• bişey demeden, kasmadan, suyuna bırakıp, ilkokulda ne dese kitap bildiğiniz öğretmeniniz gibi, zor gelirse gerisini hiç okumadan, okursanız dolaşıp dolaşıp anlamadan, kurcala kurcala elde yok avuçta yok olsa da, geri gelip yeniden okunası önsözü* olan soruşturan kitap.*
    satır aralarında bertrand russell'ın sırıttığı.

    "burada, son 16 yıl boyunca uğraştığım felsefi soruşturmaların tortusu olan düşünceleri yayımlıyorum. pek çok konuya ilişkin bunlar: karşılık, anlama, tümce, mantık gibi kavramlara, matematiğin temellerine, bilinç hallerine ve diğer şeylere. bu düşüncelerin tümünü değiniler, kimi zaman aynı konuya ilişkin uzunca zincirler oluşturan, kimi zamansa çabucak bir alandan diğerine sıçrayan kısa parağraflar olarak yazıya geçirdim. başlangıçtaki niyetim (bunları) günün birinde, biçimine ilişkin olarak farklı zamanlarda farklı tasarımlar oluşturduğum bir kitap halinde bir araya getirmekti. ama benim için asıl önem taşıyan şey, düşüncelerin bir konudan diğerine doğal ve kesintisiz bir sıra şeklinde ilerlemesiydi.

    vardığım sonuçları böyle bir bütün halinde kaynaştırma yönündeki birçok başarısız girişimden sonra, bunu asla başaramayacağım aklıma yattı. yazabileceğimin en iyisinin her zaman için yalnızca felsefi değiniler olarak kalacağını, düşüncelerimin, -ne zaman onları doğal eğilimlerine karşı tek bir yöne doğru zorlayacak olsam- derhal felce uğradıklarını gördüm. -tabii bu da tamamen soruşturmanın doğasına ilişkin bir şey. çünkü bizi, geniş bir düşünce alanını, çaprazlaşan yollar oluşturacak şekilde her yöne doğru boydan boya geçmeye zorlayan bu doğadır.- bu kitaptaki felsefi değiniler, bu uzun ve çetrefilli yolculuklar sırasında oluşmuş bir dizi peyzaj taslağı adeta.

    aynı -ya da hemen hemen aynı- noktalara farklı yönlerden sürekli olarak yeniden yaklaşıldı ve her seferinde yeni resim taslakları oluşturuldu. bunların çok büyük bir kısmı kötü çizilmiş ya da karakteristik olmayan, zayıf bir çizerin tüm yetersizliklerini barındıran taslaklardı. bunlar elendikten sonra geriye, izleyene manzaranın bir resmini sunabilmeleri için düzenlenmeleri, çoğu zaman da kesilip biçilmeleri gereken yarım yamalak bir dizi çizim kaldı. -yani bu kitap aslında bir albüm sadece.

    aslına bakılırsa, kısa bir süre öncesine kadar çalışmamın hayatta olduğum süre içerisinde yayımlanması fikrinden caymıştım. yine de bu fikir zaman zaman tekrar canlanıyordu; bunun esas nedeni de derslerimde, yazılarımda ve tartışmalarımda ortaya koymuş olduğum sonuçların pek çok açıdan yanlış anlaşılmış, az çok sulandırılmış veya çarpıtılmış şekillerde ortalıkta dolaştığını görmek durumunda kalmamdı. bu, gururumu ayaklandırdı ve ben de onu yatıştırmakta zorlandım.

    ayrıca dört yıl önce ilk kitabımı(tractatus logico-philosophicus) tekrar okuma ve içerdiği düşünceleri bir başkasına açıklama fırsatı buldum. birden, bu eski düşünceleri yenileriyle birlikte yayımlamam gerekirmiş, yeni düşüncelerim ancak eski düşünce tarzımın arka planda yer alması durumunda ve bununla oluşturdukları karşıtlık aracılığıyla gerçek anlamda aydınlığa kavuşabilirmiş gibi geldi bana.

    çünkü bundan 16 yıl önce tekrar felsefe ile uğraşmaya başlayalı beri, bu ilk kitabımda yazıya geçirmiş olduklarımda ciddi hatalar bulunduğunu görmek durumunda kaldım. bunların farkına varmamda, yaşamının son iki yılı içerisinde yapmış olduğumuz sayısız konuşma sırasında fikirlerimi kendisiyle tartışmış olduğum frank ramsey'nin eleştirilerinin -boyutunu değerlendirmekten aciz olduğumu söyleyebileceğim ölçüde- yardımı dokundu. bu her zaman güçlü ve sağlam eleştiriye borçlu olduğumdan daha fazlasını, düşüncelerime bu üniversitenin bir hocası, bay p. sraffa tarafından yıllar boyunca aralıksız olarak yöneltilmiş olan eleştirilere borçluyum. bu kitaptaki fikirlerin en verimlilerini (de) bu uyarıya borçluyum.

    burada yayımladıklarım, başka kişilerin bugün yazmakta olduklarıyla birden fazla nedenden ötürü çakışacaktır. -değinilerim, kendilerinde zaten benim olduklarını belirten bir damga taşımıyorlarsa, ben de onları malım olarak sahiplenecek değilim.

    yazdıklarımı ikircikli hislerle sunuyorum okurlara. bu çalışmanın payına, kendisinin yoksulluğu ve çağın karanlığı göz önünde bulundurulduğunda, şu ya da bu beyne ışık tutma başarısının düşmesi olanaksız değil; ama tabii, olası da değil bu.

    yazdıklarımla başkalarını düşünmekten kurtarmak değil, tersine, eğer olanaklıysa, kendi düşüncelerini oluşturma uyarısı vermek isterim.

    iyi bir kitap ortaya koymayı arzu ederdim. öyle olmadı; ama bunu benim düzeltebileceğim zaman da geçti artık."(cambridge, ocak 1945)

    not: yayına hazırlayanlar eserlerinin mirasçıları e. anscombe, r. rhees ve g. h. von wright
  • i can know what someone else is thinking, not what i am thinking. it is correct to say ‘i know what you are thinking’, and wrong to say ‘i know what i am thinking’.

    // olduğu kadarıyla
    'bir başkasının ne düşündüğü'nü bilebilirim, ne 'düşündüğümü' değil. 'ne düşündüğünü biliyorum' demek doğrudur da 'ne düşündüğümü biliyorum' demek yanlıştır.
  • i know that this world exists.
    that i am placed in it like my eyes in its visual field.
    that something about it is problematic, which we call its meaning.
    this meaning doesn't lie in it, but outside of it.
    that life is the world.
    that my will penetrates the world.
    that my will is good or evil.
    therefore that good and evil are somehow connected with the meaning of the world.

    (bkz: ludwig wittgenstein)
  • sade bir dille ama derin anlamlarla bezeli, şekillerle, harflerle, özellikle ağrı üzerine örnekli kelimelerle dilin, sorgulamanın, anlamanın ve kavramanın öneminin anlatıldığı wittgenstein eseri. modern felsefe üzerine iyi bir mihmandardır.

    "bir resmi, bir çizimi anlamak ne demektir? burada da anlama hatası ve anlamada başarısızlık söz konusudur. ve burada da bu ifadeler değişik şeyleri kastedebilir. bir resim belki de bir natürmorttur; ama onun bir kısmını anlamıyorum: orada üç boyutlu nesneleri değil yalnızca tuval üzerindeki renk lekelerini görebilirim veya her şeyi üç boyutlu olarak görüyorum ama tanımadığım nesneler var; onlar aletlere benziyorlar ama onları kullanmayı bilmiyorum, gibi. buna rağmen, belki de bu nesneleri tanıyor ama bir diğer anlamda da onların düzenlenme tarzlarını anlamıyorum. bir tümceyi anlamak, bir müzik parçasını anlamaya, insanın düşünebildiğinden çok daha yakındır. demek istediğim, bir tümceyi anlamanın, genellikle bir müzik parçasını anlamak denen şeye insanın düşündüğünden daha yakın olduğudur. sesteki ve tempodaki çeşitlemenin modeli neden tam da budur? "çünkü onun tümüyle ne hakkında olduğunu bilirim." ancak o tümüyle ne hakkındadır? söyleyememem gerekir. açıklamak için, onu ancak aynı ritme sahip olan başka bir şeyle karşılaştırabilirim. "görmüyor musun, bu sanki bir sonuç çıkarılmış gibi" veya "bu sanki bir parantezmiş gibi," denebilir. bu karşılaştırmalar nasıl doğrulanır? burada çok farklı doğrulama türleri vardır. bir dilden tamamen farklı olmayan bir şeye sahip olan insanlar düşünmek olanaklıdır: kelime bilgisi veya dilbilgisi olmaksızın seslerin bir oyunu, sözlerle konuşmak gibi. "ancak böyle bir durumda seslerin anlamı ne olur? "onun
    müzikteki anlamı nedir? yine de, seslerin bir oyununun bu dilinin müzikle karşılaştırılması gerektiğini hiç de söylemek istemem. kullanımında sözcüklerin 'ruhu'nun hiç rol oynamadığı bir dil de olabilir. sözgelimi, içinde bir sözcüğün yerini kendi keşfettiğimiz bir başka keyfi sözcüğün almasına karşı çıkmadığımız. bir tümceyi anlamaktan, aynı şeyi söyleyen bir diğer tümcenin onun yerini alması; ama aynı zamanda da bir başkasının alamaması anlamında söz ediyoruz. (bir müzik parçasının yerini bir diğerinin alabilmesinden daha da fazlasından) birinci durumda, tümcedeki düşünce farklı tümcelerde ortak olan bir şeydir; diğer durumda ise yalnızca bu sözcüklerle bu konumlarda ifade edilen bir şey (bir şiiri anlamak). o halde "anlama"nın burada iki farklı anlamı mı vardır? ben daha çok, "anlama"nın bu türden kullanımlarının onun anlamını oluşturduğunu, benim anlama kavramımı oluşturduğunu söylerim. zira ben "anlama" sözcüğünü bunların hepsine uygulamak istiyorum. ancak, ikinci durumda bu ifade nasıl açıklanabilir, kavrayışa nasıl taşınabilir? kendinize şunu sorun: insan herhangi bir kimseyi şiirin veya bir parçanın kavranışına nasıl götürebilir? buna verilecek yanıt bize anlamın burada nasıl açıklandığını anlatır. belirli bir anlamda bir sözcük işitmek. böyle bir şeyin varolması gerektiği ne tuhaf! böyle ifade edildiği, böyle vurgulandığı, bu şekilde duyulduğunda bu tümce, bu tümcelere, resimlere, eylemlere geçişin yapıldığı bir dizinin ilkidir."
  • wittgenstein tractatus dönemindeki savunduğu gerçekçi dil kuramından daha sonraları uzaklaşır. ölümünden sonra yayınlanan philosophical ınvestigations (felsefi sorgulamalar) adlı ünlü kitabında yeni bir kavram geliştirir: dil oyunu. her kavram gibi bu kavramın da bir tanımını vermenin olanaksız olduğunu düşündüğü için örnekler ve açıklamalar ile kitap boyunca dil oyunu kavramını okuyucuya tanıtır. her oyun gibi bir dil oyununun da kuralları vardır ve o dil oyununu öğrenmek için o kuralları da öğrenmek gerekir. bir dil öğrenmek ve bir dili konuşur hale gelmek bir oyunu öğrenip o oyunu oynar hale gelmek gibidir wittgenstein’a göre. oyun salt kuralları ile öğrenilmez, aynı zamanda bunları uygulamak da gerekir. oyun oynamak için bilgi sahibi olmak yetmez aynı zamdan bu oyunun gerektirdiği türde bir etkinliğe katılıyor olmak gerekir. saklambacın tüm kurallarını öğrense bile bir çocuk bu oyunu oynamadan öğrenmiş olmaz. dolayısıyla her dil oyunu aynı zamanda bir etkinlik içerir. buna wittgenstein “yaşam biçimi” diyor. dil oyununu öğrenmek demek belirli bir yaşam biçimini benimsemek demektir. birbirinden farklı çok sayıda dil oyunu bulunur.
    wittgenstein’ın kendi verdiği birkaç örneğe bakalım: metrik dizgede ölçüm yapmak, bir olayı bildirmek, emir vermek, emri yerine getirmek, soru sormak, teşekkür etmek, şaka yapmak, tahminde bulunmak, bir nesneyi betimlemek, bir nesneye ad vermek, bir nesnenin adını sormak, öykü uydurmak, problem çözmek, bir dilden diğerine çeviri yapmak, dua etmek, vb. bu örneklerden de anlaşılacağı gibi bir dil oyunu geleneksel anlamda “dil” dediğimiz şey değildir. türkçe, çince gibi doğal diller, ya da matematik, fizik gibi bilim alanlarının dilleri de dil oyunu değildirler. aynı austin’in kuramında olduğu gibi wittgenstein’ın dil oyunları da dilsel edimlerdir. wittgenstein dilin olabilmesi için belirli kurallar dizgesini kabul etmiş bir topluluk olması gerektiğini savunur. bu kurallar dizgesi dil oyununu oluşturur ve oyun tek başına oynanamaz. yani wittgenstein’a göre kişinin kendi kendine kurallarını koyduğu özel bir dil oyunu olamaz; insanın kendi kafası içinde oluşturduğu ve başkasının anlayamayacağı bir “özel dil” düşüncesi bir saçmalıktır.
    bir dili öğrenmek demek dil oyunları oynayan insan topluluğunun da bir parçası haline gelmeyi gerektirir. bundan dolayı her dil oyunu aynı zamanda bir yaşam biçimidir. dil oyunu durağan bir şey değildir, kuralları zamana ve bağlama göre değişir. wittgenstein’ın kendi örneğine bakalım. “metrik sistemde ölçüm yapma” bir dil oyunudur. bu dil oyununun oluşması için “metre” denen uzunluğun bir tanımının verilmesi gerekir. wittgenstein bu örneği verdiğinde pariste özenle saklanan ve özel bir metal alaşımdan yapılmış bir çubuğun uzunluğuna bir “metre” denirdi. bu metrenin tanımını verdiği için bu çubuğa da “standart metre çubuğu” denirdi. wittgenstein metrik sistemde ölçüm yapma dil oyunu açısından bu standart metre çubuğunun önemini vurgular. standart metre çubuğu bu dil oyunun kuralını oluşturuyordu o dönemde. bu kuralı benimsedikten sonra bir nesnenin uzunluluğunu metre cinsinden dile getirebiliriz. bu kural sayesinde örneğin “bu masanın boyu 1,90 metredir” dediğimde anlamlı bir şey söylemiş oluyorum. bu dil oyununu oynamak için, yani bir şeyin uzunluğunu metrik sistemde ölçmek ve bunu dilde söylemek için bu kuralın kabul edilmesi gerekiyordu. dil oyunlarının kuralları sayesinde “söylemek” olanaklı oluyor. ancak bize bu söyleme olanağını sağlayan kuralların kendileri dil oyunu içinde “söylenebilir” şeyler değildir. standart metre çubuğu “metre” uzunluğunun tanımını verir, bundan dolayı bu çubuğun bir metre uzunluğunda olduğu (ya da olmadığı) wittgenstein’a göre “söylenemez”. günümüzde metreyle ölçüm yapma dil oyununu tanımlayan bu kural tamamen değişmiş durumda. artık “metre”, ışığın boşlukta 1/299.792.458 saniyede aldığı yol olarak tanımlanmakta. bu durumda metrik sistemde ölçüm yapıp bir şeyin uzunluğunu metre cinsinden söyleme türünde bir dil oyununun da kuralı değişmiş oldu. bu durumda geçmişte metrik ölçümlere standart oluşturan ve şu anda pariste bir müzede saklanan eski standart metre çubuğunun uzunluğunun bir metre olduğu ya da olmadığını söyleyebiliyoruz. nitekim yeni standarda göre eski standart metre tam tamına bir metre uzunluğunda çıkmayabilir.
    buradan şu sonuçlara varabiliriz: bir dil oyunu bize bir şey “söylemek” olanağı veriyor, ancak o dil oyununun kurallarının kendileri o dil oyunu içinde “söylenebilir” şeyler değildir. burada ancak çok kısa bir şekilde anlatabildiğimiz wittgenstein’ın geç dönemindeki dile yönelik bu bakış açısı bir anlamda semantik ile pragmatik dil felsefesi arasındaki ayrımı reddeder. semantik dil felsefesi kullanımından bağımsız olarak tümcelerin anlamlarını incelerken, wittgenstein bir tümcenin içinde yer aldığı dil oyunundaki kullanımı dışında bir anlamı olmadığını savunur. “anlam kullanımdır” (“meaning is use”) şeklinde sloganlaşmış olan bu yaklaşıma göre pragmatikten bağımsız semantik bir alan olamaz.
  • wittgenstein'in olumunden sonra yayinlanan, tractatus sonrasi hayatinda yuruttugu felsefi sorusturmalar, wittgenstein'i bu sure boyunca mesgul eden dusuncelerden olusan, kimi zaman bir cumlelik, kimi zaman da bi konu hakkinda bir iki sayfalik entrylerden olusan agir kitap. wittgenstein tuttugu notlardan olusur. bir kitap seklinde tasarlanmamistir. wittgenstein uzun bir sure bu notlari belli bir sekilde duzenleyip yayina hazirlayacagini dusunmus. bir iki denemede bulunmus ama istedigi sonucu elde edememis. adamin ne kadar mukemmeliyetci oldugu malum. lakin kendisinin belirttigi baska onemli bir nokta da, bu entryler belli bir dusunce akisini, belli bir dusunsel gelisimi temsil ediyor. her ne kadar konular oradan buraya atlasa da, aslinda bir birlerine son derece de baglilar. konu basliklari altinda toplamaya calistiginiz noktada, o dusunce akisini kaybediyorsunuz ki wittgenstein'in holismi de goz onune alindaginda, bu kayip kazanci sifirliyor.

    kitap bir cok konuda entryler iceriyor: anlam, anlama, proposition, mantık kavramlari, matematigin temelleri, bilinc ve baska konular. cok tartisilan dilde anlam ile ilgili "meaning is use" yaklasimi, psikolojideki prototype veya exemplars theories of concepts'in gelistirilmesinde ana ilham kaynagi olan kavramlarda family resemblance fikri, rule following ile ilgili entryler, private language'in imkansiz olduguyla ilgili argümanlar ve daha bir coğu investigations'in sayfalari icindedir. on certainty icin soylenen seyi belki investigations icin de yineleyebiliriz. altın degill, ama içinde altın var.
  • 57. maddesini okuduktan sonra saçma sapan bir alışkanlık edindim kitabın. sanki herkesin aklında kırmızı adına bir referans varmış da her kırmızı dendiğinde herkes onu hayal ediyormuş gibi düşünüyorum.

    mesela ben oldboy'dan bi' sahneyi düşünerek kırmızı bir kalem istiyormuşum da kırtasiyeci de çift güllü yasin kitabının üzerindeki gülü referans alarak kalemi bulup bana veriyormuş gibi.

    tanım: witgenstein'ın anlamın ve dünyanın sınırını dille çizmeye çalıştığı ikinci dönem kitabı. tractatus'ta işlediği resim kuramından farklı olarak bu kez dili ve işleyişini dil oyunları üzerinden ele alıyor.

    --- spoiler ---

    57. "kırmızı bir şey tahrip edilebilir ama kırmızı tahrip edilemez ve bu yüzden de 'kırmızı' sözcüğünün karşılığı, kırmızı bir şeyin varoluşundan bağımsızdır." şüphesiz ki kırmızı rengin (boyanın değil) yırtıldığını, ezildiğini söylemenin bir anlamı yoktur. ama "kırmızılık kayboluyor" demez miyiz? ve sakın kırmızıyı, ortada kırmızı bir şey kalmamış bile olsa zihnimizde canlandırabileceğimiz fikrine sarılma! bunun, kırmızı bir alev çıkaracak bir kimyasal tepkimenin hala varolduğunu söylemeye çalışmaktan farkı yoktur. çünkü ya rengi artık anımsamıyorsan ne olacak? adı bu olan rengin hangisi olduğu(nu) unutursak bu ad bizim için karşılığını yitirir; yani artık onunla belirli bir dil-oyunu oynayamayız. ve bu da dilimizin bir aracı olmuş olan paradigmanın kaybolmuş olmasıyla karşılaştırılabilecek bir durumdur."
    --- spoiler ---
  • wittgenstein'ın düşüncelerini madde madde sıraladığı, dil'i tarumar ettiği felsefe tarihinin en önemli kitaplarından.

    '' olguların tasarımlarını kurarız. ''
  • wittgenstein'ın önemli eseri. yazarına kimilerine göre felsefe tarihinin en iyi beş filozofundan biri yapan kitap. kripke'nin kitabın bir bölümüyle ilgili bir kitabı vardır: wittgenstein on rules and private language. türkçeye "wittgenstein kurallar ve özel dil" diye çevrildi. sözlük formatında (kısalığında) anlatılamayacak, anlatılmaması gereken, ilgilenenlerin okuması gerekn bir kitap. russell ve frege gibi filozofların kitabı anlamazken anladım demenin zor olduğu çetin bir taş.
  • felsefi soruşturmalar, wittgenstein’ın kendi deyişiyle ortaya iyi konulmamış bir kitaptır. ortaya iyi konulmamış olmasının sebebinin içeriğinin kötü olmasıyla ilgisi yoktur. sadece bu içeriğin tek yönlü bir argümantasyonu takip etmemesidir bunun nedeni. on altı yıl boyunca düşüncelerini bu kitapta değiniler (remark) olarak ve kimi zaman aynı konuya ilişkin uzun zincirler oluşturan, kimi zamansa aniden bir alandan diğerine sıçrayan kısa paragraflar olarak yazmıştır. bu kısa paragrafları, tek yönlü bir argümantasyon çizgisine taşımakta başarısız olmasının sebebi, kendi deyişiyle, soruşturmanın doğası gereğidir çünkü bu doğa bizi bir düşünce alanını, çaprazlayan yollar oluşturacak şekilde her yöne doğru boydan boya geçmeye zorlar. genellikle, tek yönlü argümantasyon çizgisinin izlendiği kitaplarda düşünce bir bakıma sınırlanır ve hedefe odaklanılır. wittgenstein için asıl önemli olan ise düşüncelerin bir konuda diğerine doğal ve kesintisiz şekilde akmasıdır. yazdığı kısa paragrafları ve değinileri resim taslaklarına, bu kitabı da bir albüme benzetiyor. bu benzetmenin ne kadar tutarlı bir benzetme olduğu, kitaptaki dil hakkındaki teorileriyle karşılaştıktan sonra bize daha açık hale gelecektir.

    ilk paragraf augustinus’un itiraflar kitabından bir pasajla başlar: “ büyüklerim bir nesnenin adını anarak ona doğru yöneldiklerinde, bu nesnenin –işaret etmek istedikleri o olduğu için- çıkardıkları seslerle işaret edildiklerini (signify) kavradım. ... böylece, çeşitli cümleler içerisinde belirli yerlerindeki söylenişlerini tekrar tekrar işittiğim sözcüklerin hangi nesneleri işaret ettiklerini anlamayı yavaş yavaş öğrendim. ve ağzım bu işaretlere alıştıktan sonra da, isteklerimi bunlar aracılığıyla ifade etmeye başladım.” wittgenstein, bu tasvirin insan dilinin özünün belirli bir resmini sunduğunu söyler. bu tasvire göre dildeki sözcükler nesneleri adlandırır, cümlelerse isimlerin kombinasyonlarıdır. dilin bu şekildeki tasvir edilişindeki ana fikir şudur: ikinci paragrafta wittgenstein, augustinus’un betimlemesine uygun bir dil yaratır. bu dille inşaat ustası ve kalfası anlaşabilmektedir. usta yapı taşları (küpler, sütunlar, plakalar, kirişler) kullanarak bir bina yapmaktadır. kalfanın görevi, taşları ustanın ihtiyaç duyduğu sırayla vermektir. bu sebeple “küp”, “sütun”, “plaka”, “kiriş” sözcüklerinden oluşan bir dilden yararlanırlar. usta bunları yüksek sesle söyler, kalfa bu seslenişi duyduğunda getirmesi gerektiğini öğrenmiş olduğu taş hangisiyse onu getirir. usta ve kalfa arasındaki dilin bir kabilenin bütününün dili olduğunu düşünelim. bu kabiledeki bir çocuğun dili öğrenmesi, öğreticinin nesnelere işaret etmesi, çocuğun dikkatini bunlara çekmesi ve bu sırada bir sözcük telaffuz etmesinden oluşacaktır. örneğin plaka biçimli bir taşı gösterirken “plaka” sözcüğünün telaffuz edilmesi gibi. wittgenstein, eğitimin önemli bir bölümünün bu yöntemle gerçekleştiğini söyler ve buna “sözcüklerin işaret-ederek öğretimi (ostensive teaching of words)” adını verir. usta-kalfa örneğinde usta sözcükleri söyler, kalfa buna göre eylemde bulunur. dil eğitiminde ise öğretmen nesneye işaret ettiğinde öğrenci, öğretmenin söylediği sözcüğü tekrarlar, dolayısıyla öğrenci nesneleri adlandırır. usta-kalfa örneğinde sözcüklerin kullanım süreci, bir çocuğun anadilini öğrenmesini sağlayan oyunlara benzerdir. wittgenstein, bu oyunlara “dil-oyunları” diyecektir. taşların adlandırılması, söylenen sözcüklerin tekrarlanması süreçleri de birer dil oyunudur. aynı zamanda dil ve dil ile örülü olan etkinliklerin bütününe de “dil oyunu” diyeceğini aktarır.

    tasvir edilen bu dilin sözcüklerinin neye işaret ettiklerini yalnızca bu sözcüklerin kullanım türü gösterebilir. örneğin, “bu sözcük (“levha”) bunu (işaret edilen levhayı) imler.”. wittgenstein sözcüklerin işlevlerinin çeşitliliğini bir alet kutusundaki çekiç, kerpeten, testere vb. nesnelerin işlevlerinin çeşitliliğine benzetir. bu nesnelerin işlevleri ne denli çeşitliyse, sözcüklerin işlevleri de o denli çeşitlidir. dolayısıyla, sözcüklerin anlamını onların kullanımı ve işlevi belirler. wittgenstein bu noktada “işaret etmek” sözcüğünün doğrudan kullanımının, ismin işaret edilen nesnede iz bıraktığı durumda görüldüğünden bahseder. örneğin, ustanın inşaatta kullandığı aletler belli izler (mark) taşımaktadır. usta kalfasına bu izlerden birini gösterdiğinde, kalfa bu izin üzerinde bulunduğu aleti getirir. bir adın bir şeye işaret etmesi ya da bir şeye verilmesi aşağı yukarı benzer bir tarzda olur. kendi deyişiyle, bir şeyi adlandırmak, o şeyin üzerine ad yazılı bir etiket yapıştırmaya benzerdir.

    usta-kalfa örneğindeki dilin sadece emirlerden oluşmasının bizi rahatsız etmemesi gerektiğini söylüyor çünkü yalnızca savaşlardaki emir ve raporlardan oluşan bir dil ya da yalnızca sorulardan ve evet-hayır ifadelerinden oluşan bir dil pekala hayal edebiliriz. ona göre bir dil tasavvur etmek, bir “yaşam biçimi” tasavvur etmektir. bu aşamada usta-kalfa örneğinde anlatılan dili analiz etmeye başlayacak ve bunu günlük dilimizdeki anlayışla karşılaştıracak. “plaka!” seslenişi (call) bir cümle midir yoksa bir sözcük müdür? eğer bir sözcükse günlük dilimizdeki eş sesli sözcükle aynı karşılığa sahip değildir çünkü bir sesleniştir. eğer bir cümle ise bizim dilimizdeki “plaka!” eksiltili cümlesi de değildir çünkü eksiltili cümle derken, “bana bir plaka getir!” cümlesinin kısaltılmış halini düşünürüz. halbuki usta-kalfanın sahip olduğu dilde böyle bir cümle kurmak mümkün değildir. aslında “bana bir plaka getir!” cümlesine “plaka!” cümlesinin uzaltılmışı olarak bakmak da mümkündür. “plaka!” cümlesi, telaffuzumuz sırasında kastettiğimiz bir şer şeyi dışarıda bıraktığı için değil –gramerimizin belirli bir modeli ile karşılaştırıldığında- kısaltılmış olduğu için ‘eksiltili’dir. bu iki cümle iki farklı dil oyununa ait olsalar da kullanımları aynı olduğu için aynı anlama gelir. wittgenstein şu örneği verir: rusça’da “taş kırmızıdır” yerine “ taş kırmızı” denir, koşacın eksik olması bu iki cümlenin aynı anlama gelmesini engellemez.

    23. paragrafta wittgenstein’a göre sayısız cümle türü vardır ve hepsinin sayısız çeşitte kullanım türleri vardır. dikkatimizi çekmek istediği nokta tam olarak burasıdır: cümle türlerinin sayısız kullanım çeşitliliği sabit, baştan bir kereliğine verilmiş bir şey değildir; tersine, yeni dil tipleri, yeni dil oyunları diyebileceğimiz şeyler ortaya çıkarken diğerleri eskir ve unutulur. 18. paragrafta dilin eski bir şehir olarak tasvir edilmesi, dilin sürekli değişerek evrim geçirdiğini anlatan güzel bir tasvirdir: “dar geçitler ve alanlardan, eski ve yeni evlerden, farklı dönemlerden eklentiler taşıyan evlerden oluşan bir labirent; çevresinde de düz ve düzenli caddeleri ve tek tip evleriyle pek çok yeni banliyö.” “dil oyunu” deyimini aslında dilin konuşulmasının (speaking of language) bir etkinliğin ya da bir yaşam biçiminin parçası olduğunu göstermek için kullandığını belirtir. örnek olarak verdiği birçok dil oyunundan bazıları: emretmek ve emir uyarınca eylemde bulunmak, bir olay hakkında tahminler üretmek, bir hipotez ortaya atmak ve bunu sınamak, bir öykü uydurmak ve bunu okumak, tiyatro oynamak, şaka yapmak, dua etmek... bu paragrafın sonunda tractatus logico-philosophicus kitabını yazdığı dönemdeki düşüncelerine ve mantıkçıların dil yapısı üzerine düşündüklerine atıf yapıyor. mantıkçılar, dilin aletlerinin ve bunların kullanım tarzlarının çeşitliliğini göz ardı ederler. yukarıda bahsedilen dille ilgili etkinliklerin çoğu incelemelerinin dışındadır.

    wittgenstein’a göre dilin öğrenilmesi, nesneleri adlandırmaktan ibaret değildir. adlandırmak ya da bir şeye etiket yapıştırmak, sözcüğü kullanmaya hazırlıktır sadece. bir sözcüğün dilde nasıl bir rol oynayacağı hali hazırda açıksa, işaret-ederek-tanımlama sözcüğün kullanımını (anlamını) açıklar. “buna ‘mavi’ denir.” şeklindeki işaret-ederek-tanımlamayı eğer karşımdaki kişinin bana bir renk sözcüğünü açıklamak istediğini biliyorsam anlayabilirim. kısacası, bir şeye ne ad verilmiş olduğunu sorabilmek için zaten bir şeyler biliyor ya da yapabiliyor olmak gerekir. 31. paragrafta bu durumu açıklamak için bize bir örnek verir. hiç satranç bilmeyen birine bir taş göstererek “bu şahtır.” ya da “buna ‘şah’ denir.” açıklamasının anlamlı olabilmesi için satranç bilmeyen kişinin bir taşın ne olduğunu biliyor olması gerekir. yani önceden başka oyunlar oynamışsa ya da başkalarının oynayışlarını anlayarak izlemişse “buna –yani bu taşa- ne denir?” sorusunu anlamlı bir şekilde sorabilir.
    37. paragraftan sonra ad ile adlandırılan ilişkisini incelemeye başlar. ona göre “ad” sözcüğü, bir sözcüğün birbiriyle çok çeşitli biçimlerde akraba kullanım türlerini niteler. adlandırma ise karanlık bir süreç olarak kavranır. bir sözcüğün bir nesneyle garip (strange) bağlantısına adlandırma deriz. bu garip bağlantı, filozofun gözlerini önündeki nesneye dikip bir adı ya da “bu” sözcüğünü sayısız kereler tekrarlaması durumunda gerçek bir bağlantıya dönüşür. burada adlandırma, neredeyse nesnenin vaftizidir. ancak bu bir yanılsamadır ve wittgenstein, felsefi sorunların dil tatile çıktığında boy gösterdiğini söyler.

    46. paragrafta adların basit şeylere işaret ettiği düşüncesinin esasını theaitetos kitabında bulur: “ bizim ve diğer her şeyin birleşmelerinden oluştuğumuz ilk-öğeler açıklanamaz; çünkü kendinde ve kendi için olan her şey yalnızca adlarla işaret edilebilir... ama böylelikle herhangi bir ilk-öğeden açıklayıcı tarzda söz etmek olanaksızlaşır; çünkü bu öğe için salt adlandırmadan başka hiçbir şey yoktur; yalnızca adı vardır işte...” wittgenstein usta-kalfa örneğindeki yöntemi theaitetos’taki basit-birleşik ikiliğiyle sentezleyerek yeni bir dil oyunu yaratır: “bu dil, bir düzlem üzerindeki renkli karelerin birleşimlerini sergilemeye yarıyor olsun. kareler de satranç tahtasına benzer bir karmaşık oluşturan ve kırmızı, yeşil, beyaz, siyah renkte olsun. dilin sözcükleri (renklere denk düşecek şekilde) “k”, “y”, “b”, “s” ve cümle de bu sözcüklerin bir dizisi olsun. bunlar karelerin şu sırayla bir araya gelişini betimlesin:

    o halde “kksyyykbb” cümlesi şu tür bir birleşimi betimler:

    burada cümle, kendisine bir öğeler karmaşığının denk düştüğü bir adlar karmaşığıdır. ilk öğeler de renkli karelerdir.” (48. paragraf örneği)
    burada “k” ya da “s” işareti kimi zaman sözcük kimi zaman cümle olabilir. örneğin usta, kalfaya renkli kareler karmaşıklarını tasvir etmek durumundaysa ve burada “k” sözcüğü tek başına kullanılırsa, bu sözcüğün bir tasvir – bir cümle olduğunu söyleyebiliriz. ama kalfa sözcükleri ve anlamlarını ezberliyorsa ya da bu sözcükleri işaret-ederek-öğretim sırasında telaffuz ediyorsa, bunlar cümle değildir çünkü “k” sözcüğü ile bu noktada bir öğe adlandırılır. wittgenstein’a göre adlandırma, tasvir etmeye bir hazırlıktır. adlandırma, tıpkı satrançta taşları dizmenin hamle olmaması gibi, dil oyununda bir hamle değildir henüz. bir şeyi adlandırmakla henüz hiçbir şey yapılmamıştır ve ona göre frege’nin bir sözcüğün yalnızca cümle bağlamı içinde bir anlamı olduğunu söylemesi tam olarak budur.

    wittgenstein yukarıdaki dil oyununun içinden hata ve kural hakkında tespitlerde bulunur. örneğin, birisi siyah bir kare gördüğünde buna “k” derse, ona hata (mistake) yaptığını söyleriz. hatanın olabilmesi için kuralların olması ya da varsayılması gerekir. peki bu kurallar nasıl öğrenilir? wittgenstein’a göre, kurallar öğrenciye sözlü olarak iletilir ve uygulanışı alıştırmalarla öğretilir ya da kurala ne derste ne de oyunun kendisinde başvurulur; ne de bir kural rehberinde kaydına rastlanır. bu durumda oyun, başkalarının nasıl oynadığı seyredilerek öğrenilir ve oyunun bazı kurallara göre oynandığını varsayarız. peki bir oyunun kuralını bilmeyen bir izleyici oyunun doğru ve hatalı oynanışını birbirinden nasıl ayırt edebilir? wittgenstein’a göre, oyuncuların davranışlarında bunu belli edecek belirtiler bulunur.

    64. paragrafa geldiğimizde yukarıdaki renklerin sözcükleri temsil ettiği dil oyununu değiştirerek yeni bir dil oyunu yaratır. artık adlar tek renkli kareler yerine, iki kareden oluşan dikdörtgenlere işaret edecektir. örneğin yarı kırmızı yarı yeşil bir dikdörtgene “u”; yarı yeşil yarı beyaz bir dikdörtgene “v” denecektir. wittgenstein’a göre yeni yarattığımız dildeki “u” adı, (48)’deki “k” ve “y” ile çözümlenemez çünkü bu iki dil her ne kadar akraba olsalar da birbirlerinden başka dil oyunlarıdır. peki birbirlerine akraba olsalar da birbirinden ayırt ettiğimiz bu dillere neden dil diyoruz, bunlarda ortak olan nedir? ona göre dil dediklerimizin hepsinde tek bir ortak yan bulunmaz. aksine bunlar birbirleriyle çok çeşitli şekillerde akrabadırlar (affinity). örneğin “oyun” dediğimiz süreçlerin hepsinde tek bir ortak yan görmesek de benzerlikler ve akrabalıklar görürüz. sonuç olarak, ortaya çıkan şey birbirleriyle kesişen ve üst üste binen karmaşık bir benzerlikler ağıdır.

    peki oyun kavramı nasıl sınırlanmıştır? neler oyun sayılır, neler oyun sayılmaz? sınırları söyleyebilir misin? hayır çünkü çekilmiş bir sınır yoktur henüz ancak yine de sınır çizilebilir (draw). wittgenstein’a göre birine oyunun ne olduğunu açıklamanın yolu ona oyunlar betimlemektir. “buna ve benzerlerine ‘oyun’ denir.” oyunun ne olduğu örneklerle açıklanır ve bunların belli bir anlamda anlaşılması istenir. oyunun anlaşılmasının koşulu, öğrenen kişinin bu örnekleri belirli bir tarzda kullanabilmesidir (employ) . örnekleme burada daha iyisi bulunamadığı için kullanılan dolaylı bir açıklama aracı değildir. dil oyununu böyle oynarız işte.
    wittgenstein 83. paragrafa bir dil oyunu ile kuralları arasındaki ilişkiyi göstermek için bize bir örnek sunar. bu örnekte, kırda bir grup insan eğlenmek için bir topla var olan çeşitli oyunları oynamaya başladıklarında, bazılarının sonuna kadar götürmeyip arada topu öylesine havaya attıkları ya da birbirlerini kovalayıp birbirlerine attıklarını düşünebiliriz. söylemek istediği şudur: oyun oynuyoruz ve kuralları süreç içinde koyuyoruz.

    97. paragrafta eski düşünceleri alıntılar: “düşünme bir hâle ile çevrilidir- özü, mantık, bir düzen temsil eder, dünyanın a priori düzenini, yani dünya ve düşünmede ortak olması gereken olanakların düzenini. ama bu düzen, göründüğü kadarıyla son derece basit olmalıdır. bütün deneyimlerden önce gelir: tüm deneyim boyunca sürüp gitmeli; üzerine deneyimsel bir bulanıklık ya da güvenilmezlik yapışmamalıdır.--- iyisi mi, en saf kristalden olmalıdır. ama bu kristal bir soyutlama olarak değil, somut bir şey, hatta en somut, en sert şey olarak görünür.” mantık ile dünyanın ya da olgunun birebir örtüşmesi olanağı, mantığa en saf kristal benzetmesi yapılması ve dünyada aklın keşfedebileceği gizli bir desenin olduğu varsayımı, aslında ön yargılardan ibarettir. ona göre, felsefe yaparken sıklıkla kullanılan “dil”, “deneyim”, “dünya” sözcüklerinin bir üst-kavramlarımız (super-concepts) gibi ele alınması hatalıdır. bu sözcüklerin kullanımları, “masa”, “lamba”, “kapı” sözcüklerinin kullanımlarını aşan bir üst-düzende (super-order) yer almaz. wittgenstein eski düşüncelerini bu şekilde eleştirerek mantığın ve dilin, uzamın ve zamanın dışında bir şeymiş gibi idealleştirilmesine karşı çıkar. dil, uzamsal ve zamansal bir fenomendir. nasıl ki satranç taşlarından bahsederken fiziksel özelliklerini betimleyip her birine ilişkin oyun kuralları belirliyorsak dil için de aynısını yapıyoruz. kısacası, “sözcük aslında nedir?” sorusu “satranç taşı nedir?” sorusuyla benzeşir.

    109. paragraf itibariyle wittgenstein ortaya koymak istediği yöntemden bahseder. incelemelerinde varsayımsal bir şey bulunmamalıdır. açıklama (explanation) tümden atılmalı, yerine betimleme (description) geçmelidir. bu betimleme de amacını felsefi sorunlardan alır. bu sorunlar dilimizin işleyişinin incelenmesi ile çözülebilir. filozofların “bilgi”, “varlık”, “ben”, “cümle” vb. sözcükleri kullandıklarında şeyin özünü (essence) kavramaya çalıştıklarında kendimize şu soruyu sormamızı söyler: bu sözcüğün, anayurdu olan dilde gerçekten böyle kullanıldığı olur mu hiç? işte asıl yapmak istediği de budur: sözcükleri metafiziksel kullanımlarından gündelik kullanımlarına geri getirmek. ona göre, felsefe dilin gerçek kullanımına hiçbir şekilde el sürmemelidir çünkü onu temellendiremez, sadece kullanımını betimleyebilir. ayrıca burada kullandığı dil-oyunlarını, dili gelecekte bir kural altına almak için bir ön çalışma gibi görülmemesi gerektiğini söyler. dil-oyunları, benzerlik ve benzemezlik yoluyla, dilimizin koşullarına ışık tutmak üzere karşılaştırma nesneleri (objects of comparison) olarak vardır. bu oyunlar, bir karşılaştırma nesnesi- adeta bir cetvel gibi ortaya konmuşlardır. gerçekliğe denk düşmesi gereken bir ön yargı olarak değil.

    199. paragraf itibariyle “kural” ve “kurala uymak” kavramlarına geri döner. ona göre kurala uymak, emir vermek, bir parti satranç oynamak adetlerdir (customs). “bir cümleyi anlamak, bir dili anlamak demektir. bir dili anlamak da bir tekniğe hakim olmak.” wittgenstein’a göre kurala uymak emre uymakla benzeşir. bunun için yetiştirilir ve belirli bir şekilde tepki veririz. peki bir emre iki farklı şekilde tepki veren iki insandan hangisi haklıdır? burada bize yine bir örnek sunar: bir araştırmacının dilini hiç bilmediği bir ülkeye gittiğini düşünelim. burada yaşayan insanların emirler verdiklerini, bunları yerine getirdiklerini veya bunlara karşı çıktıklarını hangi koşullar altında söyleyebilir? araştırmacı, bunu ancak ortak insani eylem şekline göre yorumlayabilir. bilinmeyen bir dilin yorumlanabilmesinin tek yolu, o dil-oyununu kullanarak eylemde bulunan topluluğun davranışlarını incelemektir.

    sonuç olarak wittgenstein, kitap boyunca eski düşünceleri de dahil olmak üzere felsefe tarihinde hakim olan birçok görüşe karşı çıkmıştır. belirli bir sözcüğün ya da belirli bir cümlenin, belirli bir anlam ile eşleşmesi ona göre mümkün değildir. çünkü anlam önceden verilmiş bir şey değildir. bir sözcük, dildeki kullanımı üzerinden anlam kazanabilir, zaman içinde de kullanımı değiştikçe anlamı da değişecektir. değişen sadece sözcüklerin ya da cümlelerin anlamları değildir. dilin kendisi de zamansal ve uzamsaldır, evrim geçirir. wittgenstein, dilin ya da düşüncenin idealleştirilerek dünyanın deseninde a priori olarak gizlenen bir şeymiş gibi ele alınmasına karşı çıkar. ortaya çıkarılacak gizli bir şey yoktur çünkü dilin kuralları baştan verilmiş değildir. dil ilintili olduğu insan etkinlikleriyle birlikte evrim geçirmektedir. bu yüzden dilin incelenmesi, dilin gramerinin ya da dilin mantıksal incelenmesinden ibaret olamaz. bu sebeple de dilin incelenmesinin, doğa bilimlerinde kullanılan açıklama yöntemiyle mümkün olamayacağını söyler. dil-oyunun kuralları, bu oyunu oynadıkça süreç içinde ortaya konulur. bu kuralların incelenmesi de ancak betimleme ve o dili konuşan insanların davranışlarını incelemekle mümkündür. kısacası, öz-görünüş ikiliğinin dilde yansıması olan sözcük ve onun anlamı ikiliğini ortadan kaldırmak istemiştir. anlam ezeli bir şekilde sözcüğe gömülü bir şey değildir. bir sözcüğün anlamı, onu kullanan insanlara, kullanılan tüm şartlara bağlıdır. bu şartlar içinde özünde hiçbir anlam taşımayan sözcük anlam kazanabilir.
hesabın var mı? giriş yap