• "okur tarafından sevilen kahraman, kitap kapakları arasında nasıl bir evrim geçirmiş olursa olsun, kader çizgisi zihnimizde belirlenmiştir; aynı biçimde dostlarımızın da kendileri için çizdiğimiz şu ya da bu mantık içinde ya da alışılmış biçimde davranmalarını bekleriz. belli bir kişiyi ne kadar seyrek aralıklarla görürsek onun hakkında oluşturduğumuz kalıba uysallıkla girdiğini görmenin verdiği zevk de o kadar doyurucu olur. öngördüğümüz kader çizgisinden herhangi bir sapma, bize sadece haddini bilmezlik değil, ahlaki düşkünlük olarak da gözükür. yüzyılın görüp göreceği en önemli şiir kitabını kapı komşumuz gezgin sosisçinin yazdığını öğrensek, onu hiç tanımamış olmayı yeğleriz."
    (bkz: lolita)

    "rüyalarımda gördüğüm ölmüş insanlar, eski aziz, parlak hallerine benzemeyen şekilde sessiz, dertli ve tuhaf şekilde kederlidir. onları, bu dünyada var oldukları sırada hiç gitmedikleri ortamlarda, hiç tanışmadıkları bir arkadaşımın evinde izlemek beni şaşırtmaz. ölüm bir ayıpmış, utanç verici bir aile sırrıymış gibi, bir köşede yere bakarak otururlar. ölümlülük böyle zamanlarda -rüyalarda- değil, büyük neşe ve başarı anlarında, bilinç en yüksek terasına çıkmışken, bir gemi direğinden, geçmişten ve geçmişin kalesinden, kendi hudutlarının ötesine bakma şansını yakalar. ve sisin içinde fazla bir şey görmek mümkün olmasa da, insan bir şekilde, doğru yöne baktığını hissedip mutlu olur."
    (bkz: konuş, hafıza)

    "zaman, oluşma halindeki bellekten başka bir şey değildir. tek tek her yaşamda, beşikten ölüme, aşamalı olarak oluşturulan ve pekiştirilen bir bilinç-omurgası vardır ki, bu dayanıklı zamanıdır. olmak, olmuş olduğunu bilmek demektir. olmamak ise sadece yeni bir çeşit -sahte- zaman ima eder: gelecek. saymıyorum ben bunu. hayat, aşk, kitap; bunlar gelecek tanımaz."
    (bkz: ada ya da arzu)

    "çocukluğumda sık gördüğüm bir rüyada duvar kağıdının ya da beyaza boyalı kapının üzerinde pis bir leke görürdüm; yavaşça canlanmaya başlayan pis bir leke kabuklu bir yaratığa dönüşürdü. yaratığın kolu bacağı kıpırdanmaya başlayınca, içimi ürperten sersem bir dehşet sarsarak uyandırırdı beni; fakat aynı gece ya da ertesi gece, yeniden boş boş bir duvara ya da perdeye bakıyor olurdum, oradaki lekeli bir nokta gafil uykucunun dikkatini çeker, genişlemeye koyulurdu, elleme-kavrama hareketleri yapardı ve ben bir kere daha, o kabarık leke çözülüp duvardan çıkmadan önce ne yapar eder uyanırdım. fakat bir gece yatışımdaki bir tuhaflık, yastığımdaki bir gamze, yatak örtülerindeki bir kıvrım normalden daha cevval ve cesur olmaya itti beni. pis lekenin evrilmeye başlamasına izin verdim, sonra da hayali bir dövüş eldivenini elime geçirip tuttum sildim canavarı. üç ya da dört kere daha belirdi rüyalarımda; ama artık büyümekte olan şekil varsın belirsindi, neşeyle siliyordum onu. sonunda pes etti -günün birinde hayatın da pes edeceği gibi- kesti benimle uğraşmayı."
    (bkz: laura'nın aslı)

    "altın pus, tombul yorgan. bir uyanış daha; ama henüz son uyanış olmasa gerek. sık sık oluyor böyle: uyanıp kendini-söz gelimi- şık bir ikinci mevki kompartımanında, iki şık yabancıyla birlikte buluyorsun; ama aslında sahte bir uyanış bu, düşünün bir sonraki aşaması sadece, sanki bir katmandan ötekine geçiyorsun ama hiçbir zaman yüzeye varamıyorsun, hiçbir zaman gerçeğe ulaşamıyorsun. ama düşüncen, büyülenmiş gibi, düşün her yeni katmanını gerçeğin eşiği sanıyor. inanıyorsun ona ve soluğunu tutarak, sonsuz hayallerin bitiminde vardığın gardan ayrılıp istasyon alanını geçiyorsun. hemen hemen hiçbir şey göremiyorsun; çünkü hava sisli, gözlüklerin buğulanmış, elinden gelen hızla alanın karşısında hayalet gibi duran otele varmak, yüzünü yıkamak, gömlek manşetlerini değiştirip ışıl ışıl sokaklarda gezmeye çıkmak istiyorsun. ama bir şey oluyor -saçma bir kaza- ve gerçek gibi görünen şey birden gerçeğin tınısını, tadını yitiriyor. bilincin aldatılmış: derin uykudasın hala. anlamsız bir uyku beynini köreltiyor. sonra aldatıcı bir bilinç anı daha geliyor: altın rengi bir sis ve "montevideo" olan bu oteldeki odan. kasabadaki tanıdık bir dükkan sahibi, bir berlin özlemlisi, bu adı bir kağıt parçasının üzerine yazmıştı senin için. ama kim bilebilir ki? gerçek -son gerçek- bu mu, yoksa bu da yeni ve aldatıcı bir düş mü?"
    (bkz: rua, dam, vale)

    "bir vakitler bir dostum vardı; melek yüzlü, panter vücutlu, dünya güzeli bir delikanlı. bir gün, konserve kutusu açarken elini kesti. şeftali konservesi, hani kocaman, yumuşak, kaygan yarım şeftaliler vardır ya, ağzınızda şapırdar, boğazınızdan aşağı boğum boğum yuvarlanır. oğlan birkaç gün sonra kan zehirlenmesinden öldü. ne ahmakça bir şey değil mi? ama bir yandan da... evet, garip ama gerçek. olaya bir sanat eseri gibi baktığınızda, o çocuk yaşayıp yaşlansaydı, yaşamının aldığı biçim bu kadar kusursuz olamazdı. hayat dediğimiz fıkraya anlam kazandıran ölümdür çoğu kez."
    (bkz: karanlıkta kahkaha)

    düzeltme: ilham verici yeni pasajlar eklendi
  • ''bazı kimseler -ben de onlardan biriyim- mutlu sonlardan nefret ederler. kazık yemiş gibi oluruz biz. aslolan, zarara uğramaktır. felaket geliyorum derse gelmelidir. aşağıdaki köye ramak kala duran çığ, yalnızca doğaya değil, ahlaka da aykırı davranmıştır.''
    (bkz: pnin)
  • şöyle anlatmış kendisini:

    "insanların benimle ilgilenecek bir nedeni olmasıyla öğünürüm. hayatımda bir kez olsun sarhoş olmadım. öğrencilerin ağzında dolaşan müstehcen sözcükleri bir kez olsun kullanmadım. hayatım boyunca ne bir dairede çalıştım, ne de bir kömür madeninde. hiçbir zaman herhangi bir ekibe, örgüte, hizbe, klana, kliğe, partiye üye olmadım. hiçbir akımın ya da okulun etkisi olmadı üzerimde. siyasi romanlardan ve sosyal içerikli dedikleri yazından her zaman sıkıldım. gerçekten nefret ettiğim şeyler basittir: aptallık, baskı, suç, eziyet, hafif müzik. sevdiğim işlerse yazı yazmak ve kelebek avlamaktır."
  • sozlukte yazar olsa keşke dediğim kişi.. yazdığı entryleri takip etsem vereceği ayarları -ki nasıl ayar verir, alanı da mutlu eder okuyana da zevk verir- okusam parantez içi yazdıkları ile yarılsam.. tenis başlığını, satranç başlığını, rusya başlığını doldursa, badime eklesem gideceği zirvelere-ki gitmez pek tahminimce huysuz bir amcadır- katılsam beraber kelebek avlasak * oturup bir yerlerde kahve içip su periciklerini seyreylesek, yahoodan satranc oynasak...
    son kitabını -okumadıgım tek kitabı- okutturmayacak kadar sevdiren bu uykusuz kelebek avcısı; keske gecelerini sözlükte geçirse mesaj ışığım yandığında ah ondan mı acaba diye heyecanlandırsa, berbere gitsek, viyana tayfasına atıp tutsak ne hoş olur. ama artık kitap yazmıyor bu ihtiyar, dikkatsiz okuyucu mülayim okuyucu diyerek beni azarlamıyor babacan tavırla. olsun
  • aslında eserlerini okuyanlar için aşağıda belirtmiş olduğum minik bilgi, kocaman bir şeyler ifade ediyor olabilir. eserlerini nasıl yazdığını öğrenince birden bütün o kitaplar daha başka bir şekil alabiliyor, daha anlamlı kılınabiliyor bireyin gözünde.

    nabokov, gittiği her yerde minik index card'lar, yani çizgili minik not kağıtları ve yanında da yumuşak uçlu bir kurşun kalem taşırmış. ilgisini çeken her olayı, o anda aklına gelen her fikri, ya da ona esin veren/etkileyen herhangi bir şeyi bu küçük not kağıtlarına not etmek kaydı ile romanlarını oluştururmuş.

    bu minik not kağıtlarını zaman içinde küçük bir kutuda biriktirip, daha sonrasında ise roman haline getirirmiş. aslında bu minik kağıtçıklar nabokov'un anları/anıları bir bakıma da. değişik zamanlarda, değişik yerlerde not edilmiş bu hadiselerin, düşüncelerin birike birike roman haline geliyor oluşu tatlı bir detay. hani o gözümüzdeki, masif bir masa başında daktilosunda oturan yazar figüründen çok ayrı bir yerde.

    burada da küçük, mutlu bir takım görseller varmış.

    bir
    iki
    üç
  • "insan, geçmişiyle yaşarken kendini hep evinde hisseder."

    nabokov, "konuş, hafıza" kitabından
  • içinden öyle kolay kolay çıkılamayacak bir cümlesi...

    "aşkın da sesin gibi biraz pes perdedendi. göz ucuyla sevdiğin söylenebilirdi ve asla aşktan söz etmezdin. sen suskunluklarına hemen alışılan her zaman ketum kadınlardandın. ancak, arada bir içinde bir şey patlayıverirdi."
  • gelmiş geçmiş en ünlü kelebek ve güve araştırmacısı. çeviremediğim bir yazısında yaklaşık olarak şöyle demiş: "yazmak iyi hoş da ben bunu sadece bir hobi olarak görmekteydim. bu işten para kazanabileceğim aklıma gelmezdi. öte yandan hep, büyük bir müzede kelebek ve güveler üzerine, uzun ve heyecanlı bir kariyer hayali kurmuştum." sıradaki parçamız "ne var ben de küçükken astronot olcam sanmıştım" diyenler için geliyor: 53-59 yaşları arasında harvard üniversitesi'nin karşılaştırmalı zooloji müzesinin küratörü olarak çalışmış. yani eğer edebiyatla ilgilenmeseymiş bile, yine de tüm dünyadaki kelebek ve güve meraklılarının adını bildiği birisi olacakmış. bu hikayedeki en garip bölüm ise müzedeki kariyer hayalini anlatış biçimi bence. güve müzesinde ne heyecanı lan?*
  • "aşk mektupları* elbette yakılmalı, geçmiş en soylu yakacaktır..." diye kitabın birinin arasından fısıldayıp kaybolan yazar.
  • tereyağlı kızarmış ekmek ile rafadan yumurtayı insanoğlunun icat ettiği en lezzetli yiyecek ilan etmiştir.
hesabın var mı? giriş yap