• dostoyevski'nin bu karakterle vermek istedigi mesaj bence şudur:

    iyi de olsan, dünya iyisi de olsan, peygamber kadar iyi olsan kalbine yenik düşersin; duygu seline kapılır, yüreğinle beraber o yöne akarsın. kimseye zararım dokunmaz zannedersin fakat tutunamadığın için insanların da hayatını mahvedersin.
    bunlar senin aynı zamanda en büyük hataların, zayıflıklarındır.

    amma velakin böyle olmasan, bırak iyi biri olmayı insan olamazsın.
  • sara hastasıdır ve hep en olmadık zamanlarda sara nöbetleri geçirir. kitapta hastalığıyla ilgili anlatımlar çok güçlüdür. öyle ki o bölümleri okudukça hem fiziksel hem de ruhsal olarak sara nöbetlerini prens mişkinle beraber geçirirsiniz içinizden 'hadi biraz daha dayan en azından odana çıkana kadar dayan prens' diye telkinler verdiğinizi farkedebilirsiniz .
    işte bu da dostoyevskinin neden dostoyevski olduğunun kanıtlarından biridir sanırım ki ;
    bilmem kaç yıl önce rusyada geçen ,kahramanının hem cinsiniz bile olmadığı, karakterinin sizinle alakası olmamasına ve sara hastası olmamanıza rağmen yine de kendinizi kahramanın yerine koyuyorsanız büyük ihtimalle bu sizin empati yeteneğinizden çok yazarının anlatım gücü ve evrenselliğinin etkisidir diye düşünüyorum.
  • allahın salağı.

    ...ama prensi anlayabiliyorum :(

    biz budala'ların her zaman "bak aglaya, simdi beni nasıl sevdiğini sana göstereceğim" diyerek cagirdiği bir nastasya filipovna 'sı vardır. nastasya filipovna büyüleyici güzelliğiyle etrafındaki tüm erkekleri kendine aşık etmiştir. zaten romanda general, ganya (adam gibi adam), rogojin gibi karakterlerle ilişkisi olmustur ama ruhunu hiçbirine vermemiştir. çünkü etrafında gördüğü herkes aynıdır, statüsü iyi beyefendilerle, delikanlılarla, generallerle takılmasına ragmen mutlu olamamıs, acı cekmis ve sonra karsısına prens cıkmıstır. prens budaladır ama budalalıgı saftır, temizdir, dürüsttür. insanların dalga gecmesine - hatta nastasya ve aglaya'nın onunla sürekli alay etmesine bile bir kabullenisi vardır. nastasya filipovna oyle mükemmel yaratılmıs bir karakter ki zaten şu an bile aşık olmamak imkansız. biz budalaların zaten aşık oldugu insanlar genelde nastasya'dır, boyle kadınlar sana acı cektirse de senden kopmazlar. mesela filipovna'nın durumunu anlatan şu bölüm harikadır;

    "biliyorsun ki, şimdi nastasya filipovna seni belki herkesten cok seviyor. hatta diyebilirim ki sana ne kadar fazla işkence ederse, o kadar fazla seviyor. sana bunu söylemiyor. fakat anlamasını bilmek gerekir. peki nicin seninle evlenmek istiyor? onu bir gün sana söyleyecek. bazı kadınlar vardır, bu şekilde sevilmek isterler... işte o da bunlardan. huyun ve aşkın onu etkilemiş olmalı! biliyor musun ki bir kadın, bir erkeğe canice işkence etmek kudretine sahiptir. hiç bir vicdan azabı duymadan onu gülünç duruma sokabilir. onun için sana baktıgı her seferinde 'şimdi onu ölüm ve hırsla acılara sokuyorum, buna karşılık, ileride bunu aşkımla ödeyeceğim' diye düşünür."

    diğer taraftan hayatımın karakteri aglaya ivanovna yepancin'dir. nastasya filipovna'ya benzer ama aglaya bambaskadır. o da prensle dalga geçer. sessiz bir karakterdir. hayatı boyunca iki ablası, general babası, dominant annesi ile bir evde yaşamıs, etrafına karşı bir soyutlanma durumu mevcuttur. herkesin prensi budala yerine koyuşuna gerekirse insanlar icinde bagırarak karşı çıkar. prensin saflıgı, temizliği onu kendine cekmistir. zaten ilk yepancin'lerin evine girdiği zaman prensi sürekli terslemesi onun hakkında hep kötü düşünmesi böyle kızların ortak noktasıdır. bazı kadınlar güvenlerinin yıkılmasından korkarlar, bu yüzden yanılmış olmamak icin o kadar ince bir elekten süzerler ki, yanıldıklarında sasırmıs olmak istemezler. aglaya da tam böyle bir karakterdir. prensi tanımak icin sonuna kadar tersine gitmistir. böyle karakterlere herkes aşık olur, biz budalalar da oluruz, romanın şansına - gerçi gerçek hayatta da bazen olur - bu 2 karakter de prens miskin'e gönlünü vermistir. hatta nastasya öylesine bir bağlılık duyuyodur ki rogojin'le evlenmesi icin aglaya'ya sürekli mektup yollar. prensin aglaya'ya varmasını ister. ister ki kendisi de prensin tamamen bu dünyadan kayboldugunu bilsin ve yolunu cizsin. roman da fazla değinilmemis ama bu tip kadınların tutkusu ulaşamadıklarında sevdiklerinin ölümünü bile isteyecek düzeydedir.
    bu iki karakter mevki-statü vs dinlemez. bunun sebebi toplum tarafından dayatılmıs kuralları-dogruları kişilikleri dogrultusunda reddetmektir. onları baskı altına alamazsınız, onlar özgür ruhludurlar. sevmeleri, nefretleri, yaşadıkları duyguları hep cok fazla yaşarlar. ama güçlü olmak isterler, güçlü görünmek isterler. bu yüzden kırıldıklarında içlerinde kırılırlar, dışarıya belli etmezler. ama bir kere kalbini kıracak bir şey yaşarsa - ki hele bu prens gibi "farklı" gördüğü bir insan tarafından kalbi kırılırsa bir daha düzelmezler. romanda da nastasya filipovna-aglaya ve prens 3lüsü arasında geçen diyalogda nastasya'nın aglaya'ya; "prens beni deli gibi seviyor, istediğim zaman istediğim yere gelir" demesinden sonra aglaya'nın onay almak icin prens'e baktiğinde prensin bir kaç saniye duraklaması bile aglaya icin her şeyin bitmesi demektir. aglaya gibiler böyledir. benim de her zaman aşık oldugum kişiler aglaya gibilerdir.

    aglaya en sonunda kimsenin tanımadıgı bir polonyalıya varmıstır. sonunda ne oldugunu dostoyevski bile anlatmaz ve "bilmiyoruz" diye geçiştirir. bizim hayatımızda da bu böyledir, aglaya'yı bir kere üzersin ve aglaya gider. bir daha ne yaptıgını bilmezsin ama bilirsin ki "kendisi" gibi bir şey yapiyordur. farklıdır cünkü aglaya, her ne yapıyorsa kimsenin bilmesini de istemez, kendi küçük dünyasında mutludur, aslında mutlu mudur bu da mechul, duygularını kendi yaşar, ama senden uzakta yaşar, aglaya senin hayatında kalır, büyük ihtimalle sen de onun hayatında iz bırakırsın ama bunu hicbir zaman bilemezsin. aglaya'lar gider, sen kalırsın.

    ulan prens allah belanı versin, 5 saniye duraksamayacaktın orada, ama duraksarsın işte. nastasya filipovna icin duraksarsın.
  • dünyadan alacaklı olan dostoyevski kahramanları bir şekilde hayatın bir parçası olarak hissetmez kendini.

    hayatin içine bir türlü dahil olamama, o tutunamayış prens mışkin’in ağzından şöyle dökülür:

    “çocukluğumuzdan beri bize göz kırptığı halde bir türlü katılamadığımız, parçası olamadığımız bu sonsuz şölen de ne?

    hep birilerini dışarıda bıraktığı halde o şölende bize sonsuzmuş gibi görünen şey ne?”
  • dostoyevski'nin, yaşadığımız dünyanın ve parçası olduğumuz düzenin ne kadar çürük ve yanlış olduğunu anlatmak için yarattığı karakterdir. büyük bir toplumsal eleştiri için kullanır kahramanını dostoyevski. bu öyle bir eleştiridir ki, içinde yaşadığımız dünya, prens mışkin gibi meleğimsi bir adamı "budala" gibi gösterebilmektedir. eğer bu kadar iyi olmak budalalıksa o zaman nasıl bir cehennemde yaşıyoruz, varın siz düşünün.

    ayrıca edebiyat dünyasında peygamberimsi özelliğe sahip bir diğer isim de, kendisinin farnsız kuzeni olan jean valjean'dır.

    (bkz: prens mışkin vs jean valjean)
  • geçirdiği sara krizi öncesi algılarının değişmesini, bulunduğu ortamı -boyutu- farklı algılamasını öyle güzel betimler ki yazar, onunla beraber kısa bi süreliğine de olsa farklı hissetmeniz olasıdır.

    mehmet özgül ün karakterin bu tecrübesini yorumlaması oldukça ilgi çekici ve önemlidir idiot un önsözünde;

    "prens mişkin saralıdır, o da dostoyevski gibi sara nöbetinden önceki büyük sevinci duyar. bir şimşek parıltısı içerisinde, çevresindeki dünyayla tam bir uyum sağlayarak kendini, çepeçevre gördüğü herşeyi tüm derinliğiyle kavrar; vahiyden önce peygamberlerin de aynı zihin açıklığına sahip olduklarına inanır."
  • insanların o na nasıl baktığının farkındadır prens mışkin, ama o ''onların bana nasıl baktığını görebiliyorken nasıl budala olabilirim ki'' der içinden , dostoyevski'nin acı çektirme geleneğinden en fazla nasibini alan kahramanıdır,sırf bu yüzden yazarın diğer karakterlerinden daha farklı biryere koyabiliriz prens mışkin'i.
  • alyoşa'yı fazlasıyla anımsatan dostoyevski karakteri.

    (bkz: budala)
  • budala'nın balesini kitabını okumadan daha evvel izlemiştim ve kahramanı prens mişkin'e aşık olmuştum. bu aynı zamanda prensi canlandıran bahri gürcan'a da hayran olmam demekti. kitabı okurken hep gözümde bahri gürcan canlandı. yani prens mişkin benim için bahri gürcandı artık.

    romanı ise defalarca okudum, hala okuyorum. garip bir şekilde büyülü bir kitap benim için.
hesabın var mı? giriş yap