• kemalist değilim ancak bu topraklardaki en büyük aydınlanmacı ideolojiyi sahiplenirim arkadaş. biraz ağır olacak ama şerif mardin benim gözümde 1930larda hitlere yardım eden sosyologlardan farklı değildir. aydınlanmacı bir ideolojiyi saf "fakir halkı ezen laik seçkinler" ile "mazlum dindar fakirler" arasındaki bir rekabete dayandırması ve insanların buna kutsal kitap gibi davranması türkiye sosyal bilimler açısından üzücüdür.

    lisansta 4 yıl boyunca "darbeci laik elit merkezi" okutturdular bize saolsunlar. mezun olduktan sonra "mazlum dindar fakir çevreden" bir grup askeri darbe yapmaya çalıştı, kalanı ise resmi olarak diktatörlüğünü kurdu.

    iyi ya da kötü kemalizm bir aydınlanma projesiydi ve şerif mardin gibiler bu projede, kadınları yok sayan, cahil, yobaz, çocuk tecavüzcülerini ve hırsızları "mazlum dindar fakir çevre" diye bize yutturmaya çalıştı ve yutanda çok oldu.
  • 16 eylul tarihinde hurriyet'te yayinlanan mulakatinda, bakiniz mesela endonezya'da islamciligin yukselisi var, kimsenin beklemedigi bir gelismeydi dedigini okumamla sandalyemden dusmeme-belki abartiyorum, ama en azindan hakikatli bir sekilde sarsilmama- sebep olmus sosyolog.

    hatirlayalim, 1965'te sukarno'yu deviren cia, dunyanin kore savasi ndan beri gorulmus en buyuk kiyimina onculuk edecek, endonezya komunist partisi mensubu 300 bin-en iyimser tahminle- ila 1 milyon arasi masum suharto iktidari tarafindan katledilecektir. (tabii, uluslararasi hukukta komunistlerin katli soykirim sayilmamaktadir; sayilsa abd yirminci yuzyilin basat katilliginde 3. reich ile yarisacaktir.)

    biraz izan, biraz akil, biraz insaf.

    anladik, sovyetler dagildi, tarihin ikinci buyuk komunizm deneyi- birincisi icin (bkz: paris komunu)- yenilgiye ugradi. ama tarih de hepten silinmedi ki!
  • ahmet davutoğlu'nun boğaziçi siyaset bölümündeki tez danışmanı kimdir; bu çapsız, uyduruk tezi hangi hoca onaylamıştır diye merak etmiştim. şerif mardin çıktı. üstelik bayağı da bir elinden tutmuş ahmet'in, akademik dünyaya kendi eliyle sokmuş.
    şaşırdık mı?
    dünyayı merkez-çevre çatışmasından ibaret yorumlayan, çağdaş post yapısalcı eleştiriden zerre nasibini almamış ve hala "otantik" bir topluluğun "otantik" bir burjuvazinin olduğunu varsayıp bunların peşinden koşan mardin'e şaşırdık mı?
    evet, varsa eğer bir çevre artık merkezi yendi, sözde "otantikler" başa geçti, türkiye layığını, rte'nin kendi ifadesiyle yâranı buldu... şerif mardin de bu "yeni türkiye"ye katkılarından dolayı ne kadar övünse azdır...
  • karşı devrim'in mimarlarından.
  • az önce eski evraklarımı karıştırırken milliyet gazetesi'nin bir nebze de olsa okunabilir olduğu akp öncesi türkiye dönemlerinde, şerif mardin'le ilgili kestiğim "şeytana uyup uçun" başlıklı ve 18 kasım 2000 tarihli haber kupürünü görünce bir garip oldum.

    2000 tarihli bu haberi yapan ruşen çakır'ı youtuber olarak bilen 20li yaş gençliği, onun bir dönem ana akım medyada çalıştığını muhtemelen bilmez. fakat asıl gariplik bunda değil; şerif mardin'in çoğunluğunu muhafazakârların oluşturduğu bir dinleyici kitlesini "şeytana uyup uçmaya" davet etmesinde ve ana akım bir gazetenin de bunu "şeytana uyup uçun" diye haberleştirmesinde. tamam hocanın yaptığı ironi falan ama hadi sıkıyorsa bugün yap o ironiyi de al üstünde "halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılayan..." yazılı tck 216 celbini.

    bu arada merhum şerif mardin'i severim ben. ama sağcılara ve liberallere hayli meze oluşturan merkez-çevre muhabbetinden* falan değil, tam da bu şeytan/daemon mevzusundan dolayı severim (ki taa 19 yıl önce o kupürü kesip saklamamın nedenine de bu zaten). yanılmıyorsam yeni osmanlı düşüncesinin doğuşu adlı kitabında (ki kendisinin en underrated kitaplarındandır) bahsediyordu osmanlı entelektüelindeki "daemon" yetersizliği mevzusundan. şeytana ucundan kıyısından da olsa biraz olsun uymayı denemiş beşir fuad'ı bile tukaka eden sağcıların (bir örneği için (bkz: #19648854)) pek anlayabileceği bir husus değil bu. “bir halkın utandığı suçlar onun gerçek tarihini oluşturur" deyip suçun, pisliğin, kötülüğün dibine inip kum çıkaran jean genetler; "eğer aşkım katışıksız ve çıkarsız olsaydı, onun adını eski sığır boklarına yazar mıydım? hem de sonradan emdiğim parmaklarımla" diyerek şiirler yazan samuel beckett'ler bizim (sağcısıyla solcusuyla) idrakimizin ötesinde.

    şerif mardin'in 19 yıl önce, islami ilimler araştırma vakfı tarafından düzenlenen "modernleşme, islam dünyası ve türkiye" başlıklı sempozyumda "şeytana uyup uçun" şeklindeki tavsiyesine -hocanın kastettiği "daemon" bağlamında olmasa da- uyulmadığını söylemek mümkün mü? koca ülke inşaat ya resullah deyip şeytanın bile aklına gelmeyecek binbir türlü bakara makaralarla uçmadı mı ve halen dahi uçmuyor mu? şeytanlaştırılmadık, hakkında ama öldü efendim denilmesine izin verilecek bir kişi kaldı mı? sen cevap ver ruşen!

    not: bahsettiğim haber metni yazılı olarak da dursun burada.

    ------
    cumartesi, 18 kasım 2000

    şeytana uyup uçun

    prof. şerif mardin, modernleşmenin 3 şartını sıraladı: gelişmiş sivil toplum, kamusal alanın oluşması ve "uçmak" olarak tanımlanan sıradışı fikiler.

    ruşen çakır
    ------------
    sabancı üniversitesi öğretim üyesi prof. şerif mardin, çoğunluğunu muhafazakarların oluşturduğu bir dinleyici topluluğunu "şeytana uyup uçmaya" davet etti.
    "modernleşme, islam dünyası ve türkiye" sempozyumunun açılış konuşmasını yapan ünlü sosyal bilimcimiz modernleşmenin üç temel özelliğini şöyle saydı: "sivil toplumun gelişmesi, kamusal alanın oluşması ve 'uçmak' olarak tanımlayabileceğimiz özgün, sıradışı fikirlerin imal edilebilmesi."
    islami ilimler araştırma vakfı tarafından istanbul eresin oteli'nde düzenlenen uluslararası toplantıda prof. mardin şöyle devam etti:
    "batı'da 'şeytaniliğin yaratıcılığı' vardır. türkiye'de ve islam'da da şeytan vardır, fakat 'şeytaniliğin yaratıcılığı' fikri olmadığı gibi, bunu düşünmek bile günahtır."
    prof. mardin örnek olarak romantizm akımını ve fransız şairleri charles baudelaire ile arthur rimbaud'yu gösterdi:
    "bu ikisi lanetlenmiş şairlerdir, kötü konularla uğraşan kişilerdir. fakat onlar kötüyü bir suç olarak algılamamış, daha da önemlisi, bunu yaparken bayağılığa düşmemiş kişilerdir. zamanla da büyük bir saygınlık kazanmışlardır. bizdeyse onlar gibi 'uçan' yazarlar yoktur. zaten kültürümüz baudelaire'ler ve rimbaud'lar yaratmaz. oysa onlar gibi kişileri olmayan topluluk, idealizm ile bayağılık arasında gidip gelmeye mahkumdur."
    türkiye'de sansürden çok otosansürün önemli olduğunu ileri süren prof. mardin şöyle konuştu:
    "muhayyilesi sansürlü bir yazar borges* gibi yazamaz, romanları gözü yaşlı bir serzenişten öteye gidemez. freud, lacan ve foucault'nun ne dediğini anlayamaz, postmodernizmden bahsettiği zaman da bir modayı tanımlamaktan ileri gidemez.
    nobel ödülü kazanamadığımız zaman bunu lütfen, batı'nın türklere karşı bir haçlı seferi olarak değerlendirmeyelim. iyilik ve kötülüğün içiçe geçmiş iki öğe olduğunu anlamayan yalın muhayyileli yazar nobel ödülü kazanamaz. mısırlı necip mahfuz, bu basitlikten kurtulduğu için nobel almıştır."
  • türkiyede, özellikle doğu ve güney-doğu anadolu bölgelerindeki geri kalmışlığın sebeplerinden birisi olarak "entellektüel laikleri" gösteren, (bkz: türkiye'de din ve siyaset), bu nedenle entellektüel sol kesim tarafından beninsenmeyen, türkiye'deki müslümanlığa bir yabancı gibi dışardan ve yüksekten bakması nedeniyle ise dinci kesim tarafınca da kendisine soğuk bakılan sosyolog.
  • tüba üyeliği tüba genel kurulu tarafından üçüncü kez oylanmış ve yine reddedilmiş. stanford doktorası; oxford, stanford, american university, ucla, ehess'te öğretim üyeliği; türk siyasetini açıklamak için belki artık tek değil ama hala en önemli paradigmayı kuran center-periphery makalesi; türkiye'de din'in toplumsal rolü üzerine ne yazık ki hala üzerine çıkılamamış onlarca makale, said nursi incelemesi; ta 60larda yazdığı ve yine ne yazık ki şükrü hanioğlu ve birkaç araştırmacı dışında üzerine çok az şey konulmuş 19. yüzyıl türk aydınlarının siyasi fikirleri üzerine araştırmaları yetmemiş.

    neden yetmemiş?

    çünkü şerif mardin said nursi üzerine kitap yazmış ama said nursi'yi eleştirmemiş; çünkü şerif mardin dincileri koruyormuş.

    benim bildiğim tüba üyeliğine kişisel başvuru olmuyor, genel kuruldan birileri aday gösteriyor sonra üyelik teklifi genel kurulda oylanıyor. ilk kez aday gösterildiğinde mardin sosyal bilimci üyelerin kendisini aday gösterdiğini ancak sayısı fazla olan doğal bilimci ve tıpçıların üyeliğine karşı çıktığını söylemişti. tahminim o ki şerif hoca'nın arkadaşları ya da mardin'in türkiye'de kurulmuş herhangi bir bilim akademisinden reddedilmesinin ne kadar büyük bir rezalet olduğunun farkına varan tüba üyeleri tekrar aday gösterip durumu düzeltmek istediler. ama olmuyor. zaten bu saatten sonra olmasının da bir kıymeti harbiyesi olduğunu sanmıyorum.

    bu memlekette bir yere müzik dinlemeye gidersin, içkili bir yerdir "aa neden içmiyorsun? hiç mi içmedin?" diye üzerine çıkarlar; camiye gidip görevliden nedense kilitli olan şadırvanın anahtarını istersin, karşıdan sende camiye girecek tip olmadığına kanaat getirmiştir, yüzüne bakmadan seni terslemeye kalkar. velhasılı bir türlü rahat kalamazsın, bırakmazlar. adın şerif mardin de olsa rahat kalamıyorsun işte.
  • milli eğitim bakanının "sizi tarikat ve cemaat dediğiniz, bizim stk olarak adlandırdığımız yerlerle iş birliği yapmaya devam edeceğiz." sözünün müsebbibi olan kişi.

    cumhuriyet tarihinde, tarikat ve cemaatler için "sivil toplum kuruluşu" ifadesini kullanan ve bunu yayan ilk kişi fetöcülerin hürmet ettiği şerif mardin'dir. şerif mardin boğaziçi sosyal bilimleri kurmuş ve burayı bu fikirleri yaymak için kullanmıştır. hayat boyu, nur cemaatinden said nursi'yi yazmıştır. said nursi'nin bir entellektüel olduğunu yazmıştır. akp'nin kurucularının hocalığını yapmıştır. devleti fetö'ye teslim edenler mardin'in öğrencileridir. onun için biz boğaziçi'ne fetö okulu ve medrese der, oradan yetişenler içinde cumhuriyet düşmanı olanları biliriz. boğaziçi nefretimizin sebebi budur.
  • --- spoiler ---

    tanrı’yı kim kullanır?

    giordano bruno ne güzel söylemiş:

    “kötüler tanrı’yı, tanrı ise iyileri kullanır!..”

    tanrı peygamberleri kullanmış.

    read more bilge kişileri kullanmış...

    atatürk ve benzeri devrimcileri kullanmış…

    ya tanrı’yı kimler kullanmış?

    gerilere gitmeye ne hacet!.. ne demiş türkiye’deki nurcuların önderi mehmet kutlular: “-28 şubat sürecinin planları gölcük’teki deniz kuvvetleri’nde yapıldı. depremin üssü de orası. depremin olmasında başörtülü öğrencilerin okullara alınmaması da rol oynadı…” hem de bunları camide, said-i nursi için düzenlenen mevlitte söylemiş.

    türkiye’deki nurcuların aslında iki önderi var. birisi mehmet kutlular, ötekisi ise fethullah gülen. said-i nursi atatürk’ü “deccal” ilan etmiş. cumhuriyete karşı savaş vermiş. ama ilkin demokrat parti’yi yönetenlerden, arkasından da sayın demirel’den büyük saygı görmüş. “iade-i itibar” ı sağlanmış. derken sahneye prof. şerif mardin gibi, özellikle amerikalılar nezdinde büyük saygınlığı olan bilim adamları çıkmışlar. said-i nursi’yi peygamberlik düzeyine çıkaran, mucizeler yarattığını öne süren, “anadolu aydınlanmasının öncüsü” gibi gösteren, övücü kaynakları alıp karşıt kaynaklara sırt çeviren, çok “bilimsel”(!) incelemeler döktürmüşler.

    ardından, sayın mardin’in türkiye bilimler akademisi’ne üye yapılması için baskılar başlamış. iç ve “dış” baskılar… özellikle de basındaki bazı numaracı cumhuriyetçiler tarafından desteklenen ve körüklenen baskılar.

    ve bu arada fethullah hoca almış başını gitmiş. ışık evleri. öğrenci yurtları. özel okullar. devletin köşe başlarına kadar uzanan bir imparatorluk. devletin okullarına devletçe “tavsiye” edilen cumhuriyet ve çağ karşıtı kitaplar. papa ile sağlanan görüşme. devletin dış temsilcilerince havaalanlarında karşılanmalar. elçiliklerde konuk edilmeler. niçin? “ılımlı islam” olduğu için. müslümanları “cumhuriyet ile barıştıracağı” için!

    bir yanda mehmet kutlular. 17 yaşındaki kızı dört yıl önce eroinden ölmüş. depremi, “türban”ı vesile edip, tanrı’yı en ilkel bir şekilde kullanmaya çalışıyor. öte yanda fethullah gülen. son yıllarda, kamu önünde ağzından tek bir cumhuriyet karşıtı söz çıkmamış. devlet büyükleriyle iyi ilişkiler kurmuş. ordu dışında hemen tüm önemli kurumlarda önemli “mevziler” elde etmiş. abd’nin “etkin” desteğini sağlamış. görünüşte atatürk’e ve cumhuriyete saygılı. ama tüm eğitim ağı ile, cumhuriyetin temellerini ağır ağır kemiriyor. amacına ürkütmeden, acıtmadan ulaşma yöntemini seçmiş. kutlular ve gülen. ikisi de nurcu. inançları ve amaçları aynı, yöntemleri ayrı. hangisini seçersiniz?. kırk katırı mı, kırk satırı mı? hakkındaki bilgilerimiz arttıkça, sayın gülen beni korkutuyor. bay kutlular’a ise gönülden teşekkür etmek istiyorum. en körlerin bile gözünü açmak konusundaki katkıları için! tanrı’nın kullandıkları ile tanrı’yı kullananları daha iyi ayırmamızı kolaylaştırdığı için!

    ahmet taner kışlalı / cumhuriyet, 17 ekim 1999”
    --- spoiler ---
    kaynak
  • "hocaların hocası" [!]

    victor hugo şöyle demiş: "bu dünyada hiçbir şey zamanı gelen bir fikir kadar güçlü değildir." bu sözde dikkate değer olan, fikrin gücünden çok zamanının gelmiş olmasıdır. kuluçkada bekleyen bir fikir, ortamda uygun nem, ısı ve ışık oluştuğu anda yeşerir ve hızla yayılır. şerif mardin'in fikirleri için zaman 12 eylül döneminin "türk-islam sentezi" idi. bu dönemi, özal'ın şahsında ifadesini bulan "takunyalılar"ın devlet teşkilatını adım adım ele geçirdiği süreç izledi. üniversiteler marksizmden ve kemalizm'den arınmaya başladı. birincisinin yerini max weber sosyolojisinden türeyen görüşler, ikincisinin yerini ise "sivil toplumculuk" alacaktı.

    1980'lerin başında vaktimin çoğunu istanbul'da geçiriyordum. bulunduğum çevrede en çok konuşulan iki isim şerif mardin ve hilmi yavuz idi. o sırada fernando claudin'in "komintern'den kominform"a adlı kitabıyla uğraştığım için kafam daha çok tarihle meşguldü. fakat dışarıdan esen her rüzgâra bağrını açan entelijansiya ve özellikle akademi şerif mardin'in görüşlerini, özellikle "çevre merkez dikotomisi" denilen şeyi yazıp çizmeye başlamıştı. sosyalist düşünce sivil toplumculuğun sis tabakası altında yavaş yavaş gözden kayboluyordu. söylenen şey şuydu: cumhuriyet değerleri ve ideolojisi toplumsal bünyeye yabancı bir unsur olarak merkeze oturmuş ve çevredeki geleneksel güçleri yabancılaştırmıştı. türkiye'de siyasi islam, çevredeki güçleri örgütleyerek yükseliyordu. cemaatler, çevrenin temsilcisi olarak sadece merkezdeki resmi devlet ideolojisine meydan okumakla kalmıyor, aynı zamanda varlığını cumhuriyet hükümetlerinin iktisat politikalarına borçlu olan sermayeyi de hedef alıyordu. yani siyasi islam neredeyse doğal halk devrimciliği gibi bir şeydi. mesela şu iskenderpaşa cemaati ne kadar derin ve gizemli bir oluşumdu! iletişim yayınları konuya el attı.

    mecburen, mardin'in iki kitabını, "jön türklerin siyasi fikirleri" ile "din ve ideoloji"yi alıp okudum. kitapların üzerindeki notlara bakılırsa ikisini de 1984 yılının temmuz ve ağustos aylarında okumuşum. bunlar alıştırma niteliğinde kitaplardı. "din ve ideoloji" adlı kitapta, kemalizm'in "kültürün kişilik yaratıcı katında yeni bir anlam oluşturmadığı", dolayısıyla "rakip ideoloji rolü" oynayamadığı; üstelik, "dine rakip olabilecek ideolojilerin ortaya çıkmasına müsaade etmemiş" olduğu iddia ediliyordu (s. 109). aslında merkez ideolojik olarak boştu ve çevre tarafından doldurulmak üzereydi. bu hamle özgün bir demokrasi yaratacaktı. nurculuk'un batı uygarlığıyla çelişmediği, teknolojiye ve demokrasiye uyumlu olduğu görüşünün yayılmasına, "kutlu doğum haftası" gösterilerine daha vakit vardı. zamanla saidi nursî, merkezin otoritesine karşı çıkan, sorunların meşveret ve müzakereyle çözülmesinden yana bir tür liberter kılığında ortaya çıktı. ruşen çakır'ın "ayet ve slogan" kitabı 1989'da yayımlandı. birikim dergisi meseleye el attı. ali bulaç gibi islamcı düşünürler, ahmet insel gibi akademisyenler hz. peygamber'in yeni bir devlet kurarken oluşturduğu "medine vesikası"nda günümüze yol gösteren bir keramet olduğunu savunmaya, tartışmaya başladılar. asr-ı saadet'te farklı kavimler bu vesika sayesinde nasıl bir arada yaşamışlarsa, biz de kürtler, türkler, artık birer sivil toplum kuruluşu kimliğine bürünen cemaatler, tarikatlar, hep birlikte aynı şekilde cümbür cemaat, demokratik bir ortamda yaşayabilecektik. demokrasi herkesin kendi hukukunu ve ritüelini uygulamasından başka ne olabilirdi? 7. asırdan kalma bu islam anayasası, doğu'nun ve islam medeniyetinin magna carta'sı gibi sunuluyordu.

    bu fantezinin yazılmayı bekleyen uzun bir tarihi var. bu aynı zamanda zihinsel ve düşünsel bir yıkımın tarihidir. bu tarihin arka planındaki teorisyen şerif mardin'dir. mardin'in yıllarca uyuklayan, 12 eylül ve özal döneminde uyanan hipotezi, akp'nin 2002'de "ılımlı islam"ın temsilcisi olarak bop eşbaşkanlığı görevini yerine getirmek üzere fetö'yle kaynaşarak iktidara getirilmesiyle doğrulanmış oldu. hipotez doğrulanmıştı: kemalizm'in mağdur ettiği mazlum çevre, "sivil toplum" kisvesine bürünmüş tarikatları ve cemaatleriyle birlikte merkeze oturmuştu. bu karşıdevrim özal'a rahmet okutacak kadar cüretkâr neoliberal iktisat politikalarıyla, nepotizmi (adam kayırma) ve klientalizmi (seçmeni müşteri gibi görüp oyunu satın alma) besleyen müthiş bir para trafiğiyle, yeni sermaye sahibi sınıfların oluşmasıyla, sendikaların yok edilmesiyle, milli eğitimin, sağlık sisteminin ve bütün kamu yönetiminin tarikatlara teslim edilmesiyle hız kazandı. ülkenin değerli entelijansiyası, unvan sahibi solcu akademisyenleri abant toplantılarında boy göstermeye, zarf içinde "hakkı huzur" dolarları almaya başladı. üniversitelerin sosyoloji bölümleri şerif mardin'in izinden giderek iktidar-kültürideoloji ilişkilerini sorgulamaya devam etti. kimsenin anlamadığı alengirli bir sosyoloji dili, tercüme edildiğinde hiçbir anlam taşımayan kavramlar genç kuşakların beynine tecavüz etti. ne kendini anlatabilen ne de başkaları tarafından anlaşılabilen yeni bir "sofistike" entelektüel tipi oluştu. solculuktan bozma bu kafası karışık tabaka zamanla yerini gerçek şeriatçılara bırakacaktı. 15 temmuz'da patlayan silahlar bu dönemin sonu ve yeni bir dönemin başlangıcıdır. hocaların hocasını yücelterek takva sahibi cemaat erbabında demokratik bir meziyet keşfeden parlak akademisyen çocuklar nihayet seslerini kestiler. fakat bu süreç bilim ve siyaseti zehirlemeye devam eden ve topyekûn kaldırılmayı bekleyen büyük bir enkaz, feci bir çöplük bıraktı. hocaların hocası bu çöp yığınının tepesine dikilmiş süslü bir sosyolojik amerikan tüyünden ibarettir. toprağı bol olsun.

    yavuz alogan'
hesabın var mı? giriş yap