33 entry daha
  • içimizdeki çocuk, en büyük yurdumuzun en büyük suçlusudur, cennetten düşen melektir.

    thomas s. kuhn'un harika bir şekilde dile getirdiği bir husus var: günümüzün en seçkin eğitimli yetişkinlerin inandığı doğa görüşünün çok az noktada aristoteles'inkiyle dikkate değer koşutlukları vardır; ancak çocukların, ilkel kabilelerin ve batılı olmayan halkların çoğunun fikirleri aristoteles'inkilerle gerçekten de şaşırtıcı bir sıklıkta yakınlıklar içerir. yani kuhn'un altını çizdiği husus şudur: ilkel toplulukların ve çocukların dünya görüşü animizme meyillidir; çocuklar ve birçok ilkel halk bizim organik ve inorganik doğa, canlı ve cansız şeyler arasında kesin ayırımlar yapamazlar. onlar için öncelikli olan, canlı dünyanın kavramsallığıdır. bulutları, ateşi, taşların davranışlarını, insanları ve belki de hayvanları devindiren güdüler ve istekleri temel alarak açıklamak eğilimindedirler. "balonlar niçin yükselir?" sorusunu işiten dört yaşındaki çocuk "uçup gitmek istedikleri için" cevabını verir; mısırlılar da güneş'in devinimini göklerden kayığıyla geçen bir tanrının devinmesi olarak açıklıyordu (t. s. kuhn, the copernican revolution, p.96-97, harvard university press, 18th edition, 1995 ; şuradan bakabilirsiniz: http://picasaweb.google.com.tr/…5267031658419575666 ). bana kalırsa kuhn'un da belirttiği bu ilginç benzerlikten hareketle içimizdeki çocuğu, belirgin niteliklerinden ötürü, yaşama mücadelemizde geçirmemiz gereken süreçlerde dimdik kalabilme adına öldürmemiz gerekebilir.

    içimizdeki çocuğu her daim yaşatmamıza dair bize sürekli telkinler de bulunan çağımızın pek bilmiş zihinleri, bir insanın geçireceği süreçler boyunca nasıl ayakta kalabileceğine dair "sevgi", "saygı", "anlayış", "merhamet" gibi ucçlarının nereye vardığı belli olmayan bir dizi değeri yoğurup, aşure kazanında tatlarını bir araya getirerek ideal insan tipi oluşturabileceklerini sanıyorlar. daha evvel ira furor brevis est'te yazmıştım; -örneğin öfkelenmeyi ele alırsak- hiç öfkelenmeyen, öfkeleri tatlı bir tebessümle karşılayarak bilgeliğini kendince kabul ettiren, kanıtlayan zihin yapısının altında avını köşeye sıkıştırmış aslan edasını görmeyebilirsiniz ama en azından bizden öncekilerin bilgeliğine saplanıp kalmamak adına, çelimsiz bir av olarak kaçmaktan da ötesini yapabilmelisiniz: "değerleri yeniden değerlendirin" düsturuna uygun davranabilirsiniz. içimizdeki çocuğun ilkelliğine katlanmak durumunda olmadığımız gibi; onun animize meyleden saflığı da eğer olgunlaşmanın gerektiği yaşlarda hala canlılığını ve tazeliğini koruyorsa, aşılması gereken bir zihin rahatsızlığı olarak bile görebilirsiniz.

    temelde dikkat edin, içimizdeki çocuğu öldürmememiz gerektiğine inanan insanlarda, insanın topluma ayak uyduruşu ön plana alınmıştır; eh haliyle toplum içinde farklı yaklaşımlarıyla, davranışlarıyla kargaşaya değilse de en azından uyumsuzluğa yol açmayan insanlar afyonlanmış zihinleriyle modern kabile töresine baş eğerler. içlerindeki çocuğun ölmemiş olduğunu bilerek, tıpkı taşlarla oynarken başka alemlere dalan çocuklar gibi iş-ev arasına sıkıştırılmış olan alışveriş oyunu, kredi kartı oyunu, üç beş iş arkadaşıyla bir gece toplanıp belli bir saate kadar hoşbeş etmek sonra evlere dağılmak oyunu yeteri kadar doyurucudur. sonra gelsin yine iş-ev diyalektiği, ve sonra yine araya sıkıştırılmış olan içimizdeki çocuğun ruhunun doymasını sağlayan bir tutam şeker niyetine modern insan kandırmacaları; insanın kendini iyi hissetmesini sağlayacak televizyon programları vs. bunlar hep toplumun içinde sadece yığınla uyumlu olabilmek adına kendisine daracık bir yaşama alanı bırakan, aldatıcı bir şekilde bir ana sabit kalmış bir çocukluğu içinde taşımanın yeterli olacağını sanan manasız bir çabanın ürünüdür. manasızlık elbette ki çocukluğun kendisinde değil, içte yaşamasına izin verildiği ölçüde olgunlaşma belirtileri ve gereksinimi gösteren insanların bu yeni duruma ayak diremesindedir.

    yine içimizdeki çocuk başkalarıyla kaynaşmak, sosyalleşmek istiyor; çünkü temelde bir annenin onu sarması gibi, etraftakiler tarafından merhametle kucaklanmak istiyor. bu da olgunlaşamayışın bir göstergesi olsa gerek: sosyalleşme arzusu. insanın "estne aliquid tibi te ipso pretiosus?" sorusunu göz ardı edip, external bir "huzurun", "yakınlığın" peşinde koşması ne acınası bir durum! melody beattie, "codependent no more: how to stop controlling others and start caring for yourself" adlı "kişisel gelişim"e dair yazmış olduğu eserinde (p.98, hazelden, 1992) içimizdeki çocuğun, sevilmediğine inanacağını; hiçbir zaman aradığı huzuru bulamayacağına inanacağını; bu yüzden de kolay yaralanabilir bir nitelikte olduğundan umutsuzluğa kapılacağını söylüyor. insanlar bizi hem duygusal hem de fiziksel olarak terk etmiştir; insanlar bizi geri çevirmiştir; insanlar bizi aldatmıştır. oysa ki zaten insanlar hiçbir şekilde bizim için var olmamışlardı ki, bunu nereden çıkardık? bizim gereksinimlerimizi, arzularımızı karşılamak, bizi doyurmak için var olmamışlardı ki. herkes gibi hatta tanrı bile bizi terk edebilir. içimizdeki çocuğun geliştirilmemiş, güçlendirilmemiş ezikliği, olgun olması gereken zihinlerde baskın çıkıyorsa o halde örneğin terk edilmişliğe biçilen "obnixum obnoxium" yani "sabit kötü"lük durumu kendiliğinden kaynaklanmıyor; bu, insanın kendisini ilgilendiren, kendisinden çıkan bir "az gelişmişlik" (tıpkı gökbilim alanında uzmanlaşmış bizler için, mısır'da güneş'in devinimine biçilen anlamdaki "az gelişmişlik" örneği gibi) hastalığıdır; external bir durum söz konusu değildir. temelde etik, insandan insana yönelen değerleri içerdiğine göre o halde insanın birey olarak güçsüzlüğü, external değil internal bir problemdir; bu açıdan bakıldığında da içimizdeki çocuğun acımasızca öldürülmesiyle üstesinden gelinmeyecek yalnızlık yoktur.

    bunu hep hissediyor ve söylüyorum; birey olarak insanın ayakta kalışı yetmez, güçlenmesi gerekir (bunun yolu da: nam et ipsa scientia potestas est'ten geçer); toplulukta, cemaatte, grupta, tekkede bulunan huzur kapıdan dışarıya çıkıldığında anlamını neden yitiriyor sanıyorsunuz? "sana senden daha yakın ne olabilir?" derken filozof, avrupa tarihinin meşhur mistiklerinden valentin weigel'in recipere'sini öngörür: weigel için nesne sadece ruhtaki algıyı uyandırır; ruh kendi nesnesine dönüştüğünde insan daha yüksek bir kavrayış düzeyine yükselir. duyusal algı göz önünde bulundurulduğunda, dışarıdan insanın içine akan bir algı olmadığı görülebilir. yani daha yüksek kavrayış dışarıdan gelmez, ancak insanın içinde uyandırılabilir. dışarıdan gelen bir vahiy yoktur; sadece içsel uyanış vardır (rudolph steiner, onbir avrupa mistiği, sf.141, dharma yay, 2002). r. steiner, mistiklerle kafayı bozmuş biri olarak weigel'e ve diğerlerine bakıyordu; ben daha çok external doğayı algılama uğraşısında kendisini her daim kucaklanası, sarılası bulan insan evladının temelde internal doğasındaki bozukluğunu görmek istiyorum. bu perturbationes animi olarak tabir edilen "zihin rahatsızlıkları"nı andırır; insanın en büyük yurdu kendisidir; ve bu yurtta her türlü ilkellik, yıkım demektir.
60 entry daha
hesabın var mı? giriş yap