• tedirgin edici kuzey rüzgârı, gene fazla yaklaştırmadan serin bir gösteri. insanlık- daha çok kadınlık ama nasıl kadınlık -durumları, bir de üstüne uğultular, fısıltılar, hatta çığlıklar. bu sefer kırmızı bir fonda, daha canlı - ama bu dekorasyon hiçte dünyevi değil. hatta yine fazla uhrevi, çünkü her sahne birer tablo, birer ölümsüz sekans. bu haliyle de çok kompoze, çok sahne, poz. ama ne gam. gözümüz zaten aç. fakat bu kadınlar neden böyle iri, nasıl bu kadar besili, nasıl bu kadar tek renk ve niye bu kadar yalnız ve tek hissiyatlı. yani bu fiziksel ve görsel yalınlık, tek –hadi indirgemeyelim de – kesin vurgu nasıl böyle yoğun, karakterlere de sirayet edebiliyor. ama burada agnes ve anna tabii yine aynı ölçüde yalın olmakla birlikte farklılar. agnes ölümü biliyor, anna da analığı. belki bu yüzden daha yoğun, daha sıcaklar. bu yüzden daha sokulgan, sevecenler. hani en azından ilişkileri daha yoğun. karin ile marie ise yalnız ve uzaklar. belki biraz çaba içinde ama benciller. bir kere kopmuşlar, ama nerde kopmuşlar. belki de çocukluklarında. travmatik bir dönem var hepsinde. bir yerde çığlıklara sebep olan bir sarsıntı. bunların annesi de böyleymiş, kaynak ta burada mı acaba?
  • insanın yaşama arzusunu çekip alan ve aile ilişkilerinin acımasız iç yüzünü gözler önüne seren bir film olarak görüyorum. daha doğrusu olur da bir hastanenin yoğun bakım servisine yolumuz düşer de gördüğümüz manzaralar karşısında duyulan korkunç bir his kaplar ya insanın içini işte tam da bu hissiyatları yaşatan bir film yapmıştır bergman. hatta daha da ileri giderek kanser nedeniyle yatalak olan üç kız kardeşten birinin son günlerinde birbirlerine ve kendilerine karşı yalnızca küçümseme, kırgınlık ve tiksinti duyan üç kız kardeşin hikayesini anlatır.

    iki kız kardeş, son birkaç gününde ölmekte olan kardeşlerinin yanında olmak için aile evine dönerler ancak birbirlerinden mesafelidirler ve bir yandan da şok ve acıyı kabullenmeye çalışırlar. kız kardeşlerinin ölümünün onlara getirdiği ölüm korkusu film ilerledikçe nirvanaya çıkar.

    şimdi biliyoruz ki bergman'ın özellikle ilk filmleri ölüm ve ıstırap temalarına değinir fakat bu filmde yaşanan bu temalar arş-ı alaya çıkar. çünkü acı çeken kız kardeşlerinin ölmeden önce büyük bir ıstırap ve acı içinde çığlık atmasını izlemek çok daha rahatsız edicidir.

    bu açıdan özellikle kırmızı rengin baskın kullanımı, insan ruhunun içi de dahil olmak üzere her karakterin kan, ölüm ve maneviyatla olan temel duygusal ilişkilerini temsil eder. film boyunca yalnızca saatlerin tik taklarını, zil seslerini, rüzgarın esişini ve kız kardeşlerinin acı çığlıklarını içeren kasvetli ortamın seslerine maruz kalırız.

    herhalde bu filmi kendime yakın hissetmemin sebebi babaannemin ölüm döşeğindeyken de yakın akrabaların sürekli evine gelmsiydi ki herkeste müthiş bir sessizlik vardı ve çıkan tek ses babaannemin hastalığı dolayısıyla acıyla karışık feryatlarıydı. o zamanlar küçüktüm ve gerçekten bünyemde bir travma yaratmıştı bu durum.

    roger ebert'in yorumunu da şöyle bırakalım: "bergman hiç bu kadar acı verici bir film yapmamıştı. onu izlemek insan duygularının uç noktalarına dokunmaktır. o kadar kişisel ki mahremiyete o kadar nüfuz ediyor ki, neredeyse bakışlarımızı başka tarafa çevirmek istiyoruz."
  • --- spoiler ---
    kırmızı duvarlar arasında kalmış beyaz elbiseli kardeşlerden ikisinin arasındaki sevgisizlik - iletişimsizlik, üçüncüsünün ölümünde sonuç bulur. kabuklarını kırmaya yeltendiklerinde ölü dirilecek gibi olur, ama iki kardeş de gerektiği kadar fedakarlık yapmaktan korkarlar, ve yeniden eski kayıtsızlıklarına geri dönerler. herşey sona erdiğinde hatırlanan, yine üç kardeş ve anna'nın çimlerde ve salıncakta geçirdikleri o mutlu gündür, yalandan ibaret de olsa...

    ben sonuçta persona'yı tercih edeceğim. çığlıklar ve fısıltılar'ın "muhteşem"'e yakın olduğunu inkar etmeyeceğim ancak yine de filmin kısa sürede yapılmış olduğu sezilebiliyor.
    --- spoiler ---
  • bergman'in bu film hakkinda yaptigi yorumunu kendi sesinden dinleyince gulsem mi gulmesem mi diye durakladigim filmdir.
    "bu harika mekanda bir film cekmek istiyordum, bunun icin sevgili arkadaslarimi cagirdim, onlar da geldi. zaten tatilde oldugumuz icin tiyatroya ara vermistik. kisa surede filmi cektik. sanirim guzel de bir film oldu."
    yalniz bembeyazdan cok kipkirmizi bir film oldugunu da belirtmek isterim.
  • filmin hemen başında, sessizliği delen tik-taklar adeta çizilecek portrelerin habercisidir. zira bir süre sonra sesler kişiyi sarsacak raddeye varır. bergman'ın takındığı teatral üslup, izleyeni bir anda sahnenin içine doğru çeker.

    artık kaçınılmaz sondan kurtuluş yoktur ve insan kendini kurgunun tam ortasında bulur. ancak kurgu diye adlandırdığımız senaryo, aslında gerçeğin ta kendisidir. rahibin ölüm üzerine söylediği sözlerse, dikkatli gözlerden kaçması mümkün olmayacak kadar derin anlamlar muhteva etmektedir.

    bergmanı ve onun yarattığı karakterleri seyretmek dostoyevski okumak gibidir adeta.

    "dostoyevski'nin dünyası, tutkudan doğan bir yaratıştır ve onu değerlendirebilmek için de tutkulu olmak gerekir. hiçbir zaman tatlı bir huzur duygusu ile rahata kavuştuğumuz olmaz dostoyevski'nin dünyasında; hiçbir zaman kendimizi vakaların dışında kalan, kudurmuş denizin dalgalarını kıyıdan seyreden bir seyirci durumunda hissetmeyiz. trajediye biz de karışırız, vakaların akışına biz de kendimizi kaptırırız; kahramanlarının bunalımlarına katılırız; onların problemleri bizi de aşırı derecede heyecanlandırır, duygulandırır.

    dostoyevski kendi yakıcı havasına bizi de sokar; soluğumuz kesilerek, başımız dönerek, ruhun uçurumlarına doğru inmeye zorlar bizi. şakaklarımız onunkiler gibi atmaya başladığı zaman, aynı esrarlı tutku bizi de pençesine aldığı zaman, sonunda onun eserine girebiliriz ve onu kendimize mal edebiliriz. "

    bu filmi pera müzesindeki gösterimde seyrettikten sonra çıkışta biri yanındakine, ruhunun daraldığını ve sıkıldığını söylüyordu. hayatla, başkalarıyla ama daha çok kendisiyle yüzleşme cesaretine sahip olmayanlar izlemesin derim ben baştan. hele hele, kitle endüstrisinin izlemek için dayattığı, insanda kalıcı herhangi bir tesiri olmayan sözüm ona filmleri sevenler.

    adorno’nun sözünü ettiği modern toplumun sözde öznesi olan birey için zordur bergman, dostoyevski ve onun gibileri kabullenmek. ülkemizde, insanın ufkunu açan, bireylerin düşünce iklimini zenginleştiren ve karşılıklı sevgi ve saygıyı belirginleştiren gündeminin tartışılmalarından bulunacak ilk fırsatta, geriye kalan azınlık tarafından izlenilmesi gereken mütevazı bir filmdir çünkü bu.

    (alıntı yapılan paragraf için kaynak: stefan zweig, üç büyük usta, çeviren: ayda yörükan, doğubatı yayınevi, ankara, 2014, s. 177)
  • bir yönetmen midir? yoksa bir ressam mı?... usta bir fotoğrafçı mıdır? yoksa bir filozof mu?... bergman ile ilgili bu soruları sorduruyor bu film. bergman düpedüz ressamlığa soyunmuş bu filmde... aman allahım bunlar nasıl sahneler böyle!... sanki bir delacroix resminde gezinir gibi ve tabi ki matisse'in kırmızı atölyesini düşündürürcesine... kırmızı üzerine bir film nasıl yapılırın dersini veriyor usta... kırmızı nasıl konuşkanlaşır. kırmızının ortasına serpiştirilmiş beyaz ve siyahlar...

    karin'in soğuk ve aldırmaz eşini, kayıtsız yaşlı kocasını ve bir aldatmaca üzerine kurulu sevgisiz yaşamını göstererek ondaki nasırlaşmışlığı, kaskatılığı ve onulmaz yalnızlığı nasıl da göstermiş usta!... kadının bu kayıtsızlağın hıncını almak ve acısına son vermek için masada devirerek kırdığı şarap bardağının kırık parçasını vajinasına sokuşunu düşünelim. muhteşem bir metafor. kırık camın kanattığı cinsel uzvuna bastırırken dilini dudaklarında şehvetli gezdirişi... ve sonrasında gelip yatağına kurulduğunda oradaki kanı alıp yüzüne bulaştırması. kırmızı yine kırmızı... tutku, sabır ve şehvetin kırmızısı... bastırılmış olanın... arzu ve öfkesinin kırmızısı... sarsağım diyor kardeşine hep bardakları deviriyorum, çünkü ellerim büyük... bu sarsaklık tam da sevgi talebinin karşılıksız kaldığı anda sökün ediyor. freud'un dil sürçmesini psikoanalitik olarak geçmişteki bir takıntıyla, bir yaşantıyla ilintilendirmesi gibi. bu sürçme bir iletişim eksikliğini görünürleştiriyor, kanayan bir yarayı gösteriyor.

    agnes'in öleyazması ve fiziki acılarla çebelleşmesi, haykırışları sadece hizmetçi anna'dan cevap buluyor. kendi kızkardeşleri sadece orada bulunmakiçin, kendilerini vicdanen rahatlatmak için oradalar.. sadece rollerini yapmak zorunda hissettikleri için... birbirlerine katlanıyorlar... anna ise tüm bu ikiyüzlülüğü sessizce izliyor agnes'i çıplak göğsüne basarken... sanki agnes iki kız kardeşini sağaltmaya çalışıyor onları yanına isterken ve agnes'in ölü bedenini tıpkı pieta'da meryem'in kucağındaki isa gibi kucaklıyor anna... ölümün beyazına bürünmüş kadın, anna'nın merhametli ve sıcak kucağında huzur buluyor. kapının öteki tarafında gerçek sevgiyle yüzleşmekten korktukları için kaçan iki kız kardeş duruyor: karin ve marie...

    bergman, flmin sonunu da bir ressamla bitirdi. üç kızkardeşin salıncaktaki sahneleri sanki bir manet resminden fırlamış gibiydi.
  • kırmızı:
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel

    cinematography: sven nykvist
  • seçici alan derinliği: görsel
  • sadece dekorda değil sahne geçişlerinde de kırmızının kullanıldığı, "kan kırmızısı" filmdir. kızkardeşlerin, özellikle karin ve maria'nın sorunlu ilişkisi, ölüme çok yaklaşmış bir kadının iç dünyası ister istemez yine bergman'ın tystnaden adlı filmindeki kızkardeş ilişkisini anımsatır. kullanılan mekan ve öykü çehov piyeslerinin havasını taşır, ve hatta üç kızkardeşin varlığı belki de bunu doğrular niteliktedir. bunun dışında, senaryosunu, oyunculukları bir kenara bırakarak rahatlıkla denilebilir ki bu film sven nykvist'in filmidir, ne kadar olağanüstü bir görüntü yönetmeni olduğu 1972 yapımı bu filmin her karesinde bas bas bağırır.

    --- spoiler ---
    finalinde anna agnes'in günlüğünden şu satırları okur:
    "wednesday the third of september
    the tang of autumn fills the clear still air but it's mild and fine. my sisters, karin and maria have come to see me. it's wonderful to be together again like in the old days, and i am feeling much better. we were even able to go for a little walk together. such an event for me, especially since i haven't been out of doors for so long. suddenly we began to laugh and run toward the old swing that we hadn't seen since we were children. we sat in it like three good little sisters and anna pushed us, slowly and gently. all my aches and pains were gone. the people i am most fond of in all the world were with me. i could hear their chatting around me. i could feel the presence of their bodies, the warmth of their hands. i wanted to hold the moment fast and thought, "come what may, this is happiness. i cannot wish for anything better. now, for a few minutes, i can experience perfection. and i feel profoundly grateful to my life, which gives me so much."
    --- spoiler ---
  • tesadüf eseri olarak john logan'ın kırmızı adlı oyunuyla aynı gün içinde izlediğim film. kırmızıya kaynaklık eden nesneler ve doğa olaylarının yanında, bu rengin insan dünyasında temsil ettiği, edebileceği anlamları yeniden düşünmemizi istiyor ingmar bergman. ölümün, intiharın, mutsuzluğun ve mutluluğun tanımını tek rengin farklı tonları üzerinden yapabileceğimizi gösteriyor. filmde, yaşamak istememekle ölmek istemenin aynı şeyler olmadığı vurgusu dikkat çekiyor. bireylerin bedenleri üzerindeki tasarruflarını da incelikle işliyor film. içimizdeki fısıltıları ve çığlıkları yaşam, ölüm, sevme, şefkat, yalnızlık ve mutsuzluk üzerinden işliyor. mutluluksa kırmızının üzerindeki beyaz gibi göze çarpıyor.
hesabın var mı? giriş yap