• "benim, kıyısında bir saygıyla beklediğim olanak, başkalarının çiğneyip attığı bir sıradanlıktı..."
  • yüreğe dokunan kelimelerin haylaz çocuğu...

    sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen
    herkesin perde perde çekildiği bir akşam
    siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun
    ağzında eriklerin aceleci tadı
    elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası
    bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun.
    yağmur her zaman gökkuşağını getirmiyor
    aralık kapılarda bekleyişin çarpıntısı
    bir kadının eksildikçe ömrüme eklenen
    uzun gecelerini, solgun gövdesini öpüyorsun.
    uzak dağ köylerine vuran ay ışığı
    kerpiçlerden saraylar kuruyor yoksulluğa
    ne suların ibrişimi ne gökyüzü ne rüzgâr
    sen bende gittikçe kararan bir halkı öpüyorsun.

    sakarya caddesi'nde sarhoşlar
    rakıyla buğulanmış kaldırımlarına gecenin
    yüksek sesle bir şeyler çiziyorlar.
    yalnızlık her koşulda bir sığınak bulur, diyorum
    uzanıp dudağımdaki titremeyi öpüyorsun.
    örseler acıyla düştüğü yeri
    susarak büyüyen adamların sevgisi.
    ağzında pas tadıyla bir inceliği söylemek
    bir gülünç içtenliktir, gecikmiş ve ezik
    sen bende yanlış bir ömrün tortusunu öpüyorsun.
    insanın zamana karşı biricik şansıdır aşk
    onca kapı onca duvar içinde bulur aynasını.
    sen bende neleri öpüyorsun biliyor musun
    herkesin simsiyah kesildiği bir akşam
    yıldızlarla yedirenk gökyüzünü öpüyorsun.

    sen bende, gözlerinin anne ışığıyla
    bir solgunluktan doğan kocaman bir çocuğu öpüyorsun.
  • türkülerin ustasıdır şükrü erbaş. bilmediği türkü yok gibidir.
    bir de tabii en önemlisi allahın cezası bir şairdir, çünkü öyle dizeleri vardır ki...
    al bir tane işte :
    “büyüklerin bunca uzun yaşadığı bir ülkede
    bir onur dersi midir çocukların ölümü?”

    bütün genç ölülere gitsin...
  • bugün, 70'inci yaşını kutlayan şair. şiirin muzaffer sarısözen'i, türkü babası...

    yozgat, yerköylüdür. onun da cemal süreya gibi, turgut uyar gibi, ece ayhan gibi, orhan veli gibi, sabahattin ali gibi memuriyete bulaşmışlığı vardır. 26 sene toprak mahsulleri ofisinde memurluk yaptıktan sonra emekli olmuş ve antalya'ya yerleşmiştir. her nedense türkiye'nin her yerinde dinletilere, kitap günlerine gider ama en az etkinliği antalya'da yapar.

    türk şiirine, "senin korkularını benim inceliğimi" gibi bir şaheseri kazandırmıştır. ahmed arif'in anılarını okurken bir bölüme rastlamıştım. oktay rifat, ahmed arif'e "sen nazım hikmet'ten başka şair bilmez misin" diye sitem eder. ahmed arif de kendisine "bilirim elbet" diyerek, "hani kurşun sıksan geçmez geceden" şiirini okur. sonrasında kendi cümleleriyle şöyle devam eder:

    "fakat oktay rifat çarpıldı. 'korkunç, korkunç güzel bir şiir,' diye söyleniyor. 'ben bu şiirle elli tane şiir yazarım,' diye sürdürdü konuşmasını, 'malzemeyi nasıl böyle hoyratça harcıyor bu yahu...' o zaman şu karşılığı verdim: 'sen elli tane yazarsın, sulandırırsın konuyu, şiiri, mısraı… bu boya ile elli resmi boyarım diyorsun. o zaman bu şiir olmaz. yani senin yaptığını sanma ki biz bilmiyoruz. sen prevert’ten yürütüyorsun, charles nodier’den yürütüyorsun, sonra da bir yenlikmiş gibi sunuyorsun bunları…'"

    acaba diyorum, "oktay rifat bu şiiri görseydi, bu şiirden kaç şiir çıkarırdı?" çok merak ediyorum. şiirde öyle dizeler var ki, şiiri satır satır bölseniz, her bir mısradan bir şiir çıkar... öyle büyüleyici. üstüne üstlük zalim gibi yazdığı yetmemiş, bir de zalim gibi okumuş...

    "şimdi anlıyor musun
    gidişinin neden ayrılık olmadığını,
    bir yaprak düşmesi kadar ancak,
    acısı ve ağırlığı olduğunu.
    bir toplama işleminin
    sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını.
    boşluğa bir boşluk katmadığını,
    kar yağdırmadığını yaz ortasında....

    ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından
    kalkıp ağzını yıkadığında başlamıştı.
    ben bulutları gösterirken,
    'bulmacanın beş harfli bir yemek sorusuna'
    yanıt aramanla halkalanmış,
    'aşkın şarabının ağzını açtım,
    yar yüzünden içti murt bende kaldı'
    türküsü tenimde düğümlenirken,
    odadan çıkışınla yolunu tutmuş,
    dağlarda öldürülen çocukların
    fotoğraflarını kenara itip,
    'bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı?'
    dediğinde varacağı yere varmıştı çoktan."

    heyt be... dizelere bak, destur deyip dağları düz eder... ekmek teknesi'ndeki ölü berber korkut gibi "allah" çektirir adama*

    yozgatlı olduğu için, türkülere hakim olduğu kadar özellikle orta anadolu bozlaklarına bir meyli vardır. bu şiirde, teninde düğümlendiğinden bahsettiği, "aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı" türküsü bir çorum bozlağıdır ve şekip şahadoğru'na aittir.

    çok güzel bir bozlaktır bu eser. ve şiirdeki bu bölüm, bana göre bu bozlağın şah dizesidir. (bkz: türkülerden şah dizeler) şöyle ki; şekip şahadoğru, çok usta bir söz söyleyici. burada, "aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı" derken, bahsettiği şey aslında ayrılık. murt, anadolu'da yaban mersininin meyvesine verilen addır. özellikle akdeniz bölgesinde ve çukurova'da bu şekilde kullanılır, hatta bu bölgelerde, kimse yaban mersininin ne olduğunu bilmez; murttur o. yaşar kemal okuyanlar, aşinadırlar. güzel şarap yapılır murttan. "yar yüzünden içti" dediği de, "yar üst kısmından, yüzeyden içti" anlamına geliyor. yani, "şarabın yumuşak içimli, tortusuz kısmını yar gömdü, bize dibinde posası kaldı" diyor, çaktırmadan. şükrü erbaş da, türküyü o kadar güzel tahlil etmiş ki, “cuk” diye oturtmuş şiirin orta yerine. iyi de etmiştir.

    şükrü erbaş, türkiye’de belki de bir cumhurbaşkanın, bir şiirine karşılık “tenkit mesajı” yayımladığı tek şair olabilir.

    infial yaratan "köylüleri niçin öldürmeliyiz" şiiri yayımlandıktan sonra, dönemin cumhurbaşkanı süleyman demirel, şiire ilişkin bir tenkit metni kaleme alarak, şiiri yayımlayan gazeteye gönderir. metin aynen şöyledir:

    "köşenizde yayımlanan ve köylülüğü konu alan şükrü erbaş'a ait şiiri okudum. köylülüğü ağır şartlar çerçevesinde sunan söz konusu şiirin çok katmanlı bir yapıya sahip olduğu görülüyor. şiirin, köylüleri eleştirir görünürken aslında ironik bir üslupla, bizzat şartlar içerisinde değerlendiremediği köylülüğü, ona tepeden bakarak uygarlık yolunda yük gibi gören yanlış anlayışı eleştirdiği kanaatindeyim. bununla birlikte, gerektirdiği gibi derin bir anlayışla okunmayıp, sadece düz anlamı itibariyle dikkate alındığında köylümüzü zem eden bir metin olarak yorumlanabilecek ve birtakım yanlış anlayışlara yol açabilecek niteliktedir."

    şükrü erbaş’ın, “başıma bela oldu” dediği şiirle mücadelesi, böylelikle başlamış olur. şair, sonraki yıllarda bu şiir nedeniyle defalarca ölüm tehditi ve imzasız hakaret mektubu alır.

    sosyalist bir şairdir. “edip’e yanıtı bilinen sorular” sormuştur.

    "kimsenin kalmadığı darmadağın köylerde
    'önce vatan' yazısı bir hüzün değil midir?
    bunca kanın helalini kim kime nasıl öder
    mezar taşlarıyla barış olur mu?
    gecesi buz anısı kül ışığı kırbaç
    hangi gurbet bir sürgünün yüreğini doldurur
    'kim istemez şad olmayı cihanda' edip
    viranede baykuş sesi zafer midir?"

    şiirlerinin satır aralarında çok güzel aforizmalar gizlidir.

    "geceyi seyrede seyrede öğrendim ki, ışık insanın içinde yanmıyorsa yüzüne de vurmuyor." demiştir, mesela…

    sonuç olarak güzel insandır şükrü erbaş. hayatta olan bir şairle ilgili yazacak pek bir şey yok aslında. kendisi aramızda sonuçta, canı isterse anlatır kendisine dair bir şeyler. ama dün instagram’da paylaştığı bir fotoğrafın altına, “doğum gününüz şimdiden kutlu olsan hocam” yazmıştım. çocuksu bir sevinçle cevap verdiğini görünce, buraya bir şeyler yazmak istedim.

    bizlere okuyup iç çekeceğimiz, daha nice dizeler miras bırakması ve bilmediğimiz nice türküler öğretmesi dileğiyle...

    "ben şiir yazmazsam, yitirir dilini içimdeki çocuk." demişti... hep yazar umarım...

    "canı cehenneme rahat uyuyanın,
    kapısını örtenin perdesini çekenin.
    yüreği yalnız kendiyle dolu
    duvarları ancak çarpınca görenin.
    canı cehenneme başkasının yangınıyla
    evini ısıtıp yemeğini pişirenin."

    eyvallah hocam, o kadar haklısın ki... alayının canı cehenneme. ama sen var ol. senin doğum günü kutlu olsun. iyi ki doğmuşsun, iyi ki yazmışsın...
  • ‘niçin şiir’ demişler.. şöyle yanıtlamış:

    “o kadar çok neden sıralanabilir ki.. ‘hayır’ diyebilmek için; sığlığın saldırısını durdurabilmek için; iyiliğe ve güzelliğe ayna olabilmek için; edilgen bir seyirci olmamak için; yaşamın bana verdiklerine bir küçük teşekkür için; kendime saygı duyabilmek için; şiir yerine koyabileceğim başka bir becerim olmadığı için; ekmeğin ve aşkın eksiğini tamamlamak için; ölümü hak edebilmek için… tüm bunlar sonsuz sayıda çoğaltılabilir, ama hiçbirisi de tek başına ‘niçin şiir’ sorusunun yanıtını vermeye yetmez. daha akılcı, daha kapsayıcı şöyle bir açıklama yapılabilir sanıyorum: içimdeki duyguya nesnel bir karşılık yaratabilmek için… çünkü dışımdaki dünya bunu vermekten çok uzak.”
  • demiş ki; '' insanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık.''

    ne güzel demiş.
  • ''seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben... evlerin ve kalabalığın ağırlığını sana üstün tutmadım... yoksulluğun acısından hafif bilmedim acını...

    yenilen herkesin boğuntusuydu kaybolduğum uzaklık, yüzün her bulutlandığında... nereye gidersem gideyim seni yürüdüm hep... sevincini bir barış, bir bayram sabahı gibi taşıdım içimde... sesine güvendim, gözlerine en çok yakışan o sürekli yaz ikindisine... gökkuşağının altından geçen çocukların şımarıklığıydı, kaküllerini her araladığımda gövdemdeki ürperti...

    ağzımdaki meneviş sendin insanlara şiirler okurken... bütün öksüzlerin kederiyle baktım yüzüne, ne zaman geleceği düşündüysem... bir haksızlığı haykıran herkese senin soluğunu verdim... bütün hapislerin penceresi yaptım seni... sonra tuttum kenar mahallelerin yalnızlığını gösterdim, bir özür, bir bağışlanma umuduyla...

    kirpiklerinin ömrüme açtığı yolda yaptım bütün kavgalarımı... söze inandım, gövdene ondan çok... dönüp dönüp sana geldikçe anladım özgürlüğün aşk olduğunu... alışkanlıklara yenilmedim ben, seni bir alışkanlığa dönüştürmek istemedim yalnızca...

    çocuklar dünya karşısında yenik büyüyordu... babalarından başka doğru bilmeden yaşlanıyordu erkekler... çarşılar evleri çoktan teslim almıştı... kızlar şarkısını kimseye söyleyemiyordu... sokaklardan esen güneş değil, geri çekilme duygusuydu... annelerin sütünde ışık yoktu...

    kaba adamların kalın sesi örtmüştü ülkeyi... güzellik, insanların gelecek düşlerinden çoktan çıkmıştı... kimsenin ortak türküsü yoktu ve kimse türküsünü bir başına söyleyemiyordu... bir yere gitmeden, gelecek birisini bekliyordu herkes...

    koro halinde susuluyordu ve yalnızca yüksek sesle konuşanlara inanır olmuştu insanlar... incelik yalnızlığa dönüşe dönüşe bitmişti... şiddetin coğrafyasında elbette gökyüzü bir lükstü ve ancak yağmur yağınca anımsanıyordu...

    gittiği en büyük uzaklık evinden işi olanlara, ne aşk, ne özgürlük, ne barış anlatılabilirdi... seni korumak için karşı durdum tüm bunlara... dünyayı senden geçirerek sevdim... geri çekilmem yakışmazdı seni sevmeme...

    günlerdir yoksun... öfkeni bile özledim... nasıl bir uzaklıktan geleceksin bilemiyorum... ayrılıktan medet umar oldum... kaşlarının işaret ettiği yerde duracağım... kararan gümüşler gibi duracağım... bir ülkenin acılarına tutunarak özür dileyeceğim...

    işıklı bir korunak arayacağım sesinin kıvrımlarında... 'gelmen iyiliktir' diyeceğim... yüreğimden başka yanıtım olmayacak... bir sorudan bir soruya vuracağım seni yine... dünyanın bütün yağmurları yağacak iki söz arasında... ellerimi geçmişe mi geleceğe mi koyacağımı şaşıracağım...

    küller altındaki köz için bir yudum soluk isteyeceğim... 'aşk iki kişiliktir' sözünü düşüneceğim uzun uzun... kalkıp pencereden hayata bakacağım... alnından öptüğüm yerde ülkemsin, ağzından öptüğüm yerde kadınım, diyeceğim... bir gülüşünle çıkıp caddeleri dolduracağım...

    ömrümden öteye taşıdığım çocuk... ya sen bu ülkede doğmasaydın, ya ben aşkı herkes gibi bilseydim''
  • türkümü söyleyecek kimsem yokken, bana eşlik eden büyük üstat.

    "ayrılık ne biliyor musun?
    ne araya yolların girmesi,
    ne kapanan kapılar,
    ne yıldız kayması gecede,
    ne ceplerde tren tarifesi,
    ne de turna katarı gökte.

    insanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!

    ipi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini,
    birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine.
    ardında dünyalar ışıyan camlar dururken,
    duvarlara dalıp dalıp gitmesi.
    türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık.

    ödünç sesle konuşan bir kalabalık içinde
    kendi sesiyle silinmek.
    birdenbire büyümesi
    gülüşü artık yaprak kıpırdatmayan bir çocuğun.
    insanın yaşlandıkça kendi kuyusuna düşmesi
    bir kadının yatağına uzanan kül bağlamış bir gövde.

    saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin.
    parmaklarını sözüne pınar edememek
    uzaklarda bir adamın üşümesi bir kadın dağlara daldıkça.
    ışıklı vitrinlere bakmadan geçmek çarşılardan
    çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun.
    evlerle sokaklar arasında bir ayrım kalmaması
    ayrılık yağmurdan vazgeçiş, sudan üşüme
    yalnızca gölge vermesi ağaçların
    iyiliğin küfre dönmesi ayrılık.
    güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya
    başını alıp gitmek gibi bir geri dönüş
    iki adımından birisi insanın, sevincin kundakçısı,
    hüznün arması, süren korkusu inceliğin.

    ayrılık, o küçük ölüm!

    usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan. "
  • "gittiği en büyük uzaklık evinden işi olanlara, ne aşk, ne özgürlük, ne barış anlatılabilirdi.."
  • "herkesin başkasını konuştuğu
    bu aynalar pazarında,
    seni kimselere
    söylemeden öleceğim.."
hesabın var mı? giriş yap