7 entry daha
  • jean jacques brousson'un "anatole france himself"inde şöyle geçiyor: "credo quia absurdum, yani absürtlükle tanrı'nın kanıtlanması, inananların cephaneliğindeki en iyi argümanlardandır. inanıyorum, çünkü anlamıyorum. anlamak insana özgüdür, o halde tanrısal değildir." (p.239, kessinger publishing, 2005) benim ise genel olarak gördüğüm, tanrı'nın kanıtlanmasından ziyade, inanıyor olmanın açıklanması arzusudur. burada temel olan şudur: inanan insanın daha evvelden dediğim gibi, matteria'nın yani madde aleminin neferlerine karşı saçma görünen kendi durumunu açıklama, manalı kılma gayretidir buradaki. birinci tekil kişiyle konuşarak, inanan kişiliği üzerime alayım daha iyi anlaşılabileceğini sanıyorum: inanıyorum, çünkü bu saçmadır; ancak saçmalık hali benim için geçerli değildir; bu senin ve senin gibiler için saçmadır. o halde ben isa'nın "noli me tangere"sinden hareketle, tanrısallığa dokunamadan, onu göremeden, onunla herhangi bir fiziksel deneyim yaşamadan ona sığınırsam, buradaki absürtlük hali benden kaynaklanmaz. zira ben temelde valentin weigel'in recipere'ye biçtiği anlamı kabul ediyorum: yani ruh kendi nesnesine dönüştüğünde insan daha yüksek bir kavrayış düzeyine yükselir. duyusal algı göz önünde bulundurulduğunda, dışarıdan insanın içine akan bir algı olmadığı görülebilir. yani daha yüksek kavrayış dışarıdan gelmez, ancak insanın içinde uyandırılabilir. dışarıdan gelen bir vahiy yoktur; sadece içsel uyanış vardır (rudolph steiner, onbir avrupa mistiği, sf.141, dharma yay, 2002 veya #14361764). benim içsel uyanışım, senin saçma olarak gördüğün şeydir; bu da benimle değil senin yaşamı kendi görüşünle alakalıdır.

    bütün bunlardan hareketle jean jacques brousson'un eserinde geçtiği üzere, bu bir "tanrı kanıtlaması" olamaz. bu ancak bir inananın kendisini matteria'ya karşı açması ve güçlü hissetmesi olayıdır. aslına bakarsanız temelde "credere" yani "inanmak" eyleminin kanıtlanma çabası da bana biraz garip geliyor; zira sadece din için düşünmeyin; temelde inanmanın kendisi bir değerle yüklüdür, bu salt içinde "bir şeyi arzulama" tutkusunu barındırmaz; burada aynı zamanda yüklenme durumu vardır (dünyaya karşı yüklenme! bakınız: #8250821). örneğin çarmıhını yüklenirsin veya trajedini yüklenirsin; veya çözümsüzlüğe yüklediğin anlamlarla trajik bir karakter haline geldikçe, inanıyor olmanı manalı kılabilirsin. burada external doğanın parçalarına inanışını kanıtlamanın bir manası yoktur. mana, yukarıda da dile getirdiğim gibi insanın internal doğasına hakim olur, yine kendisinden hareketlenir.

    peki inanma halinin kendisindeki bu internal yüklenişi nasıl anlamlandırmışlardı? mesela i.s. 580-662 yılında yaşadığı düşünülen aziz maximus'un ifadelerine bakarsak "basit bir şekilde inanma" halinin yetersizliğini görürüz. "sevgi üstüne" yazmış olduğu bir yazısında, imanın kendisini yetersiz görüp ona (kutsallığa) karşı sevgiyi de temin etmenin önemine değinir. (1.8-13) zira novum testamentum, epistula iacobi ii.19'da da geçtiği gibi "daemones credunt et contremiscunt" yani "daemonlar da inanır ve titrer". (bu konuda bakınız: j. gillies'in memoirs of the rev. george whitefield'ı; hartford, 1853, p.555: "şeytan (kutsallığa) bir arianusçu'dan daha çok inanır...") zira şeytan da inanmaktadır,bana kalırsa ancak bu noktadan itibaren insandaki "inanmak" eylemi matteria'nın aleminde bir manaya kavuşur; insan imanını bir diğerine iletmek, aktarmak, onunla bu içgörüyü paylaşmak istediğinde ancak onu tamamlayabilir. işte o vakit, yukarıda dediğim "inancı savunma" mekanizması anlam kazanır. bu da sevgi sosuna batırılmış misyonun kendisidir haliyle. ancak dediğim gibi inanma halinin ilk ortaya çıkışındaki içsel duyuşun kendisiyle sınırlı kalıp, onu savunma ve başkasına iletme amaçlarını göz ardı etmek de mümkündür; "şeytan bile inanır" korkutmasının çok da etkili olduğunu sanmıyorum; çünkü inanan insandaki temel çekincenin inancının bir gün zedeleneceği düşüncesi olduğunu sanıyorum. şeytandaki ise bilinçli bir karşı çıkıştır, gerçekten inanan için bu geçerli değildir. gerçi novum testamentum'un evangelium secundum marcum viii.33'te isa'nın petrus'u azarlarken kullandığı ifadede şeytanlığın insana özgülüğünün altı çizilir: "vade retro me, satana, quoniam non sapis, quae dei sunt, sed quae sunt hominum" ("düşüncelerin tanrı'ya değil de insana özgü olduğundan; çekil önümden şeytan!") yani inananın yolundan sapması (privatio boni - contemptus dei) her an mümkündür. bu durumda benim "sanı"mın da sarsılacağı açık.

    daha sonraları nietzsche, insanca pek insanca'da (kullandığım edisyon: human, all too human, p.199, tr. r. j. hollingdale, cambridge university press, 1996) bu düsturun yerleşmesinin sebebi olarak insanın çürütemeyeceği bilincinin kendisine yerleştirilmesini göstermişti. pos bıyıklıya göre insan bu düsturu "en uç fanatikliğin" ("the extremest fanaticism") yasaklanması olarak algılamalıydı; zira insan anlayamadığını kötüleyemez ve yargılayamazdı: yani sorgusuz iman, biat insanın kaçınılmaz kabulüdür. şu yorum da nietzsche'nin söylemini haklı çıkarır: inancı imanda saklayan prensip, insana daha derin bir bilgiyi ve anlayışı sağlar. bu açıdan bakıldığında certum est quia impossibile ve credo quia impossibile düsturları da benzer anlamlıdır (james t. bretzke, consecrated phrases: a latin theological dictionary, p.29, liturgical press, 2004). yani insan, kimilerine saçma gelecek ölçüde imkansızlık olduğu için, o şeye yani kutsallığa inanır. matteria alemine uygun hiçbir şeye inanmaz, bu da başlıktaki düsturun kontrasıdır. yani dönüp dolaşıp aynı yere geldik: augustinus'ta kendini gösteren contemptus dei ile contemptus mundi ayrımında, insan bir yolu seçmelidir. ya matteria'yı yani madde alemini ya da imkansız / saçma gördüğü öbür kutsi alemi seçmek durumundadır; hıristiyanlık bu açıdan bakıldığında müthiş bir bütünlük arz eder; başka bir yoldan, noktadan hareket ederek yine buraya varacağınızdan eminim.

    ancak tabi haritanın harikulade bir şekilde çıkarılması sistemin haklılığını daha da pekiştirmiyor veya temelde onu haklı kılmıyor. her mantıklı olanın "doğru" olmaması gibi, bağlantı noktaları en yetkin şekilde ayarlanmış bir sistemin de insan için "doğru"yu gösterdiğini iddia edemeyiz. hele ki irving hexham'ın the concise dictionary of religion'ında (regent college publishing, p.58, 1993) başlıktaki ifadeyi açıklarken dediği gibi, anti-entelektüalizm ("anti-intellectualism") olarak yanlış yorumlanma riski bulunurken, kimi zaman "absurd" olandan başlayıp credulitas'a yani "her şeye inanma", "saflık" durumuna varma riski fenadır; sonra homo credulus olur insan yani "her şeye inanan", "saf"; başkalarına değil temelde kendine karşı saf!
12 entry daha
hesabın var mı? giriş yap