• bu kadar sade bir anlatımla bu kadar etkileyici bir film yapmak herkese nasip olmaz. sinema tarihinin en sıradışı işlerinden biri. sizi veya inançlarınızı değiştirmek için bir şeyler yapmaya çalışmıyor (filmin inanç açısından bir söylemi var tabi ki, fakat bu seyirciye ders verir nitelikte değil). sadece sizi alıp götürüyor bu film. fikrin(m)iz filmdekiyle aynı veya değil, bunun bir önemi var mı? gerçeklik hissi ve beklenti karakterlerle aynı, ki bu hissiyatı saf olarak seyiriciye aktarmak; dreyer' in ve dolayısıyla filmin asıl marifeti.

    ordet, sinematografik açıdan sinema sanatının ulaşabileceği en yüksek yerlerden birine çıkıyor.
  • üzerine biraz da stellet licht alınabilir afiyetle.
  • johannes de silentio frygt og baeno'ın yazarı oluyor, yani kierkegaard'ın mahlaslarından birisi. filmdeki johannes isa'nın reenkarnasyonu değil ama yine de kıymetli birisi zira o bir inanç şövalyesi (knight of faith)

    film "korku ve titreme"'de çerçevesi çizilen inanç tanımının öyküleştirilmesi. kierkegaard'ı okuyup aklını kaybeden johannes sonra olaya ayıyor, rahiplerin bile inanmadığı ancak teselli ve rahatlık vermeyi ödev bildikleri bir çağ "çürümüş" bir çağdır, bu yüzden ingrid çürümeye mahkumdur. rahip ile doktor arasındaki tartışmanın bir özü yoktur ancak retorik bir çekişmedir, bu ikisinin arasında sıkışıp kalmış inanan ise zayıftır ve kendisini mahkum etmiştir. oysa isa peygamber "isterseniz verilecek" diyor, iman eden için gerisi laf-ı-güzaftır.
  • carl dreyer'in hepten inanan ve hic inanmayan arasindaki skalada ince ince gezindigi, netice itibariyla da gercekci bir hikaye anlatiyor gibi gorunurken verisimilitude meselesini akillara ziyan bir sekilde altust ettigi film. inancini kaybetmis bir ingmar bergman'dan farkli olarak, inancin sinirlarini zorlayan bir yonetmenle karsi karsiyayiz.
  • ve ölüm uyandı, konuşmaya başladı...

    werner herzog, kaspar hauser’i medeniyetlerin beşiğine hoşgörüsüzlük kalıntısı olarak fırlatırken yaşadığı toplumu zincirlere vuruyordu. kaspar hauser, istenmeyen bir insan modeliydi ve toplum, çağdan çağa reformlarını yerleştirirken insanlığın o ilkel döneminin ruhunu yok ediyordu bir anda. çünkü, güçsüz, dayanaksız olanın her zaman rüzgârda savrulduğu biliniyordu. bu bir nizamdı. özgürlüğün sınırlarının çizildiği bir nizam, her şeyde ve her yerde. onlara göre bu işin otoritesi düzene uymaktır ve düzen bazen korkutucu olabilir. insanın her ikisi için sancısı var, her ikisi için de acı çekiyor, düzenden de özgürlükten de.

    carl theodor dreyer’a göre insan hayatı değerlidir, güzeldir ve kirlidir. geçmişi oldukça sancılı olan danimarkalı yönetmen toplum, inanç, erdem, düzen ve ahlak derinliği için sosyoloji ve profan olmayan tematik ölçüsüyle ordet’in (söz) özgürlük ve mücadele alanını genişletir ve oldukça ağır çekimlerle ilerleyen yalın dekorda teatral atmosferini sunarak, iki farklı mezhebe mensup aileler arasında gelişen bir aşk öyküsüyle ağlarını örer. dreyer’da insan hoşgörüsüzlüğünü bir diğerinin hoşgörüsünü yıkarak inşa eder. ordet, kendi düzeninde özgürlük ve erdem şemasını şekillendirirken geleneklerine ve inançlarına bağlı insanları dogmalarla sunar. iki farklı aileyi -köklerine bir şekilde sıkı sıkıya tutunmuş- inanç, hurafe ve mucize üçgeninde birbiriyle mücadele ettirir. onların sözde ‘din savaşı’nı muhtelif eksiltmeleri tamamlamayı bırakarak bir sevgi çizgisi üzerinde totaliter kılar.

    kendi içime ulaştım ama, içim beni kabul etmedi.

    ordet, dreyer’ın düz, sabit ve oldukça sadeleştirilmiş sinema diliyle vardır. dreyer, karakterleri içinde izleyicisine sıyrılma payı bırakırken burada sadece bir karakteri antiseküler deliliğe iter. diğer bütün insanlar aklı selim ve gelenekçi, rutin yaşantıları içindedir. tersten gidilmiş bir yol ile, soren kierkegaard okumaları ve ilahiyat geçmişiyle johannes diğer karakterlerin aynadaki yansımasıdır. dreyer, johannes’i –bilerek- delirterek akıllı insanların inançlarındaki eksik küfrü dışa vurur. johannes’in bir şeylere bağlılığı delilik anlamına gelebilir. dreyer’ın muğlak gibi duran çözüm bağları insanın inancındaki boşluklar ile daimi bir zıtlık uyumu içindedir. bu uyum, ordet karakterlerinin nihayetinde bir noktaya varacağı, protestan dualite ile iskandinav gelenekselciliği arasında sıkışıp kalmayacağını onaylar.

    din ve bilim arasındaki bağ dreyercı sinemada oldukça muhteşemdir. johannes dışındaki dreyer’ın ön plana attığı karakterler arasında rahip ve doktor, mucize mefhumunun birer prizmasıdır. rahip, inandığı nasıralı isa’yla yani din ile, doktorsa inandığı bilim’le vardır. rahip ve ailenin mucizeye inanışları kendi dışında gelişen bir olaylayken, doktor kendi elleriyle bir mucize eşiğine girer. mucize (miracle) ordet’in içinde gizlidir, o siyah beyazlığın içindedir, ustalıkla. dreyer’ın en küçük karakterleri bile semantik olarak yoğundur.

    johannes, söz’ün bekçisidir. kum tepelerine gider, ıssız iskandinav topraklarına ellerini açar. bu topraklar, onun düşünce ve iç dünyası gibidir. diri, oldukça sert, hiç işlenmemiş ama gayet masumane. johannes’in düşüncelerindeki hareketlilik dünyevilikten farklıdır. o’nun iç yolculuğu inançlıların yaşadığı inançla örtüşmez. dreyer, birbirlerini seven anders ve anne’yi bu iki ailenin dışındaki bir pozisyonda tutarak çatışmacı dünyadan çeker. çünkü dreyer, sevgiyi, güzelliği dünyevi çirkinliğe bulaştırmak istemez, onları muhafaza eder. onda ilahi bir güç bulur. johannes’i bütün olan bitenin içinde sözleriyle dik tutarak tanrı’ya daha da yaklaştırır. inançlılarıysa inandıklarıyla çetinleştirir, doğrulamalarını hakiki çerçeveye yerleştirebilmek için özde birleştirir sonra sekmelere uğratır. zira onlar ontoloji sorunlarını birbirlerini yok sayarak ortaya çıkarır.

    dreyer, mezhep çatışmasında iki ailenin uyumsuzluğunu hakikatle bozar. hakikat, konuşmaya başladığında ilahi olanın kendi inandıkları doğrularla çelişmesi neticesinde mutlak bir payda gün yüzüne çıkar. ağırlaştırılmış ve yavanlaştırılmış sinematografisiyle derinliklere nüfuz eden dreyer, algıyı ve bilinçaltını açar. statik, yüze odaklanmış çekimler, düşük oda müzikleri, mekân geçişlerinin paralelliğiyle bütünlüğü amaçlayan carl dreyer sineması’nın ordet’e venedik’te altın aslan kazandırması bir yana, ordet’in günümüzde bile tartışılıyor olması dreyer’ın sanatındaki yoğunluğun altını çizer.

    ordet, zıtlıkların çekici uyumu içinde ilerlerken ilahi olan hep onunladır. uzaklar yakındadır, yakın uzaklardadır. johannes bu dünyevi hoyratlığın çemberinde deliliği seçerken ordet artık suskundur. dreyer, yelkovanları eline alır. hiçleşmeye vakit kalmadı. her birimiz o’nun zamanlarını yaşıyoruz. o’nun dünyası hiç umulmayacak derecede görkemli. sırrı çözümünde başlıyor. çözüm içerden başlıyor. mumlar karanlığı aydınlatamıyor. delilik, soğuk bakışlarla dolu olmak değil. sonra bir yol gözüküyor. yol uzun ve çetin. dikenler ölmeyecek. savaşlar son bulmuyor. ilelebet. kalp gökyüzüne dönüyor.

    o an bir söz vardır.
    söz, dilin ucundadır... ama dil lâl olmuştur.
  • replikler:

    "ben dünyanın ışığıyım ama karanlık bunu anlayamadı. kendi içime ulaştım ama içim beni kabul etmedi."

    "tanrı insanların duasını duyar. fakat çok yaygara kopmaması için gizlice gerçekleştirir."
  • söz. 1955 tarihli carl dreyer filmi. yavaş ve sabit kameralarla tiyatrovari havada çekilmiş bir tiyatro uyarlamasıdır. pek az dış çekim mevcuttur. 1943 versiyonunda başrolde victor sjöström'ü görürüz. kurgusunda sorunlar olsa da ortanca oğulun az göründüğü, yine de sürüklediği dini motiflere dayalı bir senaryosu vardır. zaten kuzeyli olmanın temel şartı tanrısal sorgulara girişmek değil midir? dreyer'in bir diğer filmi "gazap günü" de ismen zikredilir. anılan bir şahsiyet için (bkz: soren kierkegaard)
  • bu filmin üzerine bir ta m e guilass iyi gider.
  • --entry'm fena halde spoiler içerir--

    "ters köşeye yatırmak" deyimine sinema dünyasında verilen en güzel örneklerden biri.
    baştaki johannes'i tepede aramaya çıktıkları sahnede "bu filmi çok sevmek istiyorum. umarım güzel bir filmdir" diye geçirmiştim içimden. dreyer'in izlediğim ilk filmi olmasına rağmen bir bergmansever olarak hemen içine aldı beni bu film. ana konularından biri mucizeler olsa da her anlamda çok gerçekçi bir film vardı karşımda. oyunculuklar da öyleydi. sonlara doğru, cenaze günü sahnesinde kafamda sorular vardı; acaba johannes'e ne oldu, ortaya çıkacak mı, filmin sonunda ne olacak, pat diye biten filmlerden biri midir ki vs. sonra johannes hiç çıkarmadığı siyah paltosunu üstünden atmış ve boş bakışlarından kurtulmuş haliyle çıkageldi birden. şaşırdım, ne ara kafası yerine geldi bunun diye düşündüm. sonra küçük kızın isteği üzerine inger'in yeniden dirilmesi için dua etmeye başlayınca anlaşıldı düzelmediği. dua sırasında inger vardı sadece görüntüde. ben diyorum ki "johannes şimdi inger'i diriltemeyince acaba hazır o paltoyu da üstünden atmışken kafası iyice yerine gelir mi?" o sırada minicik bir kıpırtı oldu gibi geldi inger'de belli belirsiz. içimden dua ediyordum, "nolur dirilmesin, yapmamış olsunlar bunu bu güzel filme" diye. o anda inger açtı kavuşmuş ellerini, saldı yanlara. lanet ettim, yapılır mı bu şimdi, içine edilir mi sonunda böyle! kızdım, bozuldum hayallerim yıkıldı diye. sonra bir duraksadım. dedim "bu dreyer ateist. niye bir ateist böyle bir final yapsın filmine?" ve ampul yandı bende. zaten amaç da buydu işte, tam da bir ateistten beklenecek bir filmdi. film boyunca tüm olayların gerçekçiliğine inandırıp ardından "ne yani, hepsi bir yalan mıydı?" diye hayalkırıklığına uğratmak... bir ateist dini inançları daha iyi nasıl eleştirebilir ki? açıkçası ateist, agnostik vs. değilim. fakat inançlı biri olarak yönetmenin ta 1955'te böyle bir teknik kullanarak bu kadar cuk diye oturan bir eleştirellik sunmasını ayakta alkışlıyorum.
    ve en çok da düşünüp final sahnesindeki eleştiriyi anlayamadan kalan izleyiciler için üzülüyorum. işte o kişiler için bu film etkileyici ama sonuyla sıvayan bir film olarak kalacak. bu kadar zekice işlenmiş bir filmi sıradan ve hatta saçma damgası vurarak arşivlerinden çıkarıverecekler.

    vay be! adamlar ta 1950'lerde bile ne filmler yapmışlar. ingmar bergman da bana bunu hep söyletir. kuzeylileri sevmemin başlıca sebeplerinden biri de bu sanırım.
  • söz ola...

    "ordet" ağır ağır hızlandığınız bir inanç yolculuğunu anlatıyor. öyle inanç dediysem sadece belli bir güruhu kastettiğim anlaşılmasın. zira inanç her bünyeyi ilgilendiren bir mesele.

    hikaye çok da eski olmayan zamanlarda, hem ruhsal hem de dünyevi soğukluğun insanı insandan uzaklaştırdığı bir diyarda geçiyor. hikayemize vesile olan borgen çiftliği inancın her türlüsüne ev sahipliği yapıyor. mesela baba luteryen, oğlanlardan biri yarı ateist, biri yarı dindar sonuncusu ise mesih (!) filmin ana meselesi oğullardan birinin ağzından dökülen "niye şu inananlar arasında gerçekten inanan biri yok." cümlesinde gizli. "ordet" bir kısmını izlediğimiz büyük kısmını da yaşadığımız bir film; bunda yönetmenin atmosfer yaratma konusundaki başarısının büyük payı var.

    içimizdeki inancı mesele yaparken sinemaya olan inancımızı fersah fersah pekiştiren bir başyapıt.
hesabın var mı? giriş yap