• kökenlerini ittihat ve terakki'ye kadar indirmenin mümkün olduğu ilişkidir.

    ittihat ve terakki fırkası, kurulduktan kısa bir süre sonrasında büyük bir güce ulaşarak, ii abdulhamit'e muhalif olan tüm kesimleri * bünyesinde toplamayı başarmıştır. cemiyet, bir süre bu yapısını muhafaza etse de, bir süre sonra örgüt içindeki farklı kesimler arasındaki liderlik çekilmesi kaçınılmazdı, nitekim bir süre sonra da öyle oldu.
    1902 yılındaki paris kongresi, nazarımda, ittihat ve terakki'nin olduğu kadar, türkiye'nin de geleceğine yön vermiş çok önemli bir kilometretaşıdır.bu kongrede, cemiyet içindeki gruplar iki kanada ayrıldı:ahmet riza bey önderliğindeki merkeziyetciler ve prens sebahattin önderliğindeki liberaller.liberal kesim, ülke içinde gerçekleştirilmesi hedeflenen devrimin ,batılı devletlere dayanılarak ve orduya başvurmaksızın yapılmasını savunurken, merkeziyetçi grup ise `:ağırlıklı olarak asker ve bürokratlara dayanmaktaydı` devrimin dış güçlerden bağımsız olması gerektiğini iddia edip, orduya dayanılarak bir devrim yapılması gerektiğini savunmuşlardır. kongre neticesinde, merkeziyetçi grubun dedikleri kabul edilmiş ve liberaller partiden tasfiye edilmişler, prens sebahattin önderliğinde adem i merkeziyetci oluşumun temellerini atmışlar ve çevreye doğru itilmişlerdir. ittihat ve terakki ise, özellikle bu tarihten sonra, daha da fazla asker-bürokrat sınıfın egemenliğine girmiş ve parti unsurları tektipleşmeye başlamıştır.1908 ihtilali, ancak bilhassa 1913 yılındaki bab i ali baskini sonrası askerlerin egemenliğindeki bu parti, iktidarı tek başına ele geçirmiş ve merkeze oturmuş, diğer bütün oluşumlar ise merkezkaç kuvvetler olarak çevreye itilmiştir.
    bundan sonra ise türkiye tarihi, genel olarak bu merkez ile, ona muhalif merkezkaç kuvvetlerin mücadelesi biçiminde gelişmiştir: ittihat ve terakki geleneğini devam ettiren chp iktidarı döneminde, merkezkaç kuvvetler ittifak ederek, birçok kere parti kurmayı denemişlerdir: terakkiperver cumhuriyet firkasi, serbest cumhuriyet firkasi gibi. ancak bunların hepsi merkez güçlerince kapatılmıştır. demokrat parti'nin kurulması ise, çevre için çok önemli bir basamak olmuştur, çünkü bu parti gerçek anlamda ilk defa merkezkaç kuvvetleri bir araya toplama başarısını göstermiştir. tabi, bunun meyvesini de, 1950 genel seçimlerinde iktidara gelerek almıştır. böylece, çevre 1950 yılında türkiye tarihinde ilk defa iktidara gelmiştir, ancak çatışma burada daha da keskinleşmiştir, çünkü çevre, devlet içinde kendisine merkez unsurları muhalif olarak bulmuş ve iki güç birbiriyle çatışmıştır. demokrat parti'nin devamı olan adalet partisi de, aynı misyonu sürdürmüş fakat, merkez-çevrenin devlet içindeki çatışması son bulmamıştır. özal ve anap da, çevrenin temsilcisi olmuştur. özal'dan sonra ise, çevre çok kutuplu bir yapıya bölünmüş, anap,dyp ve rp gibi farklı adlarla bölünmüştür. bu bölünmüşlük ve çatışma, uzun aradan sonra merkeze yakın güçlerin devlet iktidarına gelmesini sağlamıştır: merkeziyetçi partiler olarak ele alabileceğimiz dsp ve mhp, çevrenin temsilcisi olmakla birlikte hükümette azınlık olan anap ile koalisyon hükümeti kurmuştur. çevre, bu bölünmüşlüğüne akp'yi kurarak son vermiş ve gördüğümüz gibi son iki seçimde de çok büyük farklarla iktidara gelmeyi başarmıştır.
    çok fazla ülke içindeki içdinamiklere derinlemesine girmeden, biraz da yüzeysel olarak ele alınan bu kuram neticesinde türkiye'de merkez ve çevre grupları bir daha tanımlarsak: merkez, genel olarak bürokratlar ve askerlere dayanan ve merkeziyetçi,otoriter ve üniter bir devlet yapısını savunan sınıf olurken, çevrede ise, bu yapıya muhalif tüm unsurlar olmakla birlikte, türkiye'nin geçmişiyle de ilgili olarak daha çok, siyasal islamcı ve liberal kimlikler yeralmaktadır ve bunlar adem-i merkeziyetçi bir devlet anlayışına daha yakın durmaktadırlar.
  • türkiye akademisinin favori konularından biridir. alanda en mühim isim elbette şerif mardindir. kemal karpat da türlü makalelerinde konuyu işlemiştir. hem siyaset bilimciler, tarihçiler ve sosyologlar hem de iktisatçılar ve iktisat tarihçileri alanlarına dahil ederler.

    konunun çalışıldığı periyod değişse de, çoğunlukla osmanlı göndermeleri yapılmaktadır. eskiden asya tipi üretim tarzı ekseninde de tartışılırmış ama şu sıralar pek popüler değil böyle kalıplar. meselenin ünlü anlarından biri elbette ayanların istanbul'a yürümüş olmaları ve ikinci mahmud'la ilişkileridir. bkz: sened-i ittifak (çevrenin zaferi olarak da yorumlansa da, kısa sürmüştür, aynı ikinci mahmud hepsini sallayıp dökmüştür)

    türkiye siyasetini ve ekonomi politiğini açıklamaya çalışırken en çekici argümanlardan biridir. ama her çekici argüman gibi çok sorunludur. osmanlı dönemiyle ilgili bir eleştiri ve tartışmanın özeti için bkz: cem emrence "imperial paths, big comparisons: the late ottoman empire" journal of global history (2008) 3, pp. 289–311 makalenin ilk kısmı merkez-çevre açıklamalarının iyi bir incelemesi ve eleştirisi.
  • ak budun kara budun kültürel ayrımından başlar bu ilişki. ittihat ve terakki- chp, hürriyet ve itilaf- demokrat parti siyasal polarizasyonsa kast edilen ikilik, ilişki onun da kökenleri siyasal olanla kültürel olanın en azından pastoral, göçebe, yarı-göçebe toplumlarda öyle kolayca ayrıştırılamayacağı için daha geriye gider. bizzat türkmenlerin kurduğu devlet olan büyük selçuklu'yu yıkan türkmen ayaklanmaların nedenleri arasında selçuklu sarayı'nın fars-iran kültürel etkisine girmesinin olması gibi.
    yani 20. yüzyıldan başlamaz hele-asla ve kat'a bütün ı., ıı. hatta kemalistleri de sayarsak ııı. kuşak jön türkler'de belirgin bir şey olan devrim kelimesini kullanmaktan kaçınmış olmaları en fazlasından içinde tekamülü, ıslahatı, inkılabı barındıran bütün pedagojik niyetlerine rağmen- ittihatçı dönemden hiç başlamaz. çünkü 19. yüzyıl artık osmanlı'da somut bir siyasal alanın oluştuğu, çevre diye bellenenlerin önce yerel idari meclislerde sonrasında ise mebusan meclisi'nde temsil edilmeye başlandığı bir yüzyıldır. yani çevre merkeze gelmiş hoş gelmiş !, merkez çevreye gitmiş safalar ! götürmüş zamanıdır 19 yüzyıl, ve yeri geldiğinde hemhal olarak yeri geldiğinde birbirlerini derdest etmeye çalışarak yumak halinde ilişkilerin arttığı bir dönemdir. malum demiryolu, telgraf, epey semiz hale gelen bürokrasinin, merkezileşmenin yüzyılıdır 19 yüzyıl. bu akışkanlığa örnek vereyim, 1847'de merkezde taşradan gelen şikayetlerin kaydedildiği defterler görülmemeye başlar. istek, temenni, dileklerin görüldüğü arz-ı hal'ler şikayetlerin yerini almıştır çünkü. adam yanan evi için kendisine gönderilen paranın devamlı hale gelmesi için halini arz eder sadarete. böyle bir kendinden emin olma hali, içeriği, biçimi vardır 19 yüzyıl ortasında merkeze gelen arz-ı hallerin. doğrudan politik tutum, değer geliştirmeyle ilgili. evet tanpınar'ın dediği gibi osmanlı'da ferdin doğmaya başladığı bir dönemdir tanzimat dönemi...

    bu yüzyılda sorun, öncelikle ve ivedilikle taşra dahil bütün osmanlı uyruklarını, tebasını anlamlı bir şekilde artık biçim ve içerik değiştirmiş, bir başka deyişle; "siyasen katl" gibi korkutucu bir anlayıştan, algıdan sıradan insanların bir araya geldiği misal kahvehaneler, meydan çeşmeleri, meydanlar, sonra cafeler de bizzat üzerinde fikir yürütebildiği bir sürü değişkenin birbirlerini etkileyerek değiştirip, dönüştürüp, ilişkisel, bağıntısal, değişmeye hazır, görece özerk ve dinamik bir alana (bourdieu'cu anlamda alan yani) dönüşmeye başlamış siyasete katmaktır artık. [burada aklıma habermas'ın kamusal alanı mı döver yoksa çok çeşitli tutum, değer, hareket, protesto, şikayet, direnme, sabanı kırma, daha az vergi vermek için ürünü, küçük baş hayvanları saklama, ayak sürtme, gizlenme, ortak taktik belirleme gibi faaliyetlerle belirmeye başlayan -ve nedense bizde bir kaç çalışma hariç gözardı edilen-siyasal alan mı döver sorusu aklıma gelmiyor değil. her ne kadar ikisi arasından doğrudan bir korelasyon olduğu söylense de yine de fark vardır; siyasal alan'ın oluşumu daha eskilere gider. ben ikincisinin önceliğinden yanayım. çünkü habermas'cı bir kamuyounun somut bir hale gelmesi ile osmanlı'da basının 19. yüzyılın ortalarından sonra belirmeye başlaması doğru orantılıyken ikincisi, ortaya çıkma anları saklı ya da aşikar hep bir potansiyeldir .]

    bütün osmanlı modernleşmesine damgasını vuran aciliyet iki bağlamdan okunabilir; kadim, devleti nasıl kurtarırız sorusunun getirdiği cevap baskısının ürettiği çareler ile mısır sorunu, şark meselesi, panslavist politikalar ya da en büyüğü olan balkan milliyetçiliği gibi tazyik yapan sorunların çözümü meselesi.
    belirgin bir osmanlılık düşüncesinin ürünü olan tanzimat; bütün osmanlıya mal, can, ırz namus garantisi vererek yani kişisel, doğal hakları tanıyarak onların birer osmanlı vatandaşı-ki ıı. meşrutiyet'te belirecektir bu osmanlı vatandaşı- üstkimliğiyle tanımlayarak, mekanizmaya sokarak, muhatap alarak bunu dener. ferman anayasa olmasa da anayasalcılığı başlatır, ilk anayasaya kadar geçen sürede ise, tanzimat'ın kurduğu özellikle taşra meclislerinde yeterince temsil edilmeyen gayrimüslimlerin şikayetlerinin de etkisiyle düvel-i muazzama'nın bastırmasıyla ilan edilen ıslahat fermanı ise tanzimat fermanı'nı tamamlayıcı niteliktedir.
    sonrasında bütün bu iç, dış faktörlerin devreye girmesiyle suyun akıp yolunu bulduğu gibi kanuni esasi'nin öngördüğü meclis-i mebusan'ın açılmasıyla bizzat siyasal temsili yerel düzeyden genel düzeye, dizgeye çeker osmanlı. amaç; hem tanzimat'ın getirdiği hak ve sorumluluklarla önü kesilememiş olan balkan ayrılıkçılığın önünü kesmek hem de siyasal katılımın, rasyonelin , aklın, çağın gereklerine en uygun idare şekli olan hükümet-i meşrutayı ilan ederek devleti kurtarmaktır. bunu, bu sefer oraların, buraların insanlarının seçtiği temsilciler vasıtasıyla der saadet'te temsil ederek denemektir.
    aferim osmanlı'ya, halep'ten arapların, bosna'da boşnakların, bulgaristan'da bulgarların, van'da ermenilerin, makedonya'da ya da istanbul'da rum'ların, selanik'te yahudilerin seçtikleri mebusları ve dolayısıyla seçenleri adam yerine koymaları... bu ilk parlamentoda gayrimüslim- müslüman oranı aynen şöyle gerçekleşir: 47/119 padişahın atadığı ayan meclisi'nde de oran şudur: 11/36.
    ilk defa rusya'yı geçer osmanlı;1905 duma'sında bile yoktur bu oranlar. yani rus monarşisi osmanlı'dan daha geridedir. avrupa tarafından despot yönetim denilince parmakların gösterildiği ilk örnek olan osmanlının anayasal parlamenterizme geçmesine inanamazlar, dönemin yabancı gözlemcilerinin yazdıklarında küçümser bir hava vardır nitekim.
    daha ilgincini de söyleyeyim, seçime ülke henüz hazır olmadığı için mebusları seçecek seçmenleri seçenler yerel meclislerdeki insanlar olarak belirlenir ve onların seçtikleri haliyle konuşmayı, tasarı hazırlamayı, tasarılar üzerinde müzakere etmeyi yerel meclislerde öğrendiklerinden bilirler. istanbul'dan seçilen mebusları seçen seçmenleri ise mahalle muhtarları ve imamlar seçmiştir. yani taşradan gelen mebuslar, " kardeşim biz bu işleri neredeyse yarım yüzyıldır biliyoruz " havasındadırlar. ve en çok tartışma çıkan konuların başında, istanbul'a imtiyaz tanıyan maddeler olur. bu ilk meclisin belirli bir içtüzüğü bile yoktur ancak işler, gelenlerin tecrübesi sayesinde çok büyük bir problem çıkmadan kendiliğinden oluşan teamül üzre yürür. ama bizim konumuz bu değil şimdi...
    geçerken bir şey daha söyleyeyim, bu ilk osmanlı parlamentosu'nun osmanlı aleyhine çalıştığını söyleyen alıkların kanıtları yoktur. bu osmanlıyı etnocentrik bakış açılarından değerlendirenler ya siyaha ya da beyaza illaki meyillidir. parlamentonun osmanlı millet sisteminin bir yansıması olmasını bir türlü tam anlamıyla algılayamazlar. ulus-devlet'in içinden bir imparatorluğun "çok"lu yapısını ve bu "çok"lu yapıya göre davranmasını anlayamazlar. bu komiklerden birisinin bir tebliğini dinlemiştim vakti zamanında türk tarih kongresi'nde, osmanlının kuruluşunda türklere "değer" verildiğini sonradan bunun ortadan kalktığını anlatıyordu saf saf. salon bir anda boşalmıştı...
    devletin resmi dili türkçe olduğu için mebusların türkçe bilmesinin şart olduğunu da unutmadan söyleyelim. meclis zabıt cerideleri hemen her kütüphanede var üstelik latin alfabesiyle tıpkı basımlarıyla...
    kısaca söylemek gerekirse merkez-çevre ikiliği osmanlı siyasal alanının 19 yy. da güçlü bir şekilde belirmesiyle, zaten baştan problematize edilmesi gereken merkezi ve taşrayı yekpare görmenin modele verdiği zayıfılığı dikate alarak, eğer bu ilişki bir mücadeleyse yönetenlerin çevrenin gözünde meşruiyet sorununu nasıl çözdüğünü, bir mücadeledense eklemleşme, mutabakat, uzlaşmadan* eksenli de düşünülmesi gerektiği ortaya çıkar. yoksa, bilmem kaç yüzyıllık bir imparatorluğun kendi kırsalıyla hep mücadele içinde olamayacağı zorunluluğu yığar önümüze bir sürü soruyu...

    sonuçta merkez çevre ikiliği, ikilikleri merkeze alan modeller gibi gibi anlama, açıklama, yorumlama, analiz uğraşında ve bütün bu mesaiyi birilerine öğretme anlamında nisbeten kolaylık sağlar. şerif mardin bunu ilk dile getirdiğinde -ki orjinali edward shills'indir- bir potansiyel olarak epey iş görmüştü, hatta türk sosyal bilim güzergahında en doğurtgan teori nedir diye sorsalar bunu rahatlıkla işaretleyebilirsiniz.
    osmanlı'nın feodal mi atüt'mü olduğu[halil berktay vs. sencer divitçioğlu] bağımlılık teorileri [ilginçtir kadro çevresi'nden şevket süreyya aydemir'in görüşleri bu model içinden pekala değerlendirilebilir ve sonrasında ilkiyle devamlılık çizgisi belirgin olan doğan avcıoğlu ve yön dergisi vs. kadro zamanlarında kimsenin olmasına izin verilmediğinden burası boş kümedir. yön'e cevap daha çok annales ekolünden gelen,ona yakınlık duyan tarihçilerdi diye aklımda kalmış]; bağımlılık kuramları ile annales'dan etkilenen dünya sistemi teorisi [reşat kasaba,çağlar keyder, huricihan islamoğlu inan, vd., vs. ampirik belge fetişisti tarihçiler] gibi tartışmalrı öğrenmenin şart olduğunu söyledikten sonra gelinen noktaya dikkat çekme anlamında bir şeyi de haber vereyim: son yapılan xı. türkiye'nin sosyal ve ekonomik tarihi kongresi'nde gözlediğim bir eğilim de denilebilir, foucault osmanlı tarihine göz kırpıyor.

    galiba en iyisi ampirik olguları, gerçeklikleri adım adım ortaya çıkararak ama asla özcü bir yanılgıya düşmeden, vardığımız yeri bir son gibi değil bir sürecin içinde yol alıyormuşcasına oluşturulacak teorinin/teorilerin-tarihte teori kurulur mu sorusu aklıma geldiği için arafta kalma pahasına bunlara model demek lazımgelebilir- içeriğini de bu ampirik gerçekliklerle doldurarak doğurgan modellerle iş görmek galiba. üstelik amaca göre düzenlenmiş ardışık ad hoc hipotezlerin sosyal bilimler metodolojisinde yerinin ne kadar olduğunu hiç akıldan çıkarmayarak yapmak gerek bunu.

    -yazması gereken şeyde -tam bir writer's block olmasa da- sabahtan bu yana karınca boyu yol katetmiş birisinin başlığı görünce klavyeye saldırmış halinin sonucu olarak okunabilir, okunmalıdır pekala.-
  • bugünkü elit chp vs halkçı akp tartışmalarının temelinde yatan uyarlamadır.

    neden uyarlama diyorum? çünkü osmanlı iç siyasetini açıklayabilecek bir modern-öncesi güç ilişkisiyle bugünün dinamiklerini açıklayamazsınız. zorlama olur.

    ama böyle bir ilişkinin varlığı akp'nin resmi söylemi haline gelmiştir.

    (bkz: ezilenlerin gür sesidir o)

    üstüne (ve daha ilginci) birçok chp'li tarafından da benimsenmiştir.

    (bkz: göbeğini kaşıyan adam)

    akp'nin zaten türk siyasetinde kendini gördüğü yer burada: milleti zapturapt altına alan kemalist elitler otuz sene ülkeyi diktatörlükle yönetti, demokrasiye geçilince de millet iktidar oldu. fakat kemalist elitler boş durmadı, millete darbe yapıp iktidarı yine ele geçirdiler. menderesi astılar özal'ı zehirlediler ama sonunda reisimiz geldi ve millet elitleri yendi.

    chp'liler neden bu çarpık tarih algısını kabulleniyor? çünkü bu şekilde 2000'den beridir yaşadıkları sandık yenilgilerinin sorumluluğunu almaktan kaçmış oluyorlar.

    "aabi zaten bunların hepsi cahil yobaz götverenler sürüsü, biz ne yapsak oy alamayız bunlardan. çıkıp allah kuran din diyeceksin anca o zaman. ama biz öyle değiliz. biz ne halka inicez halk bize çıksın" muhabbeti yani.

    neden çarpık tarih? çünkü ilk demokratik seçime bakarsanız, söylenenin tam aksine chp'nin çevreye dp'den daha çok hakim olduğunu görürsünüz.

    bürokrasinin kümelendiği kentleşmiş bölgelerde dp tulum çıkartırken; cumhuriyet'in merkezine en uzak yerlerin, özellikle türk modernleşmesinin ennnn dışında kalan doğu vilayetlerindeki kırsal bölgelerin chp kalesi haline geldiğini görürsünüz.

    anadolu köylerinde demokrat parti başarı sağlasa da sağladığı başarı ezici bir başarı değildir. birçok köyde chp'yi burun farkıyla geçmiştir.

    zaten demokrat parti'nin ilk seçimlerde aldığı oy dört milyon, chp'nin aldığı oy üç milyondur. 1957 seçimlerinde ise bu oran dört milyona dört buçuk milyon olarak değişmiştir. yani dp chp'yi ezdi, sikti bayılttı diye bir şey yok. uygulanan sistem çoğunlukçu sistemdi: bir bölgede birinci gelen parti tüm milletvekillerini çıkartırken ikinci parti ne kadar oy alırsa alsın avucunu yalıyordu. bu yüzden seçim haritasına ve milletvekili oranlarına bakan böyle bir yanılgıya kapılıyor.

    1957 seçimlerinde chp 4 milyon, dp 4,5 milyon oy almıştır. o dönemi yaşamış herkesin gözlemlediği gibi 1960'ta darbe olmasa zaten 1961 seçimlerinde chp iktidar olacaktır.

    şerif mardin merkez-çevre ilişkisini türkiye'ye uyarladığı makalesini kaleme aldığında yıl 1973'tü. bu makaleden 4 sene sonra ecevit oyların %33'ünü alarak iktidara yürüdü. bir süre sonra yapılan belediye seçimlerinde ise oyların %42'sini aldı.

    chp'nin 1977 seçimlerinde aldığı belediyelerden birkaçını yazıyorum:

    bursa
    çorum
    erzurum
    gümüşhane
    hakkari
    kayseri
    kırşehir
    rize
    trabzon
    şanlıurfa

    1963'ten beridir chp'nin kalesi olan yozgatı bu seçimde mhp'ye kaptırmıştır.

    peki ecevit allah kitap din peygamber diyerek mi oy aldı buralardan? hayır, aksine sol diyerek, işçiler diyerek aldı.

    yok aslında bu kentler çok nezih kentlerdi, 1960'lardan sonra göç oldu da hep yarrolar kaldı bu şehirlerde diyenler bir zahmet bir de 1989 belediye seçimlerinde o zamanın chp'si olarak anılan sosyal demokrat halkçı parti'nin başarısını incelesin.

    nitekim türkiye'deki siyasi ortamı merkez-çevre ilişkisi üzerinden okumaya çalışmak büyük hata. bu hataya düşenler için türkiye zaten bir çeşit güney afrika falandır.
hesabın var mı? giriş yap