• söz. 1955 tarihli carl dreyer filmi. yavaş ve sabit kameralarla tiyatrovari havada çekilmiş bir tiyatro uyarlamasıdır. pek az dış çekim mevcuttur. 1943 versiyonunda başrolde victor sjöström'ü görürüz. kurgusunda sorunlar olsa da ortanca oğulun az göründüğü, yine de sürüklediği dini motiflere dayalı bir senaryosu vardır. zaten kuzeyli olmanın temel şartı tanrısal sorgulara girişmek değil midir? dreyer'in bir diğer filmi "gazap günü" de ismen zikredilir. anılan bir şahsiyet için (bkz: soren kierkegaard)
  • carl dreyer'in hepten inanan ve hic inanmayan arasindaki skalada ince ince gezindigi, netice itibariyla da gercekci bir hikaye anlatiyor gibi gorunurken verisimilitude meselesini akillara ziyan bir sekilde altust ettigi film. inancini kaybetmis bir ingmar bergman'dan farkli olarak, inancin sinirlarini zorlayan bir yonetmenle karsi karsiyayiz.
  • johannes de silentio frygt og baeno'ın yazarı oluyor, yani kierkegaard'ın mahlaslarından birisi. filmdeki johannes isa'nın reenkarnasyonu değil ama yine de kıymetli birisi zira o bir inanç şövalyesi (knight of faith)

    film "korku ve titreme"'de çerçevesi çizilen inanç tanımının öyküleştirilmesi. kierkegaard'ı okuyup aklını kaybeden johannes sonra olaya ayıyor, rahiplerin bile inanmadığı ancak teselli ve rahatlık vermeyi ödev bildikleri bir çağ "çürümüş" bir çağdır, bu yüzden ingrid çürümeye mahkumdur. rahip ile doktor arasındaki tartışmanın bir özü yoktur ancak retorik bir çekişmedir, bu ikisinin arasında sıkışıp kalmış inanan ise zayıftır ve kendisini mahkum etmiştir. oysa isa peygamber "isterseniz verilecek" diyor, iman eden için gerisi laf-ı-güzaftır.
  • bu filmin üzerine bir ta m e guilass iyi gider.
  • üzerine biraz da stellet licht alınabilir afiyetle.
  • bu kadar sade bir anlatımla bu kadar etkileyici bir film yapmak herkese nasip olmaz. sinema tarihinin en sıradışı işlerinden biri. sizi veya inançlarınızı değiştirmek için bir şeyler yapmaya çalışmıyor (filmin inanç açısından bir söylemi var tabi ki, fakat bu seyirciye ders verir nitelikte değil). sadece sizi alıp götürüyor bu film. fikrin(m)iz filmdekiyle aynı veya değil, bunun bir önemi var mı? gerçeklik hissi ve beklenti karakterlerle aynı, ki bu hissiyatı saf olarak seyiriciye aktarmak; dreyer' in ve dolayısıyla filmin asıl marifeti.

    ordet, sinematografik açıdan sinema sanatının ulaşabileceği en yüksek yerlerden birine çıkıyor.
  • --entry'm fena halde spoiler içerir--

    "ters köşeye yatırmak" deyimine sinema dünyasında verilen en güzel örneklerden biri.
    baştaki johannes'i tepede aramaya çıktıkları sahnede "bu filmi çok sevmek istiyorum. umarım güzel bir filmdir" diye geçirmiştim içimden. dreyer'in izlediğim ilk filmi olmasına rağmen bir bergmansever olarak hemen içine aldı beni bu film. ana konularından biri mucizeler olsa da her anlamda çok gerçekçi bir film vardı karşımda. oyunculuklar da öyleydi. sonlara doğru, cenaze günü sahnesinde kafamda sorular vardı; acaba johannes'e ne oldu, ortaya çıkacak mı, filmin sonunda ne olacak, pat diye biten filmlerden biri midir ki vs. sonra johannes hiç çıkarmadığı siyah paltosunu üstünden atmış ve boş bakışlarından kurtulmuş haliyle çıkageldi birden. şaşırdım, ne ara kafası yerine geldi bunun diye düşündüm. sonra küçük kızın isteği üzerine inger'in yeniden dirilmesi için dua etmeye başlayınca anlaşıldı düzelmediği. dua sırasında inger vardı sadece görüntüde. ben diyorum ki "johannes şimdi inger'i diriltemeyince acaba hazır o paltoyu da üstünden atmışken kafası iyice yerine gelir mi?" o sırada minicik bir kıpırtı oldu gibi geldi inger'de belli belirsiz. içimden dua ediyordum, "nolur dirilmesin, yapmamış olsunlar bunu bu güzel filme" diye. o anda inger açtı kavuşmuş ellerini, saldı yanlara. lanet ettim, yapılır mı bu şimdi, içine edilir mi sonunda böyle! kızdım, bozuldum hayallerim yıkıldı diye. sonra bir duraksadım. dedim "bu dreyer ateist. niye bir ateist böyle bir final yapsın filmine?" ve ampul yandı bende. zaten amaç da buydu işte, tam da bir ateistten beklenecek bir filmdi. film boyunca tüm olayların gerçekçiliğine inandırıp ardından "ne yani, hepsi bir yalan mıydı?" diye hayalkırıklığına uğratmak... bir ateist dini inançları daha iyi nasıl eleştirebilir ki? açıkçası ateist, agnostik vs. değilim. fakat inançlı biri olarak yönetmenin ta 1955'te böyle bir teknik kullanarak bu kadar cuk diye oturan bir eleştirellik sunmasını ayakta alkışlıyorum.
    ve en çok da düşünüp final sahnesindeki eleştiriyi anlayamadan kalan izleyiciler için üzülüyorum. işte o kişiler için bu film etkileyici ama sonuyla sıvayan bir film olarak kalacak. bu kadar zekice işlenmiş bir filmi sıradan ve hatta saçma damgası vurarak arşivlerinden çıkarıverecekler.

    vay be! adamlar ta 1950'lerde bile ne filmler yapmışlar. ingmar bergman da bana bunu hep söyletir. kuzeylileri sevmemin başlıca sebeplerinden biri de bu sanırım.
  • ben isa mesih'im diye dolaşan birader için diyebileceğim tek bir şey var;

    (bkz: bunu bunu alın dışarı)
  • 1955'te altın aslan'ı, 1956'da yabancı film kategorisinde golden globe'u kazanmış filmdir.
  • filmde geçen "niye şu inananların arasında gerçekten inanan yok?" sorusu filmin özeti ve anahtarıdır.

    toplumun algılarının biraz dışında yaşayanların deli olarak nitelendirildiği dünyamızı baş aşağı çevirerek, "deli" kavramını sorgulatır. inancına sınır koymayan johannes ile çocuk mu yoksa inandığını düşündüğü halde özünde kendi yarattığı ilah tasavvuruna inanan diğer karakterler mi delidir diye sordurur bize.

    diriliş olayına girmeyeceğim çünkü bu konudaki teolojik literatürü buraya aktararak bilgilerin düşünmekten yoksunların beyinlerine meze olmasını istemem. yalnız diriliş olayına sadece inançlarında samimiyet gösteren, inanca hiçbir sınır koymayan johannes ve çocuğun inandıklarını da göz ardı etmemek lazım.
hesabın var mı? giriş yap