• kahveyi sade içemeyecek kadar sert bir adamın hikayesi. filmi yumuşatan tek şey süt tozu...
  • ingiliz sinemasının kendine has gerçekçi tonunu hapishane fonuyla harmanlayıp ortaya oldukça kaliteli bir ''baba-oğul ve kendini bulma'' hikayesi çıkaran, son dönemin en başarılı işlerinden olan film.

    daha öncede belirtmiştim ingiliz sinemasının en önemli özelliği gerçekliği. fakat bu gerçeklik klasik yorumla 'sanat sineması' bağlamında ki bir izlenimcilikten kaynaklanmıyor. maalesef sanat sinemasıyla ilgili temel şikayetlerden biri hep budur. insanların sıkıcı, kasvetli, durağan dedikleri nokta da aslında biraz bu. çünkü bu tür bir gerçeklik özellikle türk sinemasının da en büyük sorunu. karakterlerini izleyen, izleten, onun doğal, yalın hallerini (sözde tabi) seyirciye aktarmaya çalışan bütün türk yönetmenler ve kötü avrupalı yönetmenler o karakterleri yaşamsal ve gerçek kılan ince nüansları maalesef hep es geçiyorlar. o sebepten maalesef bu tür filmlerin hepsi (en azından bizde) birbirine benziyor ve yeni bir şey söylemiyor. yani karakterler sanki bir durumun, bir ahlaki ikilemin ya da kararın cisimleşmiş hali gibi dolanıyorlar ortalıkta. eğer karakterleri sahici kılmak onları gözetlemek, uzun planlarda sigara içerken göstermek, onların söz de iç dünyalarına inmek içen karakterin sosyolojisi, gerçekliğiyle örtüşmeyen garip monologlar söyletmek falansa maalesef bizim sinemacıların daha 40 fırın ekmek yemesi gerek.

    neyse tüm bunları ingiliz sinemasının gerçekliğini yalınlığını, sadeliğini ve buradan çıkan başarılı sonucu anlatmak için yazdım aslında. istisnasız neredeyse izlediğim bütün kaliteli ingiliz dramlarında çarpıcı bir gerçeklik, ajite edilmeden, sömürülmeden ama aynı zamanda izleyicisini de yok saymadan gayet başarılı şekilde kuruluyor. bir kere bu filmlerin hiçbiri yine bizim klasik seyircinin yorumuyla ''sıkıcı'' olmuyor. ki bu nokta cidden önemli. çünkü ingilizler karakterlerini yaşamsal kılma konusunda çok başarılılar. bizim filmlerdeki kahramanlar gibi herkes filozof ya da tek boyutlu değil. konuşuyorlar, dövüşüyorlar, bağırıyorlar,ağlıyorlar.

    filme gelecek olursak bir evladın babasıyla bağ kurma çabası enfes bir hapishane fonuna yerleştirilmiş her şeyden önce. bu hapishane oğulun aynı zamanda erkek olma sınavı aslında. eric, babasız büyümüş. babası bir suçlu ve hapishanede. babasına ulaşmanın onun bağ kurmanın tek yolu şiddetli bir yüzleşmeden geçiyor. bu şiddet hem fiziksel hem zihinsel ve duygusal bir şiddet. bu noktada yönetmen ve senarist çok akıllıca bir yapı kuruyor.

    çünkü hapishane fiziksel koşulları gereği insanları kapatan, ehlileştiren, onları işledikleri suçlarıdan ötürü ıslah eden bir devlet kurumu. bu kurumun içinde aynı zamanda en azılı suçluları iyileştirmeyi amaçlayan bir terapi grubu var. eric öncelikle bu fiziksel kapatılmanın içine atıyor bilerek kendini. suç işliyor ve babasıyla aynı hapishaneye geliyor. ama duygusal olarak kırılgan ve paramparça. içerdeki zayıflığını dışarıda fiziksel şiddete dökerek ortaya koyuyor ki bu aynı zamanda eric'in babasıyla bağ kurmasının tek yolu. çünkü eric, babasıyla başka türlü nasıl bağ kuracağını bilmiyor. bu büyük kapatılma filmin her anında patmaya hazır bir şiddetin tedirgin edici duygusallıyla ilerliyor aslında. tüm bu şiddetin ihtiyacı olan tek şey duygular. çünkü eric'in şiddeti ayın ölçüde amaçsız ve göstermelik.

    filmin daha derin okumasına geçersek eric, bir bakıma kendi kendine, topluluğa, aileye kabul göreceğini düşündüğü erkek olma ritüellerini gerçekleştirmeye çalışıyor. yani kendi erginleme töreninin peşinde. tıpkı 6-7 yaşlarında ormana bırakılıp hayatta kalması için büyük bir av hayvanını öldürmek zorunda olan çocuklar gibi. kendini tamamlanmış görmesinin tek yolu bu. babası tarafından kabul görecek, gerçek ismini alacak, toplululuğun saygın bir üyesi olacak. hapishane bu anlamda eric için birinci büyük sınav. hapishane, eric'in, ormanı.

    eric'in en büyük korkusu hapishanedeki kapatılma falan değil üstelik. babasıyla nasıl bağ kuracağı konusunda ki yol bilmez çaresizliği aslında onu böyle öfkelendiren. bir tarafıyla babasından nefret ediyor, beri yandan bir babası olduğunu hissetmek istiyor. nitekim sonradan katıldığı terapi grubunda taşıdığı şiddetin kaynağını keşfediyor, duygularının ölümcül kontrolsüzlünün aslında onu ne kadar da zayıf düşürdüğünü keşfediyor. fakat bunu asla o klasik amerikan filmlerinde ki gibi hızlı bir değişim, dönüşüm şeklinde vermiyor yönetmen. çünkü bir hayvanı ehlileştirmenin zaman aldığını biliyor ve bu gerçekliğe bağlı kalıyor hikayesini anlatırken.

    en nihayetinde o buruk finalde, ne can acıtan bir müzik, ne duyguları kamçılayan büyük, ağdalı görkemli sözler, ağlamaklı, paramparça olmuş yüz halleri ve vücüt dili olmadan da oldukça etkileyci bir sahne armağan ediyor film bize. klasik hapishane filmi türüklerinin neredeyse hiçbirine yaslanmadan kendine has ve orjinal bir film ve final çıkıyor ortaya. istese kolaylıkla fazlasıyla duygusal bir baba- oğul filmi olabilecekken (ki izleyiciyi her zaman ama her zaman cezbeden bir hapishane fonu içersinde) seyircisini kolaylıkla avucuna alabileceği bir dramatik yapı kurabilecekken, her şeyden önce kişilikli bir film olmayı tercih ediyor starred up. kendi gerçekliğini tavizsiz bir şekilde ortaya koyarken, seyircisini de aptal yerine koymuyor, seyirciyle arasına duvarlar örmüyor, ama onu kandırmayı da düşünmüyor.

    benim için burada da yazdığım gibi #43512416 the selfish giant ile birlikte geçtiğimiz yılın en iyi 2 filminden biri starred up. baba-oğul ilişkisi ekseninde hapishane fonuyla bezenmiş, kaliteli, derin okumaları olan bir film görmek isterseniz tereddüt bile etmeyin derim.
  • bünyesinde mc gyver ve 9.7 şiddetinde bir deprem barındıran bir gencin hapishanedeki "atara atar, gidere gider" tavırları ile bezenmiş ingiliz tipi hapishane filmi.
    filmin baş karakteri olan bebe gibi bir arkadaşınız olsun anaokulunda, huzurevinde, cenaze evinde ya da kütüphanede bile kendinizi bir anda kavga ederken bulabilirsiniz. herifin içinde resmen deprem saklı.
  • tanıtım yazısında yer alan "a prophet / yeraltı peygamberi’nden sonra çekilen en iyi hapishane filmi olarak sayılması" ifadesini hakeden film. belki araya celda 211 sokmak lazım.
  • film uzun süren sessiz sahnelere rağmen insanı hiç sıkmıyor. aksine bu sahneler insanın dinlenip, filmi içselleştirmesini sağlıyor. ayrıca olaylarla ilgili çok fazla bilgi sahibi olmuyoruz. yönetmen özellikle bu karanlık noktalar ile filmi öznelleştirmeyi amaçlamış kanımca. olabildiğince gerçekle bağını kopartmadan devam etmeye çalışmış yönetmen. filmi izlerken de rahatsızlık veren bir sahne olmadı benim için. ingiliz hapishanelerinin gerçek durumu bu mudur bilemiyorum tabi.

    genel itibariyle güzel bir film. başından sonuna kadar hapishane ortamını yaşatıyor ve ne geçmişe ne de geleceğe dair ayrıntı vermeyerek o ana odaklanmamızı sağlıyor.
  • kaliteli bir film. annesiz ve babasız büyüyen, şiddet dolu, vahşi denebilecek, patladı mı tam patlayan, kırıp geçiren bir gencin babasıyla aynı hapse düşmesi sonrasını anlatıyor. babayla oğlunun ilişkilerine farklı bir açıdan yaklaşmayı, burada klişelere ve ağlak dramaların tercih edeceği olaylara fazla bulaşmamayı, hapishanenin zorlu şartlarını yansıtmayı başarıyor. ben en çok klişelere fazla öykünmemesinden etkilendim. tamamen özgün bir film olmasa da olayları ve karakterleri etkileyici bir şekilde ele almayı başarmış bu film. şiddet dozu ise o kadar yüksek değil bence. ardından izlediğim raid 2 berendal'daki şiddet dozu daha yüksekti mesela.
    tabi sadece baba-oğul öyküsü, oğlunun hapisteki değişimini anlatmıyor bu film. öte yandan yan öykü olarak mahkumların nasıl topluma kazandırılabilecekleri de işlenmiş: bir tarafta mahkumların nefretlerini ve kızgınlıklarını bastırmalarında onlara yardım eden, bunu da onlarla havadan sudan sohbet ederek yapmaya çalışan bir adam (spencer), diğer tarafta onlara şiddet uygulama taraftarı olan başka bir gardiyan (hayes). bu ikisinin mücadelesine de önemli bir yer ayrılmış.

    a prophet'ten sonra çekilip de denk geldiğim en kaliteli hapishane filmlerinden starred up.
  • 33. istanbul film festivali kapsamında filmin senaristi jonathan asser ile aynı salonda izleme şansı bulduğumuz, şiddet dozu yüksek ama mesajı sağlam bir david mackenzie filmi.
  • mesaj kaygısız, müziksiz, saf hapishane filmi.
    --- spoiler ---

    asi bebenin normalleşmesi ile baba oğul ilişkisi beraber gitmekte.
    jack o'connellda, babası rolündeki ben mendelsohn da gayet iyi oynuyor
    her hapishane filminde olduğu gibi duş, spor salonu ve ibnelik sekansları unutulmamış
    bu arada anladık ki ingiliz hapishaneleri pek de sıkı değilmiş. mahkumlar departmanlar arasında sikini sallaya sallaya geziyor
    --- spoiler ---
  • en iyi yabancı film oscar'ı alan ondskan filmi gibi çok başarılı bulduğum film.
  • farklı ve etkileyici bir baba-oğul draması. ortamları az buçuk bildiğimden oldukça gerçek geldi. tek sevmediğim tarafı delikanlının bir ingilizden ziyade rus'a benzemesi. film boyunca manyak gibi buna takıldım anasını satayım.

    dramada ingiliz, sanat'ta rus, tarihi'de çin, aksiyon'da amerikan, porno'da alman, yerli'de türk filmi seven orta yaş bayanlar eqlesin.
hesabın var mı? giriş yap