafızamda duruyorlar. bunları bir başkasına anlattığımda pek bir şey ifade etmeyeceğini tahmin edebiliyorum. ama diğer yandan da anlatmak, daha çok kişiye ulaştırmak, tanıştırmak ve sevdirmek isterim. sıradan insanların sıradan yaşamlarını nasıl bu kadar sıradışı biçimde anlattığını görmelerini isterim. hayat ve insanlar bu kadar zorken, varda'nın imajlarında her şeyin nasıl bu kadar büyüleyici ve sade olabildiğini deneyimlemelerini isterim.
  • sinemanın temel bir grameri var. senaryo nasıl yazılır, diyalog sahnesi nasıl çekilir, oyuncu kadrajda nereye konulur hepsi önceden belirlenmiş kurallar çerçevesinde ilerliyor. eğer bu kuralları iyi çalışıp uygularsanız da eli yüzü düzgün bir film çıkarırsınız ortaya. yalnız size önceden verilen kuralları kabul ettiğinizde dünyanın şuan içinde bulunduğu durumu da olumlamış oluyorsunuz. çünkü bu pratikleri uygulayarak dünyada işe yarayan ve sürdürülmesi gereken bir şeyler var diyorsunuz. işte benim agnes varda'yı hem kişilik olarak hem de sinemacı olarak sevme sebebim budur. agnesciğim, dünyayı da onun getirdiği kuralları da doğru bulmuyorum diyor ve bu tavrını filmlerinde kabul edilen her şeyi alt üst ederek gösteriyor. ancak iş norm dışı bir film yapmakla bitmiyor. eğer belirlenen sınırların dışında da bir şeyler olduğunu kanıtlamak istiyorsanız, o alanda gezinirken ürettiğiniz fikirlerin de çalışıyor olması lazım. yoksa insanlara, bak kuralların dışına çıktın ama yaptığın film kötü oldu demek ki bunun dışında bir şey yapılamıyor dedirtmiş olursunuz. agnes varda ise hem belgeselleriyle hem filmleriyle hem de sanatçı kişiliğiyle insan ufkunun ne kadar geniş olduğunu kanıtlayacak kadar kaliteli işlere imza attı ömrü boyunca.

    bu nedenle sinemayla ilişkinizi derinleştirmek istiyorsanız kesinlikle varda'nın işlerine göz atmalısınız. ancak agnes'in tarzı biraz önce konuştuğumuz gibi biraz standart dışı. o yüzden filmlerinde yaptığı şeyi anlamlandırmak kolay değil. en azından birkaç temel noktayı gözden kaçırırsanız. ben de dedim ki madem agnes sinema için böylesine önemli, muazzam kişiliğini ve filmlerini anlamak için bir şeyler yazalım. şimdi 4 madde ile varda'yı tanımaya başlayalım.

    1) gelenek dışı hikaye anlatımı: şimdi sıradışı hikaye anlatımı deyince en popüler olarak akla tarantino ve nolan geliyor haliyle. ve sinan biz bunlara alışığız hikaye anlatımı bize yabancı gelmez dediğinizi duyar gibiyim. ancak şöyle bir durum var: agnes'in filmlerinde hikaye kurgusunda bir farklılık olsa gerçekten haklı olurdunuz ve ben bundan kısa bir yerde bahseder geçerdim. ayrı bir madde açmamıza gerek kalmazdı. ama agnes'in filmlerinde durum böyle değil.

    şimdi spoiler'sız dedik madem öyle örnek verelim. eğer bir aldatma hikayesi anlatıyorsanız hikayenin iyi ve kötü tarafı net olarak bellidir. bu noktada istediğiniz gibi taraf tutabilir, aldatan tarafı itin ters tarafına sokabilirsiniz. hatta izleyicinin beklentisi de bu yöndedir sizden. ancak agnes, bu hikayeyi böyle anlatmıyor. hatta adamın evli olduğu gerçeğini çıkarın baya sevimli bir tanışma hikayesi var burada. film boyunca da aldatan taraf herkesi ne kadar çok sevdiğini falan söylüyor. peki agnes, neden bu kadar kötü birini filmin merkezine alıyor ve üzerine film içinde yargılamasını yapmıyor?

    çünkü birincisi bütün filmlerde böyle yapılıyor zaten. her ne kadar le bonheur 1965 yapımı bir film olsa da o zamana kadar bile belli klişeler oturmuştu. ayrıca amerikan sineması belli otosansür kodlarının kontrolü altında olduğu için aldatma konusu farklı açılardan anlatılamıyordu. ilk farklılık bu klişenin dışına çıkmak. ikincisi ise bütün filmler böyle yapıldığı için aldatan tarafın mantalitesini göremiyorduk biz. bunu da tabi ki empati yapalım, ah canım aldattı ama sor bakalım niye aldattı demek için eklemiyor agnes. aldatan insanın kendisinden ne kadar hoşnut olduğunu, ona göre dünyada herhangi bir problem olmadığını gösteriyor. yani yakalanınca işte şöyle pişmanım, böyle mutsuzum, bir daha asla yapmayacağım falan deniyor ya. hah işte agnes tüm bu söylenenlerin aslında yalan olduğunu, aldatan insanın hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam edeceğini gösteriyor bu filmde.

    yani agnes filmlerinde gelenek dışı olurken bunu teknik açıdan değil, hikayenin bakış açısıyla ve anlatım tarzıyla yapıyor. ki bu hayli cesur bir duruş çünkü hem le bonheur'de, hem vagabond'da çok tersten anlaşılma ihtimali var. çünkü izleyici ister ki kesin yargıya yönetmen varsın ve sonucu önlerine atsın. mesela vagabond'da e kız özgürlük peşinde koşuyor dedin ama filmin başında da öldüğünü gösterdin. şimdi özgürlük peşine düşmek iyi mi diyorsun kötü mü diyorsun diye karşınıza dikilir. gerçi agnes'ciğim kalender insan. ben bir şey söylemiyorum, sen ne görüyorsun diye sorar. izleyiciyi hemen hemen tüm filmlerinde olduğu gibi kendisiyle baş başa bırakır geçer.

    2) belgeselcilik: öncelikle şunu söyleyeyim. ben belgeselciliğin her türlüsünü severim. o nedenle kurmacadaki klişelerin tekrar edilmesi meselesinde olduğu gibi bir derdim yok belgeselcilikle. baya nizami yapılan belgeselleri izlerken de of çok klişe teknikler var demem. çünkü belgeselde mesele sadece teknik değil. eğer araştırmanızı düzgün yaptıysanız, belgesel çekerken zaten izleyicinize dünya hakkında farklı bir bakış açısı sunacaksınız demektir.

    ancak eğer belgeselcilik konusuna agnes gibi yaklaşırsanız entelektüel açıdan çok başka seviyelere çıkarsınız onu da söylemek gerek. mesela agnes'in ilk filmi olan le pointe-courte'e bakalım. bu filmde agnes gerçek insanlara yer veriyor ama aynı zamanda kurgu olan bir hikaye de var. bu nedenle belgeselcilik ve kurmaca iç içe geçiyor. bunun bir benzerini documenteur filminde de görebiliriz. orada da partnerinden ayrılan ve yeni bir hayat kurmaya çalışan ana karakterin iç dünyasına şahit oluyoruz. ancak bir yandan filmde belgesel havası da var. mesela bu filmde emilie bir sahnede telefonla konuşurken kavga eden bir çift görüyoruz. hatta emilie bu çiftin arasından geçip gidiyor. daha sonraki belgesellerde agnes'in söylediğine göre bu çift ve kavgası gerçekmiş. film çekiyoruz sizi de alsak olur mu demişler onlar da önemli değil deyip filme bu şekilde dahil olmuşlar. yani gerçeklik agnes'in filmlerine her an dahil olabiliyor. bu da yönetmenimizin tarzını ortaya koyan noktalardan biri.

    3) sanat çevreleri: agnes'in kendi yaptığı belgeselleri ikinci maddede değil de ayrı bir maddede burada konuşma sebebimiz from here to there, the beaches of agnes gibi yapımlarda anlatılan şeylerin, teknikten çok daha önemli olması. diğer yazılarda da konuşmuştuk post-modern sanatta takip edilecek temel zeminlere karşı çıkıldığı için uydur kaydır bir şey yapıp aha sanat budur demek görece daha kolay. (bkz: yoko ono'nun çığlık atarak yaptığı sanat) ancak bence bu durum bir yerden sonra gerçek post-modern sanatçılara da zarar veriyor çünkü ne yaptığını bilmeden saçmalamak ile sanatta özgürlük peşinde koşmak çok farklı kavramlar.

    agnes varda ise bu belgesellerinde yaptığı sanatı neden böyle yaptığını açıklıyor ilk olarak. neyi neden tercih etti, hangi kaynaklardan beslendi ve filmlerinde yaptığı şeylerin anlamı ne çok güzel açıklıyor. from here to there ise post-modern sanat nedir sorusunun peşinde koşan çok güzel bir belgesel. mesela plak üzerinde karikatür hareketlerle koşan bir adamın videosu var burada. ya da kameranın önüne koyulmuş bir cama tükürüyor sanatçı. arka planına bakmasan anlamsız gelir ama o performansı sergileyen sanatçı çıkıp böyle böyle düşündüğüm için bunları yaptım dediğinde taşlar yerine oturuyor. bu da sanat anlamında güzel bir şey çüknü kalıpları ters yüz ederken oradan anlam çıkaran kendisini daha iyi ifade edebilen insanların olduğunu bilmek ufuk açıcı bir deneyim.

    bu belgesellerin şöyle bir faydası daha var. atıyorum normal bir izleyicisiniz, türkiye'de bu imkanlar zaten kısıtlı olduğu için bu tür sanat çevrelerinde ne konuşulur öğrenmek kolay değil. çünkü sergiydi, film festivaliydi bunlar bütçe nedeniyle kısıtlı yapılan şeyler. ayrıca film festivalleri koca bir hafta süren etkinlikler oluyor en iyi ihtimal ve türkiye'deki çalışma koşulları göz önünde bulundurulduğunda bu işi meslek edinmemiş kişilerin katılımı hayli zor. işte agnes, from here to there ile sizi kolunuzdan tutup dünyanın farklı yerlerinde yapılan sanat etkinliklerine götürüyor. orada farklı sanatçılar ile görüşüp aynı masaya oturuyorsunuz. bu da yine çok değerli bir deneyim izleyici için. (zaten türkiye'deki sanat çevresiyle tanışmak ister misiniz, tanışsanız ne kadar derin konuları konuşabilirsiniz o da ayrı bir mesele de onun yeri burası değil şimdi)

    4) bilgelik ve ilham üzerine: tamam fransız yeni dalga ilginizi çekmiyor olabilir. aynı şekilde sanat filmleri de sizi açmıyordur belki ama agnes varda'nın kişilik olarak da mutlaka tanınması gereken biri olduğunu düşünüyorum. bu tür sanat sepet işlerle alakanız yoksa bile sadece cleo ve vagabond'u izleyip daha sonra belgesellerine bakmanız yeterli şu noktada. çünkü agnes varda (ruhu şad olsun) mükemmel derecede bilge biri aslında. örneğin agnes'in plajlarında bu konuya sıkça eğiliyor. nasıl büyüdü, hayatı boyunca neler yaptı ve bunlar sanatına nasıl yansıdı hepsini açıklıyor. bu eksantrik kadının bir insanın kişisel gelişimine katacağı çok şey var.

    birincisi filmlerini gerçekten çok düşük bütçeler ile yapıyor. belki de o nedenle günlük hayata yönelmiş durumda. bu sayede siz de bir terzinin, bir bakkalın, bir kasabın aslında ne kadar derin insanlar olabileceğini görüyorsunuz. her gün yanınızdan gelip geçen bu insanların aslında kendine özgü bir hikayesinin olduğunu tekrar keşfetmek de hayata kısa da olsa pozitif bakmanızı sağlıyor.

    ikincisi de varda gerçekten çok mütavazi bir insan ve dünyaya olan çocuksu merakını asla kaybetmemiş. normalde bu kadar görmüş geçirmiş bir insanın biraz dünyadan bıkmasını beklersiniz çünkü sizin düşündüğünüz şeyi o çoktan yapmıştır muhtemelen. özellikle sinema öğrencisiyseniz. ancak varda böyle değil. sinema öğrencileriyle tanıştığı zamanlarda bile hayli mütevazi ve herkesin kendisini ifade edişini ilgiyle izliyor hala.

    ilham konusu da şöyle: özellikle türkiye'de sanatla uğraşan insanlarda gördüğüm bir şey var. herkes çabalamaktan bıkmış durumda. çünkü aşmaları gereken binlerce problem görüyorlar ve evet bu konuda haklılar. varda tabi bu konuda biraz daha şanslı çünkü farklı bir kültürde doğmuş. ancak kendisinin sahip olduğu üretme isteği, özellikle belgesellerini de izledikten sonra size de geçiyor. bir zaman sonra ya benim bir fotoğraf makinem vardı nerede acaba o diye sormaya başlıyorsunuz. ha yine aynı problemlerle karşılacaksınız muhtemelen ama bir şeylerden bıktığınızı hissediyorsanız o isteksizliği aşmak için de varda'nın kendisini anlattığı belgesellere göz atmanızı tavsiye ederim.

    sonuç olarak agnes varda gerek filmleriyle olsun gerek enteresan kişiliğiyle olsun tanınmaya değer bir isim. özellikle dünyaya bakışı çok dikkat çekici. bunu politik belgesellerinde de görebilirsiniz. aslında dünyaya karşı gelme huyu var ancak bunu yaparken toksik bir insan haline gelmemiş. karanlığa küfrederken bir yandan da ışık yakmasını bilmiş. kendisini seviyor oluşumuz biraz da bu yüzden.
  • fransız yeni dalgası'nın* nevi şahsına münhasır kadın yönetmeni (1928-2019). brüksel doğumlu, asıl ismi arlette varda (izmir doğumlu bilge yanco amca'ya göre grek kökenlerinden ötürü soyadlarının aslı vardas). savaş zamanı brüksel'den güney fransa, sète'e yerleşen bir ailenin çocuğu. önce fotoğrafçı, sonra sinemacı-belgeselci. kendinden neredeyse 30 yıl önce ölen eşi (öleyazan eşinin çocukluğunun filmini de yapmıştır*), fransız müzikali ustası yönetmen jacques demy'yi "ölülerin en sevileni" gibi çok hoş bir ifadeyle yâd eden geçtiğimiz yüzyılın -ve bu yüzyıl başının- salt sinemayla sınırlandırılamayacak önemli sanatçılarından, ve dahi kadın hakları için çalışmış aktivistlerinden biri. sinemayı şöyle tanımlamıştır: "az ya da çok karanlık veya renkli görüntülerin bir yerden gelen ışığı durdurması." düpedüz metafizik bir tanım. şunu da söylemiştir: "sinema benim evim. galiba hep sinemada yaşadım." (bkz: sinema kulübesi)

    ilk filmi la pointe-courte (paralel yaşamlar olarak türkçeye çevrilmiştir), yeni dalga'nın da ilk filmi kabul edilmiştir. birbiriyle ilgisiz iki ayrı hikâyeyi anlattığı için sahiden paralel bir filmdir; sète'in bir mahallesinde geçer, adını da bu mahalleden alır.

    5'ten 7'ye cleo, mutluluk*, yersiz yurtsuz* gibi feminist vurgulu filmler yapmıştır bu kişikızı. jean-françois millet etkili toplayıcılar ve devamı ise, kendisi de bir imge toplayıcısı olan varda'nın şahane bir şiirsel-politik belgesel serisidir. agnès varda'yı daha iyi tanımak isteyenler, "agnès'in sahilleri" adlı kendi üzerine çektiği enfes belgeseli ve "agnès, varda'yı anlatıyor" anlatısını da izleyebilirler. izlemeliler. tabii, kara gözlüklü jr ile yaptıkları visages villages'i de.

    "denize bakan tüm insanlara odysseus diyorum."
  • faces places'da konu ölüme gelir. yanlış hatırlamıyorsam şöyle:

    jr: ölüm mevzusu canını sıkıyor mu?

    agnes: hayır.. her şey biteceği için memnunum.

    jr: her şey derken?

    agnes: her şey işte. bütün bunlar..

    hayatı sevsek günlere yapmak istediklerimizi, dinlemek izlemek okumak yaşamak istediklerimizi sığdıramasak, kulaklıkla müzik dinlerken güneşli havada sekerek yürüyesimiz gelse bile (niye çoğulum?) bazen geçen seneleri düşününce duyduğum hislerin 70li yaşlarda 10'la 20'yle çarpılınca hissettireceği ağırlığı ve tekrarlama hissini düşününce 'son' düşüncesi bana da bir mutluluk getirmiyor değil. mutluluk değil sanırım da tamamlanma, toparlanma hissi. temizlik gibi azıcık. hani uzun süre yaşadığın yeri artık taşınmak üzere toparladığında, boşalttığında duyduğun güzel his gibi.
  • mubi.com, varda'nın uzunlu kısalı 26 filmini koleksiyonuna ekleyerek yılın sürprizini yapmıştır.
  • fransız yeni dalga akımının babaannesi olarak geçer. çoğu gereksiz övülen yönetmenden daha yaratıcı işleri vardır. ve de kanımca bütün erkek yönetmenlere kafa tutacak tek kadın yönetmendir. yersiz yurtsuz filmi varoluş üzerine yapılmış en güzel filmlerden biridir. into the wild'in daha çarpıcı biçimi diyebiliriz.
  • agnès varda sinemasının olmazsa olmaz beş özelliği..

    1. serbest form

    belgesel, kurmaca, deneme, gerçek, manipülasyon… agnès varda’nın filmlerini belirli bir kategoriye sokmanın imkânsızlığı, sinemanın kendisine dair düşünmek için geniş bir alan sunuyor. onun filmlerini senaryo kalıplarına sığmayan, birbiriyle ve dünyayla konuşan birer açık metin gibi düşünmek mümkün. documenteur (1981) filminin adında olduğu gibi: adı fransızca ‘belgesel’ ve ‘yalan’ kelimelerinin birleşiminden oluşan bir kurmaca film bu. bir filmin gerçekmiş gibi yapması yalnızca bir kandırmaca değil, sinemanın kendi olanaklarına yapılan bir haksızlık varda’ya göre.

    2. yersiz-yurtsuz

    gezginlik, yersiz-yurtsuzluk, kimsesizlik… yersiz yurtsuz’da (vagabond, 1985) tek başına yollara düşen genç kadının trajik hikâyesi, bir yenilgi hikâyesinden çok, belirlenmiş kurallar dışında kalanı yaşatmayan ataerkil kapitalist sistemin eleştirisi. bir yeni dalga başyapıtı olan beşten yediye cléo’da (cléo de 5 à 7, 1962) paris sokaklarını arşınlayan genç kadın ise bir başka trajik beklentiyle çerçevelenmiş durumda. kanser testinin sonuçlarını beklerken cléo kendini sokaklara vuruyor. mutluluk’taysa (le bonheur, 1965), evli ve çocuklu ama ruhu yersiz-yurtsuz olanlar mutlu olabilir mi diye soruyor varda. tüm bu zorlu yolculuklara eşlik eden en önemli şey ise mizah duygusu.

    3. başka yerler

    insanların ve mekânların ilk bakışta görünmeyen yüzlerini açık eden bir kadraj, fikrin takibiyle akan bir kamera, hayal gücü gelişkin bir kurgu ve başka diyarların seslerini müziğe dönüştüren bir ses tasarımı. fransız riviera’sında çektiği kısa sayfiye belgeseli (du côté de la côte, 1958), kocası jacques demy ile los angeles’ta yaşadığı dönemde yaptığı kara panterler belgeseli (black panthers, 1968), bir grup yönetmen birlikte çektikleri vietnam hikâyeleri (loin du vietnam, 1967) ve dönüp dolaşıp kumlarına karıştığı sahiller (agnès’in plajları/les plages d’agnès, 2008)… bir varda filmi izleyip de içinde olduğumuz yerle yetinebilmek imkânsız.

    4. tuhaf/tanıdık

    tüm imajlara renk, desen ve ruh üfleyebilen bir sinemacı. yalnızca hikâye anlatmakla yetinmeyen, filmin kendi dilini arayan ve yaratan bir yönetmen. görüntüyü, sesi ve rengi, sıradan olanın arkasındaki tuhaflıkları anlatmak için seferber eden bir auteur. onun dünyasında hiçbir şey en yakından tanıdığımız şeylerden daha şaşırtıcı olamaz.

    5. kadınlar

    godard’ın serseri âşıklar’ından (à bout de souffle, 1960) beş yıl önce çektiği le pointe courte’la (1955) yeni dalga’nın gayri resmî kurucusu sayılmak yerine, henüz otuz yaşındayken yeni dalga’nın büyükannesi olarak etiketlenen varda, ironik bir şekilde, tüm filmografisi boyunca kadınların nasıl benzer domestik rollere sıkıştırıldığını anlattı. gerek sesi gerek bedeniyle filmlerine dahil olarak, filmlerindeki aktif, hareket eden, bakan ve yer değiştiren kadın karakterlerden biri gibi konumlandırdı kendisini. mutluluk’tan cléo’ya, jane birkin belgeseli jane b. par agnès v.’den (1988) toplayıcılar’a (les glaneurs et la glaneuse, 2000) uzanan filmografisi boyunca başka kadınlarla birlikte baktı, topladı, biriktirdi, dönüştü, sevdi, sevildi.
    ---
    (bkz: zeynep dadak)
    (alıntı: altyazı sinema dergisi)
  • mart ayı içinde caddebostan kültür merkezi'nin yanı sıra istanbul modern'de de filmlerinin gösterimi yapılacak olan yönetmen. onun programı da böyle: https://www.istanbulmodern.org/…a-her-sey_2243.html
  • ölüm haberi ile yıkıldığım ilham veren kadın. ışıklar içinde uyusun.

    geçtiğimiz günlerde güzel selamını göndermişti. sahiden çok şaşkınım.

    link
  • çok güzel anlatırdı ablacım, mutlu ederdi konuşması. bizim mina urgan'a benzetirdim, hatta bir dinozorun anıları'nı okurken onun sesini hayal etmiştim. bu dünyaya etrafına onun gibi bakabilen insanlar lazım.
hesabın var mı? giriş yap